Yazar: 19:10 Öykü

Ayna

Boğazın lacivert suları güneşin ilk ışıklarıyla kıpır kıpır oynaşıyordu. Birkaç balıkçı hevesle olta sallıyordu Arnavutköy sahilinden. Denize nazır banklarda anın tadını çıkaranlar, keyifle sabah yürüyüşü yapanlar… El değmemiş bir gün başlıyordu yeniden, küçük sevinçleri ve küçük kederleriyle.

Fikret Hanım yalının denize bakan dev terasındaki rattan koltuğuna oturmuş uzakları seyrediyordu. “Ah İstanbul, her şeye rağmen ne güzelsin!” diye geçirdi içinden. Kekremsi iyot kokusu kocamış ciğerlerini yaktı.Bahar güneşi bulutların ardına saklandı.Hafif bir meltem esti, sıkı topuzundan kurtulmuş birkaç beyaz saç telini havalandırdı. Lekeli titrek elleriyle yatıştırmaya çalıştı uçuşan telleri. Aynaya takıldı aklı yine. Nasıl kıyabilecekti? Lakin mecburdu.

O anda bol köpüklü Türk kahvesinin davetkar kokusu çarptı burnuna. Sonra önündeki cam sehpaya kondu bavaria gold ince fincan, tabağında minik gül lokumu ve yanında bir bardak suyla. Şefkatli emektar eller lavanta kokan şalı usulca sırtına sardı. “Üşümeyin hanımım, hava ısırıyor inceden.” 

Sisli ve buğulu bakışları kırk yıllık yardımcısı, can yoldaşı ile buluştu. Gönül. Gitmemişti, bırakmamıştı onu bir başına. Onca yokluğa, yoksunluğa rağmen. 

“Gönül, 100 gram kuşbaşı alıver de akşama hünkarbeğendi yapalım.”

“Hanımım, sen yemiyorsun ya benim de boğazımdan geçmiyor. Boş ver, bulgur pilavı var dünden, yeter o.”

Boğazındaki yumruyu yutkundu zar zor Gönül, içine içine hayıflandı: “Ne yüce gönüllü kadınsın sen, sırf ben yiyeyim diye. Sanki bilmiyorum. Ah, Fikret Hanımım, ah. Ne günlere kaldık böyle…”

Birlikte sessizce Boğaz’ı seyrettiler. Bir gemi düdüğünü öttürüp çırpıntılı suyun yüzeyinden kayarak ilerledi açıklarda.

“Gelecekler değil mi?”

“Yok hanımım, hangi bayram geldiler de bu bayram gelecekler!”

“Çocukları demedim, o adamlar…”

“Ha evet, onlar birazdan gelir de… Ne diyeceğim sana. Gel vazgeç bu işten. Çocuklara söylesen… Az biraz destek çıksalar artık.”

“Gönül, rica ederim bu bahsi açma bir daha!”

“Çocuklarım… Dünyanın bir ucuna terk-i diyar eyleyip beni unutanlarım… Kan bağı, can bağı demek değilmiş, ah Gönül. Evladın hayırlısı, kimilerine kısmet olmazmış işte.” diye geçirdi içinden.

Ne günler geçmişti halbuki bu terasta, renk renk güllerin rayihası tüten bahçede, huzur veren süs havuzunun başında… Çocukların ilk adımları, İnci Pastanesi’nin nefis pastalarıyla taçlanan doğum günleri, top peşinde koşarken attıkları sevinç çığlıkları, minik parmaklar marifetiyle pencerelerden süzülen piyano sesleri…

Kahvesinin son yudumunu da bitirip arkasına yaslandı Fikret Hanım. Bayram günleri ne kalabalık sofralar kurulurdu eskiden. Çok eskiden. Eş dostla renklenirdi ziyafetler. Leziz mezeler tatlandırırdı damakları. Sağlığa kalkardı kadehler. Müzeyyen Senar çağlardı pikaptan. Bolluk, bereket, neşe ile dolup taşardı yalı, komşu köşklere bile sirayet ederdi. Şimdi Gönül’le bir başlarına kalmışlardı bu kocamış yıkkın yalıda. Sessiz, sade ve sadece ikisi…

Kapıya yanaşan kamyoneti gördü göz ucuyla Fikret Hanım. “Geldiler galiba,” dedi telaşla yerinde doğrulurken. Gönül, Fikret Hanım’a baktı, keder dolu bakışlarını yere doğru süpürdü. Gıcırdayan ahşap merdivenlerden hızlı adımlarla aşağı kata indi. Terlik sesleri, terasa açılan tenha salonda yankılandı. 

Fikret Hanım da Gönül’ün peşi sıra ağır aksak adımlarla iç salona geçti. Kırık dökük birkaç eşyaya ev sahipliği yapan koca salona baktı içi yanarak. Eskimiş bir kanepe, döşemesi yıpranmış iki berjer, ahşabı sönmüş bir vitrin, yorgun bir kütüphane, saksısından solgun solgun bakan bir devetabanı… Salonun bu zavallı haline yakışmayan el işi Fransız döküm boy aynası ise ışıl ışıl yanıyordu duvarda.

Aynanın önüne doğru yürüdü Fikret Hanım. Tam karşısında durdu. Genç bir kadın yansıdı aynada. Kumral saçları dalga dalga omuzlarında. İncecik belini saran rugan kemeri, boynunda uçuşan ipek fuları, terzi elinden çıkma döpiyesi ile tazecik. Yanında beliren yakışıklı genç hekim, tek ve ömürlük aşkı Feridun, sarılıp alnından öptü genç Fikret’i. Birer damla yaş süzüldü Fikret Hanım’ın süzgün yanaklarından kırışık boynuna. Son bir defa dokundu aynanın çerçevesine vedalaşır gibi. Ayak sesleri yaklaştı. Gençten, kara suratlı dört adam paldır küldür daldılar salona, aynayı çevik hareketlerle kucakladılar. Hemen yanlarında duran kel kafalı bir başkası içi para dolu zarfı uzattı Fikret Hanım’a: “Hanım annem, al bakalım aynanın parasını. Hayrını gör!” dedi ayaklanıp giden aynaya ağzının suyu aka aka bakarken. Aynanın yüzeyinden genç Fikret ve genç Feridun silinip yok oldular. Yanı başında duran Gönül’ün elini sıktı Fikret Hanım güç almak istercesine. Yutkundu tüm söyleyemediklerini, onun yerine Cemal Süreya dile geldi: “Zaman lazım sadece, unutacaksın. Nasıl unuttuysan çocukluğunu, kırılan oyuncaklarını. Kırılan kalbini de öyle unutacaksın…”

“Lakin, unutmaya yetmeyecek bende kalan zaman.” diye düşündü. Zarfı uzattı Gönül’e. “Haydi,” dedi. “Yarım kilo kuşbaşı al da hünkarbeğendi yapalım. Bahçeye kuralım sofrayı. Eski günlerdeki gibi…”

Editör: Gülhan Tuba Çelik

Banu Balaban
Latest posts by Banu Balaban (see all)
Visited 40 times, 1 visit(s) today
Close