Yazar: 17:50 Anlatı

Yağmuru Hissetmek

Suya özlem duyan  toprak yeşermez; özlem uzarsa toprak çoraklaşır, kuraklık, yoksulluk başlar. Yağmur toprağa kavuşunca özlem biter, toprak yeşerir, insan rahat bir nefes alır, korkularından kurtulur, kendini güvende hisseder. Sabah sabah bütün bunları düşünmemin nedeni: Yürüyüş yapmak için yataktan erkenden kalkıp odamın balkon kapısını açtığımda havanın kapalı olması ve yağmurun geliyorum diye homurdanmasıydı. Zaten fazla da bekletmedi, yağmur damlaları düşmeye başladı. Damla damla yağıyordu; ama yine de aklıma “Yağmur yağıyor/Seller akıyor/Arap kızı camdan bakıyor.” dörtlüğünü getirdi, gülümsedim. Çocukken yağmurda, sokaktaysam, farkında olmadan hep camdan  bakan zavallı Arap kızını aranırdım, aynısını yaptım, karşı apartman pencerelerine bakıp Arap kızını aradım; ama yine yoktu. Herhalde bu “Arap kızı” manilerde sıkışıp kalmıştı.

Erken kalkmamın nedeni yürüyüş yapmaktı; ama havanın bu durumu beni ikircikte bırakmıştı. Zaten yağmuru da yağmurlu havayı da sevmem. “Çiftçiye yağmur, yolcuya kurak gerek.” atasözü tam da benim için söylenmiş diye düşünürüm. Şehirde doğdum, büyüdüm, bana güllük güneşlik hava gerek, ben açık havaları severim; yağmurlu, kasvetli havaları sevmem. Tabii yağmurun önemini, onun bereket ve yaşam olduğunu bilirim; ama yağdığı zaman bana bunları çağrıştırmaz, kasvet ve mutsuzluk verir, içimi karartır. Benimki bencilce bir bakıştır, bilirim.

Yağmur, benim için hüznün anahtarıdır, aç kapıyı gir hüzün odasına. Neler yok ki o odada: umutsuzluk, geçmişin pişmanlıkları, keşkeleri… Sanki hiç mutlu olamamış, hiç güzel şeyler yaşamamışım gibi gelir bana; ne kadar inkar edersem edeyim  yağmur, hele gök gürültüsü ürkütür, korkutur beni. Ne mi yapılır yağmurda? Hüznün ve karamsarlığın pençesine düşmemek için kitap okunur, televizyon izlenir, güzel bir uyku da iyi gelir.  Ben hangisini yakalarsam onu yaparım genelde; ama can sıkıntısı ve bezginlik duya duya.

Ayrıca insanlar yağmurlu havada daha çok üşür, evine ekmek götürmekte her zamankinden fazla zorlanırlar gibi gelir bana. İnsanların ekmeğiyle oynar yağmur. Bir de insanların burnunu dışarı çıkarmasını engeller; çoluk  çocuk herkes evlere tıkışır, kapalı alanlarda vakit geçirmeye çalışır.

Yağmurdan bunca şikayet ettim ama kararımdan da vazgeçmedim, yürüyüşe çıktım.  Damla damla yağmaya başlayan yağmur, fazla olmasa da hızını artırmıştı. Hem yürüyor hem de etrafıma bakınıyordum. Ağaçları gördüm dallarına kuşlar tünemişti. Mevsim sonbahar olduğu için herhalde göçmen kuşlar da yolculuklarını sürdürürken mola vermişlerdi. Bunun için çeşit çeşittiler: sığırcık, trakus, karga, serçe, güvercinler… Etrafta yoğun bir toprak kokusu vardı. Yağmuru sevmem dedim ama şu halime bakınca ben de şaşırdım. Demek ki insanın ruh hali bakış açısını da değiştiriyordu. Doğa ve yağmurun farkındalığına varınca, şimdi her şey bana daha değişik  göründü. İçimde hüzün değil, huzur vardı.

Yürüyüşümü bitirmiş, biraz da yorgun ve bir hayli ıslanmış şekilde eve dönüyordum. Yollar tenhaydı, ara sokaklar boştu. Evimin olduğu sokağa girdiğimde bir kadın gördüm, biraz daha yaklaştığımda genç bir kadındı, sarışın, uzun boyluydu, öyle ıslanmıştı ki, deyim yerindeyse “sıçan gibi” olmuştu. Saçları  yüzüne yapışmış, görmesine bile engel oluyordu; ama o sanki güllük gülistanlık bir bahar gününde açık havada bulunuyormuş gibi yağmura hiç de aldırış etmiyor, sağa sola koşuyor, ellerini ve yüzünü havaya kaldırmış adeta dans ediyordu, o kadar pervasızdı ki çok yakında olmama rağmen duraksamamıştı bile, bu arada sevinç çığlıkları atıyor, bazen durup havayı içine çekiyordu, sonra uzun bir “Ooh!” duyuyordum. Anladığım kadarıyla bu kadının evine gitmeye, bir yere sığınmaya niyeti yoktu.

Aklıma birden kadının yardıma ihtiyacı olabileceği geldi, hemen yanına gidip yardıma ihtiyacı olup olmadığını sordum, yardıma gereksinimi yoktu. Yağmuru hissetmek, böyle başıboş hoplayıp zıplamak, yağmur altında koşmak, dolanmak, iliklerine kadar ıslanmak hoşuna gidiyor ve onu mutlu ediyordu sanki. Yağmur onu başka diyarlara götürüyor; en önemlisi kendisine özgürlük ve huzur sağlıyor gibi geldi bana. O anda elindeki körlere özgü bastonu fark ettim. Çok ilginçti, kadına o kadar  kilitlenmiştim ki elinde bayrak gibi tuttuğu bastonu fark edemedim bile. 

Gözleri görmüyordu. Görmediği doğayı ona yağmur hissettiriyordu, ağaçların, çiçeklerin, suyun, toprağın, nemin kokusunu duyuyor, yağmur sularının dokunuşlarıyla doğayı hissediyordu.

Olduğum yerde kalakaldım, genç kadının yağmur altında nasıl mutlu bir şekilde dans ettiğini, hayranlık ve biraz da şaşkınlıkla izledim.

Bütün yaşamım boyunca yağmurdan kaçtım, yağmur yağdığı zamanlar, bütün günlük programımı değiştirdim; çünkü yağmurlu günlerde trafik alt üst olur, biz şehirde yaşayanlarsa işe ya da okula geç kalmamak için koşturup dururuz.

Ama gördüğüm manzarada durum çok farklıydı, genç kadın sanki muhteşem bir rüyada yaşıyordu.

On beş yirmi dakika kadar yağmur altında sergilenen dansı izledim. Nihayet yağmur dindi, dans durdu. İnanılır gibi değildi; yağmurun yağarken çıkardığı ses, bedenine dokunuşu sanki dansa ait müzikti de yağmur dinince müzik de susmuştu. Diğer taraftan genç kadın hem sırılsıklam olmuş hem de soluk soluğa kalmıştı; ama yüzüne kocaman bir gülümseme oturtmuştu ve çok mutluydu. Yağmurun kerametine bakın siz diye düşündüm.

Genç kadın sanki gözleri görüyormuş gibi etrafına bakınıyor, benim etrafta bir yerlerde olduğumu hissediyordu. Ses verdim, yanına gittim, karşısında durup bir kafeye gidip gidemeyeceğimizi sordum. Açık havada olmayı tercih ettiğini, istersem yürüyebileceğimizi söyledi.

Yürümeye başladık ve o da anlatmaya başladı. İsmi Güllü’ymüş. On yaşındayken geçirdiği ateşli bir hastalık sonucu gözlerini kaybetmiş. O zamanlar da yani çocukken de doğayı çok severmiş, yağmur yağdı mı kırlara, bayırlara  fırlar; yağmurun altında adeta dans edermiş, yağmur damlacıklarının çiçeklerin üzerinde verdiği pozları izlermiş, yağmurun oluşturduğu su birikintilerinin içine girer zıp zıp zıplarmış. Sırılsıklam oluncaya kadar koşar oynarmış.

Hastalıktan sonra yani gözlerini yitirince, ailesiyle Adapazarı’ndan Ankara’ya göçmüşler ve öğrenimine körler okulunda devam etmiş, yaşamdan kopmamış; Ankara Hukuk Fakültesini bitirmiş, şimdi bir özel sektörde hukuk müşaviri olarak çalışıyormuş. Evlenmiş, bir de dünya tatlısı kızı varmış.

Çok mutluydu ve bu mutluluğu kendi tırnaklarıyla kazıyarak elde etmişti. Yaşamın kenarında kalmamış, yaşamın tam ortasına balıklama dalmıştı. Kaderine hiç ağlamamış, elinde ne varsa olanlarla tepeye tırmanmaya çalışmış ve de başarmıştı.

Eve dönerken sohbet arasında “İnsanın gözlerini kaybetmesi korkunçtu. Bu durumla başa çıkmak benim için  kolay olmadı, düşünebiliyor musun kocamın ve kızımın yüzlerini bile görmedim; ama her sabah çizerim o yüzleri. Kızımın ve kocamın kabartma resimlerini binlerce resmin içinden bulurum, hayalimde kızımı da kocamı da net görürüm. Ben doğayı gördüm; hayvanları ağaçları, dağları, denizleri… Hepsini, eğer doğuştan kör olsaydım, doğayı algılamakta güçlük çekerdim, ama şimdi yağmurun tenime dokunuşlarıyla, burnuma gelen kokusuyla doğayı kavrayabiliyorum, gözlerimin önüne getirebiliyorum, dünyayı algılayabiliyorum. Bu nedenle her yağmurda hemen sokağa çıkar, çok iyi bildiğim yağmuru tenimde bulurum, kokusunu içimde hisseder çok mutlu olurum, aynı çocukluğumda olduğu gibi.” demişti.

 Ayrılma zamanı gelmişti; ikimizde sohbetten hoşlanmıştık. Görüşmeye, arkadaş olmaya karar verdik, telefon numaralarımızı aldık ve vedalaştık.

Bereket diye adlandırılan, yaşamın doğal ihtiyacı, olmazsa olmazı, dünyanın varlığı için vazgeçilmezi  yağmur; benim için hüzün ve karamsarlıkken, bu gözleri görmeyen kadın için yaşamın ta kendisiydi, doğaya dokunmaktı, hayatı kavramaktı, özgürlüktü, huzurdu, mutluluktu. Birden dudaklarımın ucuna ”Bu ne yaman çelişki anne” dizesi geldi.

İnsanın yaşamı algılayışı ne kadar farklıydı. Konumu, ihtiyaçları, yetiştiği yer, kültürü ve eğitimi hayattaki duruşunu belirliyordu. Tıpkı yağmurun ben ve Güllü üzerindeki etkisi gibi.

Hümeyra Çınar
Latest posts by Hümeyra Çınar (see all)
Visited 6 times, 1 visit(s) today
Close