Yazar: 11:15 Öykü

Yaşamın Külleri

Bir kuzgun havalandı. Kara şehrin kuzey taraflarında, sık ve eski bir ağaçlık bölgenin en derinlerinde, bu nemli ve ferah havayı içime çekiyorum. Saat çok erken, güneş ağaçların zarif yapraklarını kibarca aralayıp geniş çizgili gövdeleri yalıyor. Kapkara renklerde, eski hikayelerin unutulmuş sırlarını taşıyan kuzgunlar dallara dizi dizi sıralanmışlar. Büyük bir merakla beni izliyorlar. Evim buraya çok yakın, sık sık ağaçların içinde, kuzgunların sinsi bakışları altında yürüyüşlere çıkıp kim bilir ne zaman vakıf olabileceğim ender fikirleri keşfetmeyi amaçlıyorum. Son günlerde ziyaretlerim sıklaştı. İçeride, aceleyle akan bir derenin gerisinde, koskoca ağızlı bir mağaranın bile çok çok ötesinde bir kulübede yaşayan orta yaşlı ve bana oldukça enteresan gelen o adamla hoşbeş etmekten tarifi epey zor bir haz duyuyorum. 

Bu sabah yine görüştüm onunla. Karşılaşmalarımız hiçbir zaman planlı gerçekleşmiyor. Sadece dışarıya attığım yavaş adımlar beni eninde sonunda birçok kuş cıvıltısının ve böcek vızıltılarının eşliğinde, sabah güneşinin içimi ısıtan latif dokunuşlarıyla hep o kulübenin civarına getiriyor. Çok sık sabah yürüyüşleri yapmam, hatta gün boyu aylaklık ederim, fakat bu adamı tanıma isteği bende nereden geldiği belirsiz, yere göğe sığmayan bir coşku, bastırılamaz bir enerji doğurdu. Rakım epey yüksek, sabahın ilk ışıklarında ruhu titreten bir rüzgar esiyor ve ben ileride, göğü bir kılıç gibi delen bembeyaz dağlara bakarak suyumu içiyorum. Kim bilir zirvelerde ne gibi sırlar ve soğuğun altında ne gibi bilinmezler yatıyor, diye düşünüyorum. 

Onun kulübesine ne zaman yaklaşsam, kendisini bir iş ile meşgul buluyorum. Kimi zaman bir ateşi körükleyip, kızgın korların üzerinden yükselen kıvılcımların arkasında, güçlü ve isabetli vuruşlar yaptığını görüyorum çeliğe. Örs ile çekiç arasında gerçekleşen her darbeden bir kıvılcım yükseliyor. Sanki insan zihninin tüm güç timsallerini simgeleyen bir tasvire bakıyormuş gibi hissediyorum. Kimi zaman ormanın derinliklerinden getirdiği dallarla kulübesindeki yaraları onarıyor. Kimi zaman kudretli dağların yamaçlarından topladığı nefis kokulu otları ateşin üzerinde kaynatıyor. Ama onu hiç otururken, aylaklık ederken ya da kendisine bir şey katmayacak bir uğraşının peşinde bulmuyorum. Her hareketi amaçlı ve yolu daha dünden belli sanki. Bu sabah ona,

“Niye burada yaşıyorsun?” diye sordum.

“Kendim için,” dedi. Bu cevabını pek anlayamadım.

“Ama şehir merkezlerinde ya da oralara yakın yerlerde de kendin için yaşayabilirsin,” dedim.

Kütüğün üzerinde duran, çeliğin ve metalin türlü alaşımlarından yarattığı ürünleri gösterdim. 

“Bunlarla para kazanabilirsin.” 

Bir tebessüm gördüm yüzünde, ‘para kazanmak’ düşüncesi onun ruhunda bir şeyleri harekete geçiren bir ateşleyiciydi belli ki. Ama o gülümseme hemen yok oldu. 

“Hayır,” dedi. “Orada, yüksek gökdelenlerin ve iş hanlarının dünyasında, kendin için yaşayamazsın. Sürekli bir pay isteyen çıkacaktır. Sürekli kendi varlığından ve üretim gücünden taviz vermeni, feragat etmeni isteyenler çıkacaktır. Bu ortamda nasıl var olabilirsin?”

“Başkaları için çalışmanın nesi yanlış?”

“Kendi sırtını kanayana kadar kırbaçlamanın nesi yanlış?”

“Ne demek istiyorsun?”

“Üretimin amacı kâr yapmaktır. Kendin için çalıştığın ve tasarımladığın her nesnede mükemmeli aramaktır.”

 Eliyle uzakları, puslu batı rüzgarının çok çok ötesinde kalan kara şehrin siluetini gösterdi. “Orada bu imkansız,” dedi. “Kendin için yaptığın her şeyden, onu yapamayan, başaramayanlar için de bir pay isteyecekler. Bunu silah zoruyla, fiziksel şiddet tehdidiyle, kapına dayanan vergi memurlarıyla yapacaklar. İşte kırbaç darbelerini meşru kılan budur. Yaşama azmini yok eden budur.”

Söylediği şeylerde açık bir anlam vardı. Tavizsiz, ama’sız, reddi mümkün olmayan bir özgürlük anlayışı. Ama yine de elindeki çekiçle örse darbeler indirirken, kıpkırmızı çeliğe kendi aklıyla şekiller verirken ona baktım ve söylediği şeylerin gerçekten de orada, şehirde bir şekilde var olduğunu ve toplum tarafından kolayca kabullenildiğini fark ettim. Bu adı anılmamış gerçek, parmak uçlarımdan aklımın en uzak kısımlarına kadar beni ürpertti. Hatta… Kalbimde hiçbir zaman sorma zahmetine girişmediğim bir meçhuliyet belirdi. 

“Ne uğruna?”

                             *** 

Bu sabah ona “Çoğunluğun iyiliği ne demektir?” diye sordum. 

Baltasını bilerken bana cevap verdi:

“Azınlığın feda edilmesidir.”

“Azınlık nedir?”

“Bireydir.”

 Bu söz çok kesin bir cevaptı, başka açıklamaya ihtiyaç duymuyordum. Ama o, yine de hızlı ve becerikli elleriyle işine devam ederken, sözlerine de devam etti. 

“Genelin iyiliği demek, bireyin katlinin fermanı demektir. Çoğunluğun çıkarları demek, bireyin çıkarlarının hiçe sayılması demektir. ‘Çoğunluğun iyiliği için’ diye başlanan cümleler, vandallık ve yağma için kurulacak korkunç düzenin rasyonalize edilmesidir. Yukarıda olması gereken kişinin, çoğunluğun faydası uğruna aşağıya çekilmesidir. Nitekim çekildiği yer, en derin çukur, yani çoğunluğun, kalabalığın bulunduğu yerdir.” 

“Kalabalık nedir?”

Bu soruma karşılık yine o aynı gülüşüyle şöyle dedi; 

“Peki ya boşluk nedir?”

Pervazdaki kuzgun kanat çırparak havalandı. Uçtuğu yere kapkara tüylerinden birkaçı düştü. “Boşluk nedir?” diye tekrarladım içimden, gökyüzünde kaybolan kuzguna bakarken. O tüyler, önümde çıtırdayan alevlerden dağılan küller gibiydi. Hayatın, yaşamın külleriydi. Son bir şey daha sormak istedim. 

“Yaşayanlar arasında en tehlikeli olan insan kimdir?” 

Baltasını kaldırdı, keskin ağzını dikkatle inceleyip bir kez kuvvetle üfledi. 

“Başkalarının iyiliği adına hareket ettiğini iddia eden insan.”

O zaman anlamaya başladım, ben sözcüğünün, o büyülü kelimenin tüm dünyada niçin unutulduğunu. O zaman anladım, ben demenin tarifsiz gücünü…

Onur Saflı
Latest posts by Onur Saflı (see all)
Visited 2 times, 1 visit(s) today
Close