Yazar: 12:00 Öykü

Yolçatı İstasyonu

Ragıp gelmiş o sabah, beni sormuş. Hüseyin telefonda gülerek söyledi. Ragıp bilmezdi ki izin zamanlarını. O sadece kendisine götüreceğim bir tomar anahtar ve anahtarlığı bilirdi. Bir de iki haftada bir, akşam saat sekizde istasyona varan treni… Bilirdi, beklerdi ve gözlerdi içinden inişimi. Aksayan ayağı, peltek dili, paralayan gözleri ile, “Babaa, babamm gelmiş,” diye koşardı yanıma. Elimi öpmek için eğilir, içinde kendini bekleyen anahtarların olduğu ufak el çantamı -yardım olsun- diye almaya çalışırdı. 

Onu ilk kez istasyondaki çayevinin önünde bağdaş kurmuş, kendi kendine söylenip sallanırken gördüğümü hatırlıyorum. Yanından geçenler, “Ragıp ne var, ne yok? Seninkiler geldi mi bu gece?” gibi alaylı sorular sorar, kimi de -onun sevmediği belli olan- dokunacak gibi bir hareket yapıp kaçarak giderdi. O anlarda Ragıp daha fazla öfkelenir, saçlarını çekiştirerek suratına vurmaya başlar, sallanmasını artırırdı. Onu uzaktan gören birkaç vicdan sahibi ağzının içinde söylenerek, yazıklanırdı. İnsanlardan kaçarak hep aynı saatte istasyona gelip oturan ve muttasıl sallanarak kendi kendine söylenen bu genç çocuk kimdi, niye böyleydi?

O benim farkımda değildi henüz fakat ben onu her gün istasyonun belli başlı köşelerinde avare avare gezerken, kendi kendine söylenirken görürdüm. Üstüne başına bakılınca temiz giyimli, saçları temiz taralı bir çocuktu. Belli ki bir sahibi vardı Ragıp’ın. Sonradan bizim arıza tamirde çalışan Müslüm dayının oğlu olduğunu öğrendiğim Ragıp istasyonun bir rengiydi işte ve ben de o vicdan sahibi üç beş tane gibi ona ilişmeyip onu uzaktan seyredenlerdendim. Ta ki o sabah Mustafa’yla çetin imtihanına kadar…

Ragıp yine çayevinin önünde oturmuş, her günkü hâli ile sallanıp söylenirken Mustafa bütün bıçkın, serseri edası ile Ragıp’a bir laf attı. Laf neydi, ne demişti de o sakinlik çocuğu öfkeden çıldırtmıştı? İstasyonda bir yankıyla herkes elindeki işi bıraktı, başını sese çevirdi. Ragıp Mustafa’ya, Mustafa Ragıp’a var gücü ile yumruk atıyordu. Kimi bunu neşeli bir müsamere izler gibi keyiflenerek izliyor kimi araya girip yumruklardan nasibini almaktan korkuyor kimi de Mustafa’nın deli gücü ile belki biraz olsun uslanmasını umuyordu. 

Ragıp’ın yokluktan mı sevdiğinden mi üstünden hiç çıkarmadığı kahverengi oduncu gömleği burnundan süzülen kana boyanmıştı ki kendimi daha fazla tutamadım. Vagondan atladığım gibi rayları tıknefes aşıp oraya koştum. Bu öfke fırtınasına yeni bir dalga oluşturacağımı bilerek araya daldım. Beni gören birkaç kişi de güç almış olacak ki onlar da biri Mustafa’yı biri Ragıp’ı belinden kaptığı gibi kenara çekti. Öfkesini yenemeyen Mustafa, parmak sallaya sallaya çekiştirilerek götürüldü. Ragıp savunmasız bir çocuk gibi bağdaş kurup başını avucunun arasına alarak hızlı hızlı sallanmaya başladı. Bir yandan ağlıyor bir yandan kan damlayan burnunu çekiyordu. Kalabalık daha fazla müşahit olmama telaşıyla alandan hızla uzaklaştı. Bomboş meydanda, sallanan Ragıp ve ben kaldık. O an ne diyeceğimi bilemedim. Bazen aynı dilde susmak en güzel konuşmak oluyor. Ben de karşısına bağdaş kurup oturdum ve beklemeye başladım. Başını bir süre daha kaldırmadı fakat varlığımın farkındaydı. Sonradan hırsı da gözyaşı da dindi. Başını kaldırıp baktığında dudağının patlağını, yavaş yavaş yumulmaya başlayan gözünün kırmızı mor alacasını gördüm. Bir şey diyemedim. Ne denirdi ki aklını ezel bezminde “Emanetçi’ye” bırakmış bu saf yürekli, temiz akıllı çocuğa? “Hadi gel, sana bir gazoz ısmarlayayım,” dedim sadece. Nereden bilirdim ki Ragıp bir gazozu bir de anahtarları çok severmiş. O an yüzünün rengi değişti de bütün sevinç alametleri gelip gözlerine oturdu. Kolundan tutup kaldırdım. Güçlükle kalktı. Belli ki canı çok ezilmişti. Aksayan ayağını sürüyerek istasyonun çeşmesinde yüzünü yıkadı önce. Gömleğini çekiştirip önüne bakınca canı sıkıldı bir an. “Anam çok kızacak şimdi,” deyip başını çaresiz kullara mahsus bir sallayışla salladı. “Üzülme hadi! Gömlek değil mi? Yıkanır, gider lekesi.” Bu söz üzerine koca bir sırıtış yüzünde, bu sefer elini “boş ver” edasıyla salladı. Oturduk çayevinin masasına.

“Bana bir çay, Ragıp’a da gazoz…”

O gün Ragıp anlattı, ben dinledim. Aklına ne gelirse, alakalı alakasız, bir çocuk neşesiyle hiç durmaksızın anlattı. Sadece Mustafa’nın onu o kadar öfkelendirecek ne söylediğini ne ben sordum ne o söyledi. Herkesin “Seninkiler bu gece geldi mi?” diye alayla sorduğu “onunkiler”in kim olduğunu sordum. Anladım ki ezel bezminden aşikâr olduğu, bizim hiç bilmediğimiz, onunsa bu dünyadaki görünmez dostlarıymış. Ben o, dünyaya saf bakışıyla anlatsın ben dinleyeyim diye onların neye benzediğini, ne işler yapabildiğini sordukça bana ilk kez dikkate alınmanın neşesi ile o dünyanın tüm hususi sırlarını döküyordu. Gazozun üstüne bir sıcak oralet, bir paket kremalı bisküvi ile sohbeti uzattıkça uzattık. Bir aralık başını kaldırıp havanın karardığını görünce telaşa düştü. “Anamla bacım çok merak etmiştir, babam çok kızar şimdi,” deyip kalktı. Masada öylece kalmıştım ki biraz gittikten sonra uykudan uyanmış gibi ayıp döndü, baktı. Elini kaldırıp kararlı bir selamla, “Her şey için sağ ol baba!” dedi.

Tüm gece yüzümde bir tebessüm bırakan bu meczubu düşünüp durdum. Ne kadar da bu dünyadan uzak… O bambaşka âlemlerde gayriinsani uğraşlar ve düşünceler içinde. Sabah olup da işe çıkmadan evvel bir çay koydum. Yol arkadaşlarım vagondaki ranzalarında kapalı bir kutunun içinde uyumaya çalışan kürek mahkûmları gibi sessiz ve derin uyumaya devam ediyorlardı (ki birazdan traversleri, rayları dizip aralarına kürekle çakıllar atacağımız düşünülünce kürek mahkûmu bir benzetmedense gerçeğin ta kendisiydi).

Vagonun kapısını açıp sabahın ilk temiz havasını içime çekerek tütünümü sarmaya başladım. Akasya ağaçlarının üstünde tüneyen kargalar, serçeler günlük seferlerine başlamış; kirli kara sarı lojmanların bacalarından dumanlar tütmeye, çaycı Hasan’ın tepsisinden çay buğuları yükselmeye başlamıştı. Yolcu bırakıp yenilerini alacak trenin düdüğüyle çın çın çınlayan kampananın sesi uzaklardan duyulmaya başlandı. Sabahın serinliğinden belki de gönüllerin yasından birbirine sokulan yolcular veda makamı çalan trenin düdüğü ile kıpırdanıyor. Bir berduş, gecelerini geçirdiği garın bekleme salonundan çıkıp garın çeşmesinde buz gibi suyla güne aymaya çalışıyor. Bir çocuk elinde -trende yemek için- beklettiği simidi ile annesinin mantosuna yapışıyor. Kim bilir muhayyilesinden neler geçiyor. Bense neredeyse yirmi iki, yirmi üç yaşından beri istasyonlardan istasyona, dağ taş, yaz kış, gece gündüz çalışıp duruyorum. İşlerine ek kendi yemeğini yap, kendi bulaşığını yıka, kendi çayını yap ve bir kutu içinde gönlünde sevgiler hasretler, kafanda bin bir hayat planıyla uyu uyan… Serin havanın üstümde bıraktığı ürpertiyle sigaramdan bir nefes çekip dalmışken “Baba…” diye fısıltılı bir sesle irkildim. Baktım elinde üstü örtülmüş bir tabakla Ragıp duruyor karşımda. Anası sıcak börek yapmış teşekkür niyetine. Bin bir tembihle de göndermiş. Dünkü dayağın izleri kendini daha çok göstermiş. Sağ gözü iyiden iyiye kapanmış, patlayan dudağı da ağzına bir çarpıklık katacak şekilde şişmiş. Yine de görünen tek ela gözü mutluluk ile ışıldıyor. Böreği aldım elinden. “Çayımız hazır, gel sen de bizimle kahvaltı et,” dedim. Bir iki adım geriledi, tedirgin, karasız başını salladı. “Olmaz…” dedi. Meğer babası Müslüm dayı Ragıp’ın kâti suretle trenlere, vagonlara binmesini yasaklamış. Bu heyecanlı, saf akıllı çocuğun kaybolmasından, giden trene binerse dönüşü bilemeyeceğinden ya da kandırılmasından korkuyormuş. Her ana babanın iki gözü, bir aklı varsa böyle evlatlara sahip ana babaların dört gözü, iki aklı oluyor. Yine de bir ısrar beklediğine kani olduğum Ragıp’a içten bir ısrarda daha bulununca çıkıyor vagona giren merdivenleri gözleri takip edilip edilmediğini anlamaya çalışan temkinli adam pozlarında. İçeriye adım atınca yüzünün şekli de aniden değişip yerini hızla yine o çocuk heyecanına bırakıyor. Doğduğundan beri her gün kırk çeşit vagonun ve trenin uğrak yeri olan bu istasyonun lojmanında otursa da babası ve anasının korkusundan bu yaşına kadar hiçbirine ayak basmayan Ragıp şimdi yerinde duramıyor, heyecanlanıyor, kendi kendine konuşuyor, gülüyor, birden el çırpıyor… Onun heyecanı ile mutlu olan bizler de ona kırk yıllık iş arkadaşımızmış muamelesi yapıyor, her türlü sohbetimizden zaten haberi varmış gibi ortaya laflar atıyor, espriler yapıyor, elimizi babacan tavırla omzuna vuruyoruz ve kendisine dokunulmasına oldukça öfkelenen Ragıp bunun karşısında mutluluktan uçuyor.

Orada iki buçuk yıl çalıştım. Çalıştığım her gün de Ragıp’la ilgili bir şeye şahit oldum. Onunla ilerleyen bu garip dostluğun minnettarlığını bana büyük bir lütufla sunduğu görünmez dostlarını yardımıma, emrime amade etmekle gösteriyordu. Her sabah gelip kimselerin duymayacağı bir ihtiyatla, “Baba, sana yemek yapsınlar diye iki yardımcı gönderdim, geldiler mi?” diye sorar, ben de onu taklit ederek izlenmediğimize dair emin olmak isteyen adam pozlarında sağa sola bakar -fısıltıyla- geldiklerini, çok lezzetli yemekler yapıp gittiklerini söylerdim. Benim bu hâlden anlar tavırlarım Ragıp’ı daha mı teşvik ediyordu garip muhayyilesinin büyümesinde bilmezdim ama mutlu göründüğü ve bana her geçen gün bağlandığını herkes gibi ben de görebiliyordum. Öyle ki vagonumuzun istasyona girdiği bir günde “Babam geldi!” diye camın önünden fırlamış da bacısı “Bırak, kelden baba mı olur?” deyince suratına aşk ettiği tokat ile kızı paspas gibi yere sermiş. Bu hadiseyi babası Müslüm dayıdan duyduğumda hem hayrete düşmüş hem de içimden tuhaf bir sevgi dalgası geçmişti.

Tabii bir de şu anahtarlar mevzusu vardı. Memlekete her gidiş dönüşümde benden anahtar isteyen Ragıp’a bir gün bunun nedenini sorunca yine olağandışı zihninin konukları ile açıklamıştı bunu. Dediğine göre Karun’un gizli, kayıp hazinesinin yeri bu dostlarının elinde lakin anahtarları başka başka diyarlarda. Ragıp da o günden beri dışarıdan gelen herkesten anahtar toplamaya başlamış belki Karun’un hazinesine giden yoldaki sihirli anahtar olur umuduyla. Bazen öyle anlar olurdu ki Ragıp’ın anlattığı bu masalsı âlem içinde ben de bir seyyah olur gezinir, bu dünyanın tasasından bir anlığına sıyrılırdım. Yine de Ragıp akşam çayını içip gittikten sonra (artık akşam çayını bizimle içmek için babasından izin koparmıştı) ben gerçekliğime dönerdim. Gıcırdayıp duran demir ranzamda bir sağa bir sola, solumaya alışık olduğum makine yağının kokusu ve uzaklardan duyduğum kampananın çınlayışı ile yorgun bedenimi uykuya teslim ederdim.

Günler haftaları, haftalar ayları böyle kovalayıp gittiği bir günde ustabaşı gelip bizim makineyi artık buradan çektiklerini, yerimize Sivas’tan yeni bir ekibin geleceğini söyledi. O an ben dışında herkesi bir sevinç sardı. Aslında ben de artık bu şartlarda çalışmayacağım için sevinmiş olsam da o andaki tek düşüncem bunu Ragıp’a nasıl söyleyeceğim oldu. Tabakamı açıp bir dal sigara sardım. Derin bir nefes çektim. Şimdi şu yaşına kadar bağlandığı, onunla meczuplaşan, güvendiği tek insan, ben onu bırakıp gidecektim. Onun o dünyasında kim bilir ne zelzeleler olacaktı. Kafam bu düşünceler ile allak bullak olmuşken Sivas ekibinin burayı iki ay sonra devralacağı haberi geldi. İçime bir ferahlama gelmişti. En azından Ragıp’ı bu fikre alıştırmam için iki ayım vardı. Öyle birden bire terk edercesine bir gidiş olmayacaktı bu. 

O ayki çalışmayı bitirip on günlük dinlenme süremiz için evlerimize döndük. Ben gittikten sonra Ragıp gelip beni sormuş, hâli de pek hoş değilmiş fakat Hüseyin bu kısmını bana söylemedi. Sonraki günlerde istasyonda görülmesine alışık olunan Ragıp görünmez olmuş. Müslüm dayı soranlara Ragıp’ın ağır gripten yattığını, yataktan çıkacak mecalinin olmadığını, bir tas çorbayı bile bacısının kaşık kaşık ağzına akıttığını söylemiş. Bir haftanın sonunda yine her zamanki saatte istasyona indim, sağa sola baktım. Ragıp yok… Şimdiye çoktan gelir, “Babaa, babamm,” diye elime yapışırdı. Bu işte bir aksilik vardı.

Çantamı vagona attıktan sonra hasta olduğunu öğrendiğim Ragıp için ikişer kilo meyve alıp lojmanlara gittim. İçeride zayıf bir ışık var fakat kapıyı açan yok. Tam gidecekken cılız, ürkek bir ses, “Kim o?” dedi. Kendimi tanıtınca beni gıyaben bilen bacısı kapıyı araladı. Ragıp’ın çok hasta olduğunu, ana babasının onu Ankara’ya götürdüğünü, kendisinin de haber alamadığını gözyaşlarına boğularak anlattı. O an ne yapacağımı şaştım. Kız kapıyı kapattı, elimde meyve torbaları kalakaldım. Sonra bir silkinişle kendime gelip torbaları kapının önüne koyduğum gibi uzaklaştım. 

Günler geçiyor, ne vagonun kapısı çalıyor ne de “baba” diye bir sesleniş geliyor. Müslüm dayının arkadaşlarından sadece Ragıp’ın hâlâ hastanede olduğu haberini alıyoruz. Ta ki oradan ayrılacağım güne iki hafta kala. Ragıp vücudunda hızla yayılan enfeksiyonu yenememiş ve sadece kendinin gördüğü büyük arkadaşının çağrısı ile “Emanetçi”sine gitmişti.

Tüm istasyon haberin hüznüne boğulmuştu. En çok da ben… Ragıp, hayatının aksine sade bir ölümle veda etmişti. Beni her gören baş sağlığı veriyordu. O anlarda tıkanıyor, “Dostlar sağ olsun,” demekten öteye konuşamıyordum. Ragıp’ın cenazesi getirildi, hızlıca tüm işlemleri yapıldı ve istasyon artık griye dönerek çalışmasına devam etti. Ben Ragıp’a nasıl veda edeceğimi düşünürken o bana dönüşsüz bir veda etmişti. 

Sonunda gitme günüm gelmişti. Bizi götürecek treni beklerken, omuzları taşıdığı acının ağırlığıyla düşmüş olan Müslüm dayı geldi, oturdu yanıma. Aramızda söylenmek isteyen pek çok sözün sessizliğinde tıkanıyor, boğuluyorduk. Sımsıkı yumduğu bir avcunu uzatıp açtı. Avcunun ortasında eski malikânelere ait olduğu görünümü veren oymalı bir anahtar duruyordu. “Bunu babama ver, o anlar,” demiş. Ragıp’tan anılar dışında bana kalan tek şeyi de mukaddes bir emaneti alır gibi alıp sıktım avcumda. Tren geldi, bindik, oturduk koltuklarımıza. Artık biten bu çalışma macerasına veda ederken gözlerim puslu, içim yaslı, elimde Karun’un hazinesinin anahtarı dağları aheste tıkırtılarla aşıyordum.

Visited 4 times, 1 visit(s) today
Close