Antikacı Kazım Bey’in Dükkanındaki değerli, zarif eşyaların başında geliyorduk ikizimle ben. Esasında çok yaşlıydık, çok şeyler yaşamıştık. Yüz elli yılı aşkın bir geçmişimiz vardı. Bakmayın şimdi İstanbul’un Balat semtindeki bir antikacıda alıcı beklediğimize. Biz nelere tanıklık ettik, neler yaşadık. Üzerimizde yanan mumların ışığında kaç insan yaşam buldu, kaç insan yaşamını yitirdi; evlilik teklifleri bizim ışığımızın şahitliğinde edildi ve karşılık buldu. En mutlu günler için kalkan şarap kadehleri üzerimizde taşıdığımız mumların ışığıyla görünür kılındı

Biz iki güzel  değerli antika şamdanlarız. Çiçek görünümündeyiz, tek mumlukluyuz. Ustamız bizi pirinçten yaptı, elleriyle pirince şekil verdi. Sonra, sipariş üzerine yapıldığımız için sahibimiz bizi yaşayacağımız eve götürdü,buraya ev demek haksızlık olur; ev değil konaktı burası. Evin hanımı bizi paketlerimizden  çıkarıp masanın iki ucuna yerleştirince güzelliğimiz, zerafetimiz de ortaya çıktı. Evet, incecik uzun boylar, çiçeğin taç bölümüne benzeyen mumları taşıdığımız kısım ve mumların yağlarının aktığı altlık, arkasından sırım gibi incecik bombeli bir vucut,  daire biçiminde tabanlık;  tabandaki işçilik görülmeye değer. Yaprak ve çiçeklerden oluşan kabartmada bütün ayrıntılara dikkat edilmiş.

Biz o evde üç kuşak yaşadık, sonra konaktaki saltanatı sürdürecek insan kalmayınca konak boşaltıldı. Biz de bu Kazım Bey’in antikacı dükkanına taşındık.

Gece olunca ikizimle sohbet eder, yaşadıklarımızı yad ederdik. Konakta bulunduğumuz sürede evin ilk sahipleri olan Fahriye Hanım’ın kızı Jülide Hanım bizi etkilemiştir. O da bizi çok severdi; akşam bizi masanın iki başına yerleştirir, mumlarımızı yakar, sonra yemek yerlerdi, olmazsa olmazıydık  Julide Hanım’ın.

Jülide Hanım uzun bir bekleyişten sonra dünyaya gelmiş, aileyi sevince boğmuştu. Gümüş kaşıklarla mamalar yemiş, altın işlemeli beşiklerde sallanmış; annesi ve babasının bir tanesi olarak konakta salınmıştı. O dönemde, babası kız çocuğu dememiş, en güzel okullarda okutmuştu. Fransızcayı anadili gibi konuşur hale gelmişti. Çok güzel piyano çalardı.

 Jülide zaman içinde büyümüş; güzel, alımlı bir kız  olmuştu. Bize merakı da bu yaşlarda başlamıştı. Akşam yemeği yenirken mutlaka bizi masanın iki başına karşılıklı yerleştirir, piyano çalmaya giderken de yine bizleri yanında taşır,  piyanonun üzerine koyardı. Onun için Jülide’yi  iyi tanırdık. Üzüntülerine, mutluluklarına hep tanıklık ettik; sessiz sessiz ağlamalarını dinledik. Mutlu olduğu zaman dudağında hafif bir gülümseme peydahlanır, çocuk gibi hoplaya zıplaya herkese şakalar yaparak dolaşırdı. Bu en güzel anlarıydı onun.

Ama gel zaman git zaman Jülide aşık oldu. Dayısının oğlu Almanya’dan küçük bir fabrikası olan arkadaşıyla kendilerine yemeğe gelmişti, adı Behzat’tı.  Behzat’ı görür görmez bir şeylerin değişeceğini anlamıştı  Jülide. Kısa sürede ayrılmaz ikili olmuşlardı. Bu ilişkinin nereye varacağı belliyidi. Nihayet birbirlerine olan aşklarını bizim ışığımız altında itiraf etmişlerdi. Yine bir akşam yemeği sonrası Behzat bizim ışığımız altında Jülide’ye evlenme teklif etmiş ve bu teklifi kabul görmüştü. Birkaç ay sonra üç kişilik bu masaya yeni kişiler gelmiş oturmuştu. Başta Behzat Bey ve arka arkaya dünyaya gelen kızları.

Biz konakta yaşadıklarımızı birbirimize hatırlatıp anlatırken eşyalar gelmişti. Genelde yeni gelen eşyalar gece taşınırdı dükkana. Bir ara geçmişi bırakıp gelen  eşyaları seyre koyulduk. Eşyalar taşınıp boş yerlere yerleştiriliyordu, biz bu yerleştirmeyi izlerken biri bizi bellerimizden kavrayarak biraz da hoyratça aldı ve götürdü. Antikacı Kazım Bey bir piyanoya yaslanmış bize doğru bakıyordu, biraz daha yaklaşınca hemen tanıdık, Jülide Hanım’ın piyanosuydu bu. Biz bir zamanlar bu piyanoyla ayrılmaz parçalardık ve şimdi yine bir araya gelmiştik. Aynı yerden geldiğimiz için Kazım Bey bizi piyanonun üstüne yerleştirdi.

Şimdi bizim yaşadıklarımıza tanıklık eden biri daha vardı, üçlü olmuştuk. Kazım Bey bizi piyanonun üstüne yerleştirip gittikten sonra biz yine kaldığımız yerden hatırlayıp anlatmaya başladık.

Evet, çocuklar da büyüyordu. Fahriye Hanım ve kocası iyice yaşlanmışlardı; ama evdeki cıvıltıları ve hareketliliği seviyorlardı, kızlarının ve torunlarının mutluluğu onları da mutlu ediyordu. Damatlarının evlerine getirdiği neşeden memnundular ve damatlarının kızılarına ve torunlarına verdiği sevgiden, mutluluktan, yaşattıklarından dolayı ona minnettardılar.

Piyano işin aslının böyle olmadığını, damadın piyano odasında kaç defa gizli telefon konuşmalarına tanık olduğunu belirtti. Jülide’nin babası yaşlanınca fabrikasının başına damadı Behzat Bey’i geçirmişti. Behzat Bey kısa sürede fabrikayı büyütmüş, kendisi de hatırı sayılır bir zenginliğe ulaşmıştı; ama piyano bu zenginliğin meşru olmadığını söylüyordu telefon konuşmalarından anladığı kadarıyla hem vergi kaçırıyor hem de kaçak mal üretip satıyordu. Kazandığı kara parayı aklama yolunu da bulmuştu. Piyano bunlarla işin bitmediğini bir de sevgilisi olduğunu onunla da kendisinin başında onun taburesine oturup konuştuğunu anlattı. Sevgilisinden bir de oğlu varmış. Bunlardan başka piyanodan kimsenin haberi yoktu, biz dahil.

Çünkü biz müzik odasındaki şölen bitince yine eski yerlerimize taşınırdık. Kuyruklu piyanonun kuyruksuz gerçeklerini şimdi, bunca yıl sonra öğreniyorduk. Ancak detayları yeni öğrenmiş olsak da olaylar bizim titrek ışığımız altında cereyan etmişti. Bunları da piyano izlememişti. Şimdi merakla anlatacaklarımızı dinlemek için bekliyordu ve de sabırsızlanıyordu.

Bu piyano da az heybetli değildi. Kuyruklu bir piyanoydu, bedeni yapılırken ustası en iyi ağaçları kullanmıştı. Biliyorsunuz ki piyanoyu oluşturan parçaların her biri farklı ağaçtan yapılır. Genellikle çam, kestane, ladin, akçaağaç gibi sert ağaçlar kullanılır. Bu piyano da ustasının imzasını taşıyordu.  Onca heybetli hayat sürmüşken bu piyano da Kazım Bey’in antika dükkanına gelmiş, müşteri bekliyordu. İnşallah bizlerin taliplileri değer bilen kişiler olur da sonradan görmelerin, sonradan edinilmiş antika meraklılarının eline düşmeyiz.

Evet, Jülide Hanım hangi büyük olayı yaşamıştı, bu piyano da bunca zaman sonra öğrenip ne yapacaksa yine de öğrenmek için sabırsızlanıyordu.

Aradan geçen zaman içinde Jülide’nin annesi Fahriye Hanım ve kocası vefat etmişler, kızları büyümüş İkisi de güzel genç kızlar olmuşlardı. Eve gelişimizi Fahriye Hanım’ın bizi incitmemek, bize zarar vermemek için paketlerimizden özenerek çıkarıp masaya yerleştirdiğini dün gibi hatırlıyorduk. Bizler ölümsüzdük, iyi kullanılırsak, değer görürsek, sevilirsek, ölümsüzleşiriz; olduğumuz yerde kaderimizi bekleriz.

O akşam da  masayı hem süslüyor hem de zayıf, titrek bir ışık yayıyorduk. Kapı çalındı Jülide Hanım kapıyı açmaya gitti. İçeri geldiğinde arkasında sekiz yaşlarında bir oğlan çocuğu vardı.Behzat Bey çocuğun kendi oğlu olduğunu, annesini az önce kaybettiğini,çocuğu başka götürecek  yeri olmadığından buraya getirdiğini  ve kardeşleri ile tanışma  zamanının geldiğini anlatıyordu Behzat Bey.

Anlatılanları Jülide Hanım duydu mu duyamadı mı, bilmiyorum; ama olduğu yere çakılıp kalmıştı. Yüzünde titrek ışıklarımdan  görebildiğim kadarıyla şaşkın, gördüğüne, duyduklarına inanmaz bir ifade vardı.

Kendini ilk toparlayan Jülide Hanım’ın  büyük kızıydı, masadan kalktı, erkek kardeşinin yanına gitti, ona sarılarak kendini diğer kardeşini ve annesini tanıtarak masaya oturtmuştu. Çocuk da çok üzgün ve şaşkındı, annesini birkaç saat önce kaybetmişti; dünyası başına yıkılmıştı ve şimdi çok yabancı olduğu babasından başka hiç kimseyi tanımadığı bu eve getirilmişti.

Behzat Bey durumu açıklamaya çalışıyordu: Ömrü boyunca bir kalbe iki kadının sevgisini sığdırdığını ikisinden de vazgeçemeyeceğini anladıktan sonra ilişkilerini oluruna bıraktığını belirtmiş, ta ki  oğlunun annesinin hastalanması ve kısa bir süre  sonra da ölmesi Behzat Bey’e bu sonu hazırlamış, oğlunu almış esas evine getirmişti.

Jülide Hanım bu sefer biz ikizlerden birini alarak odasına gitmiş, lambayı yakmadan, benim titrek ışığım altında ağlamış ağlamış ve düşünmüştü. Bundan sonraki yaşamı için de bir açar üretmişti.

 Behzat Beyi affetmesi, bu ilişkiyi kabullenmesi mümkün değildi. Bunu anladıktan sonra tekrar beni eline alarak salona gitti, masaya bıraktı ve meraklı gözlerle kendisine bakan nasıl bir tavır sergileyeceğini bekleyen ailesine gözlerinden akmaya hazır gözyaşlarını tutmaya çalışarak duyulur duyulmaz bir ses tonuyla: “Seni affetmem, seninle birlikteliğimi sürdürmem söz konusu olamaz; ama oğlun oğlumdur, kızlarımın kardeşidir. Sen de istersen  bu sıcak aile ortamında bizlerle birlikte yaşayabilir. İstediğin zaman çocuklarını görmeye gelebilirsin,” dedi. Yapılan açıklamalara, bütün  yalvarmalara kulak asmadan masaya geçti, yerine oturdu. Yeni gelen ve bundan böyle ailenin bir üyesi olarak yaşayacak olan Bülent’e, “Hoş geldin,” dedi ve annesinin yerini tutamayacağını;ama kendisini çok seveceğini, koruyup kollayacağını söyledi; başını okşadı. Behzat Bey olduğu yerde dikildi kaldı. Ne yapacağını bilemiyordu, gitsin mi kalsın mıydı; ama gitti ve bir daha da bu ailenin bir parçası olamadı.

Ondan sonraki zamanda bizler sarıp sarmalandık, diğer kıymetli eşyalarla dolaplara kaldırıldık. Jülide Hanım konağı boşalttı ve çocuklarını aldı İzmir’e yerleşti. Ta ki ev satılana kadar biz o dolapta kaldık. Eve ara sıra gelen insanların konuşmalarından  duyabildiğimiz kadarıyla Jülide Hanım öldükten sonra da çocuklar konağı satmışlar, eşyaları da Mezatta satışa çıkarmışlardı. İşte ikizim ve ben bir de piyano o mezatçıdan buraya geldik.

Şimdi artık uyuma zamanı geldi. Yarın hafta sonu dükkanda işler yoğun olur. Gelen giden bizi eline alıp değerimizi anlamaya çalışan çok olur.

Ertesi gün Kazım Bey’in dükkanı açmasıyla uyandık bir iki dakika içinde kendimize geldik. Tozlarımızı alıyordu son derece kibar ve bizi incitmekten korkarcasına. Akşama doğru dükkana şık giyimli güzel Jülide Hanımı hatırlatan genç bir bayan geldi, doğru piyanoya gitti, kapağını kaldırdı ve çalmaya başladı. Çok beğenmişti, değerbilir, antikadan anlayan birisine benziyordu. İnşallah bizi de görür, derken yerinden kalktı, dolaşmaya başladı. O anda bizi gördü, ikimizi ellerine aldı incelemeye başladı; gerçekten dokunuşu, kokusu Jülide Hanım’a benziyordu.

Antikacıya, piyano ve şamdanları eğer anlaşabilirsek almak isterim, dedi. Uzun bir anlatımdan sonra Kazım Bey bizim geçmişimizi belgelerle ortaya koyarken genç bayan bize hayranlıkla bakıyordu. Anladığımız kadarıyla anlaşmaya varılmıştı. Bundan böyle biz ve piyano yine başka bir yerde hayat bulacaktık. 

Kimbilir, kaç insan bu dünyaya  dokunup giderken öyküsü bizim tanıklığımızda ölümsüzleşecekti. Biz yine bir ya da birkaç hayat bittiğinde İstanbul’un Balat semtindeki antikacılarda soluklanacaktık.

İnsanoğlu doğup yaşayıp bu dünyayı terk ediyordu; ama biz onların öykülerini heybelerimize koyup sırtlarımıza yüklüyorduk. 

 En büyük ironi de insanlar zamana yenik düşerken zaman bizim değerimizi arttırıyordu. 

Hümeyra Çınar
Latest posts by Hümeyra Çınar (see all)
Visited 5 times, 1 visit(s) today
Close