Yazar: 20:02 Öykü

Varlık

Cogito, ergo sum
Descartes

Her şeyin başlamasından bir gün önce

Gözlerimi her akşam olduğu gibi siyah tavana aralıyorum. Mesanemde bir ağrı. Hemen ayağa kalkmalı; ilk sigaramı içmeli, ilk çişimi dökmeliyim.

“Hadi tüm uzuvlarım,” diyorum. Önce omurgam hareketleniyor, peşine diğerleri… Doğruluyorum.

Eğilip kasıklarıma bakıyorum. Her sabah koma uykusuna yatıp her gece zar zor uyanırken, aklıma ilk gelen uzvum değişmiyor. Sıradan her erkek gibi, önce penisime odaklanıyorum. Varlığından emin olunca bir sonraki aşamaya, herhangi bir şeyi sevişmeyle ilişkilendirmeye geçiyorum. Gördüğüm her şey aşırı derecede erotik geliyor, fark ettiğim her delik kasıklarımı kızdırıyor. Tüm hücrelerim uyusa bile, en ilkel tarafım hemen uyanıyor.

Tuvalete yollanıyorum. Sigaramı ateşleyip ciğerlerimi dumanla doldururken mesanemi boşaltıyorum. Sigaranın tütününü boşaltırken, penisimde meniyle dolacak rahat bir alan yaratıyorum. Bir bakıma paradoks, varsayımsal bir karmaşa; nereden baktığınla orantılı muazzam bir sarmal. Neyse ne! İçindeki bir düşünceyi kürtaja sürükleyip diğerine gebe kalan; şu zihnimin ruhu orospu!

Bir fincan kahve alıp salona geçiyorum. Salonun ortasında duran boy aynasında gövdeme bakıp aslında olmayan derinliğimi izlemeye başlıyorum. Yavaş yavaş aynanın ahşap ayaklarını çevirerek arkamdaki fonu değiştiriyorum. Bedenim orada sol elindeki siyah kahve kupasıyla dururken, ardımda farklı görüntüler var oluyor. Önce dağınık kitaplığıma veriyorum sırtımı, sonra okuma köşeme, peşi sıra balkonun aralık kapısına. Ardından henüz uyandığım kanepeyi alıyorum ardıma. Biraz daha çevirip duvardaki diğer aynanın tam karşısına getiriyorum onu. Böylece… Sonsuzlaşıyorum. Kendimden onlarcasını yaratıyorum. Tüm uzuvlarımın, tüm hücrelerimin sayıları katlanıyor. Gözlerimi kısıyorum, tüm yüzlerim aynısını yapıyor. “Ya aynada gördüğüm tüm bu adamların ayrı hayatları varsa,” diye düşünüyorum. “Ya hepsi başka evrenlerden bana bakıyorsa. Birinde acıyan yerim diğerinde kaşınıyorsa. Veyahut birinde kopan uzvum diğerinde de yok oluyorsa…” Kahveyi havaya kaldırıyorum. Kopyalarım da tereddütsüz aynısını yapıyor. Başparmağım acırken, kahve fincanını dudağıma götürüyorum ve aynadakilerle beraber ilk yudumu alıyorum. Sonra benim bile beklemediğim bir hızla aynayı eski yerine çevirip sonsuzluğumu kırıyorum.

Her şeyin başladığı gün

Burun deliklerime renkli macunun kokusu dolarken uyanıyorum. Nereden geldiğini bilmediğim kokuyu aranıyorum. Nafile çabamdan sonra etrafıma bakınıyorum.

Dün gece uyandığım kanepedeyim yine. Üzerimde iki günlük, leş kokmuş siyah eşofmanlar. Dört günlük sakallarımı kaşıyorum. Ağzımdan akıp dudaklarımın kenarında kuruyan salyalarımı dilimle temizliyorum. Pislik içindeyim. Gece kahve içmek doğru bir tercih değildi sanırım, beni aydırmaya yetmemişti; bu kez direkt çekmeliydim.

Tuvaletin yolunu tutuyorum. Eşofmanımı indirip idrar torbamın şişerek harekete geçirdiği suni ereksiyonuma bakıyorum. Ben işemeye başladıkça penisim sakinleşip küçülüyor. Eşofmanı geri çekip ellerimi yıkamak için çeşmeyi açıyorum. Karanlık aynadan kendime bakıyorum. Dünkü kalabalığımdan eser yok. Tek başımayım. Gülümsüyorum.

Eşofmanı üzerimden atıp iri gövdemi eğerek duşakabinin içine giriyorum. Suyu açınca, ahizeden buz gibi bir soğukluk iniyor üzerime, okkalı birkaç küfür savuruyorum. Zavallı bedenim, zihnimden ne çok çekiyor böyle. Su yüzüme inerken başparmağım acısını bu sabah hiç hissetmediğimi fark ediyorum. Derim çaresizce kendini onarmayı başarmış olmalı. Ahizeye sırtımı dönüp nasıl göründüğüne bakmak için başımı ağır çekimde yere indiriyorum. Bu milisaniye içinde aklımda değişik imgeler beliriyor: Kızarmış, şişmiş, derisi buruşmuş şekilde zihnimde görüyorum başparmağımı. Gözlerimi kapatıp açıyor ve nihayet bakıyorum. O an, o kısa an; suyun soğukluğu, kafamın karmaşıklığı, gecenin karanlığı siliniyor ya da büsbütün birbirine giriyor. Bir önceki gece başparmağımın olduğu yerde duran o kocaman boşluğa bakakalıyorum.

Yok. Başparmağım yerinde değil. Noksanlığı fark edince ilk hissettiğim duygu yoğun katmanlı bir korku oluyor. Sonrasında üzerime hızla inen titreme atağı, her şeyin bir rüya olduğuna kendimi inandırma çabam, su götürmez reddim… Gözlerimi defalarca açıp kapatışım, içimdeki acıyı artarak hissedişim…

Eksik uzvumu boş verip çırılçıplak gövdemle yatak odasına gidiyorum. Kapının arkasında asılı duran havluyu belime dolayıp çekmecenin yanına varıyorum. Derin bir solukla beraber kulpu tutuyor ve çekiyorum.

Orada beyaz tozdan arta kalanları bulacağıma ve bir önceki gece onu çekince kendimi kaybetmiş olduğuma eminim. Ama çekmece açılınca düşündüğüm gibi olmadığını anlıyorum. Beyaz toz açılmamış paketinin içinde öylece duruyor. En çok güvendiğim bu ihtimale çentik atıp çekmeceyi hırsla tekmeliyorum.

İşte o an, o kısa an içinde onu hissediyorum: Olmayan başparmağımın sızısını.

Her şeyin başlamasından bir gün sonra

Kafamın içine bir dolu ses üşüşüyor. Bir gıcırtı, yere vuran ayak tabanları ve ardından tellere sürtünen metalik sesin tırmanışı… Gözlerimi hızla açıyorum: Sesler, bilmediğim köşelere kaçışıyor.

Kendime gelmeye çabalayarak saate bakıyorum. Henüz çok erken. Gün doğumuyla rastlaştığım nadir günlerden biri.

Uyandığımda ilk aklıma gelen uzvum bu kez değişiyor, penisimin otuz yedi senelik saltanatı sarsılıyor. Parmağım orada mı, yaşadıklarım gerçekdışı mı düşünceleri; aklımdaki tüm delikleri yamalıyor. Seks düşündüğüm şeyler sıralamasında hızla sona doğru öteleniyor.

Mesanemin baskısı aklımdaki odağı değiştiriyor. Tuvalete gitmeli, idrarı boşaltmalıyım. Dokuz ayak parmağımın üzerine iri gövdemin ağırlığını verip ayağa kalkıyorum. Aynanın yanından geçerken bir günde birkaç yıl yaşlanmış yüzüme bakıyorum. Çok iyi tanıdığım iki boyutlu bu adamın, hiç tanışmadığım hâline şaşırıyorum. Mesanem ikinci sancıyı daha şiddetli gönderince zihnim ona kulak veriyor. Aynanın önünden önce ben çekiliyorum, bir salise sonra yansımam gidiyor.

Klozetin önüne gelip eşofmanımı kalçalarımdan aşağı bırakıyorum. Eşofman ayak parmaklarımın üzerine düşünce aklımı yeniden noksanlığıma veriyorum. İçimdeki sızıyı bu kez kulak ardı ediyorum. Ellerim bacak arama giderken beynim komutu veriyor, sonra… Bacaklarımın içi, diz kapaklarım, eşofmanım sırılsıklam oluyor. Ne olduğunu anlayamıyorum.

Başımı eğip önce ayakuçlarıma, ardından kasıklarıma bakıyorum ve neredeyse kulaklarımı sağır edecek bir çığlık atıyorum: Penisim yok! Bacaklarımın arası bomboş.

Her şeyin başlamasından iki gün sonra

Üşüyorum. Hatta zangır zangır titriyorum. Sanki bir mezardayım ve Allah’ın belası sürüngenler, leş yiyici böcekler her gün bir uzvumu midelerine istiflerken ben acısını bile duymuyorum.

Başımı eğip yeni bir idrar çıkışıyla şekillenen bacak arama bakıyorum. Bir kez de testislerimi yokluyorum. Hâlâ sperm üretebiliyor muyum ya da üretmem bir işe yarıyor mu, emin değilim. Zaten hiçbir önemi de yok. Nasıl olsa penisim son seksini benimle yaptı, beni becerip tarihe karıştı. Seviştiğim kadınların hayatından çıkışım kadar başarılı bir yok oluşla üstelik.

Saatler geçerken önceki gün gelen tüm ihtimaller beni yeniden ziyaret ediyor. Hepsinin üzerini çizip her şeye sövüyorum. Açım, susuzum; uykusuz ve uzuvsuzum.

Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum, bir doktora görünmeyi düşünmeye başlamışken, bilgisayar ekranının zayıf ışığı bana beklediğim işareti gönderiyor. Kamerayı açıyorum. Her şeyi almayı planlayarak uykuya dalıyorum. Çok geçmeden uykumu bölük pörçük ediyor, uzuvlarıma bakıyorum; kollarımı, bacaklarımı, hatta yeniden ve yeniden penisimden kalan boşluğu yokluyorum.

Nihayet bir sonraki günün karanlığına uyanıyor ve bilgisayarın kaydını durduruyorum. Aynaya giden yolu adımlarken, uzuvlarımı yokluyorum: Ellerim, parmaklarım, bacaklarım, testislerim, kulaklarım, hepsi yerli yerinde. “Bu kez döngüyü kırdım,” diyorum, “bu kez başardım.”

Adımlarım hızlanıyor, kalp atışlarım onlara yetişiyor. Aynanın önüne varınca kendime bakıyorum ve bir an sonra görüyorum. Eksilmiş uzvumu, onun aynısıyla görüyorum. Sağ göz çukurum bomboş. Ne bir gözkapağım ne gözbebeğim ne de bir gözüm var. Kafatasımdaki kemikler sis misali boşluğun ardını dolduruyor. Siktiğimin bedeni eksilmeye devam ediyor.

***

Ellerime yerleşen kasılmalar, kafamı sağa sola sallamalarım; aynadan boş göz çukuruma, bacaklarımın arasına, ayaklarıma bakan tek gözüm; hepsi zor olanı daha da çıkmaza sürüklüyor.

Yavaş yavaş ölmek mi yoksa bir şeyleri değiştirmeye çırpınmak mı daha iyi, diye düşünüyorum. Destek almalıyım. Kobaya dönüştüreceklerse bile tamamım, yeter ki daha fazla yok olmayayım.

Gün aymak üzere. Zar zor hazırlanırken, evden çıkma konusundaki başarısızlığım yakamdan kavrıyor; sağa sola savurup olduğum yere oturtuyor beni. Onu dinliyorum. İnsanların arasına karışmayalı yıllar oldu. Onlar benim varlığımı çoktan unuttu.

Aklıma babamın birlikte çalıştığı bir doktoru geliyor. Arıyorum, birkaç saate geleceğini söylüyor.

***

Onu beklediğim o birkaç saat içinde üzerime temiz bir tişört ve az kirli bir eşofman geçiriyorum ve geri kalan tüm o süre boyunca da kaybolan uzuvlarımı tek tek yokluyorum.

Doktor kapıyı çalıyor, açıyorum.

Kapüşonlu bir eşofman üstü giymiş, güneş gözlüğü takmış. Botlarını çıkarmadan içeri giriyor. Bana bakmadan, “Ne oldu,” diyor, “telefonda neden bahsettiğini anlamadım.”

Kelimeler sırasız dökülüyor ağzımdan. Anlamsız cümlelerle uzuvlarımı kaybettiğimi, bunu durduramadığımı anlatıyorum. Yüzüme bakıyor, kaşlarını kaldırıp bana biraz daha yaklaşıyor. “Göremiyorum,” diyor, “ışık açsak?”

Sağa sola bakıyor, yalpalıyorum. Karanlığa o kadar alıştım ki ışıktan korktuğumu hissediyorum. Çorak adımlarla anahtar düğmesine doğru yaklaşıp titreyen parmaklarımı anahtarın üzerine bırakıyorum. Doktorun acele etmemi söyleyen sesiyle düğmeye dokunuyor ve tek göz bebeğimi ışığın alacalığına teslim ediyorum.

“Eksiliyorsun ve acısını hissetmiyorsun, öyle mi?” diyor.

Gözümü kırpıştırarak yanına gidiyorum. “Her sabah eksilmiş uyanıyorum.”

Cebinden çıkardığı cigarayı ateşleyip bir fırt çekiyor. “Yatırırlar seni, uzun süre de çıkamazsın.”

Ampirik bir maymun gibiyim. Bana olanları anlamaya çalışıyorum. “Nasıl yani?”

“İşte öyle. Tımarhaneye tıkarlar, kimseye de bir şey anlatamazsın. Baban bile kurtaramaz seni.”

Organları yerinde olan bir deli miyim öyleyse. İnsan buna mutlu olur mu. Oluyorum. Gülümserken soruyorum. “Uzuvlarım yerinde ama beynim onları yok sayıyor… Öyle mi?”

Dumanı yüzüme savuruyor, ümitsiz bir vakaymışım gibi bakıyor bana.

“Öyle demedim,” diyor, “kendini mi kesiyorsun, birilerine mi kestiriyorsun bilmiyorum. Bahsettiğin diğer organlar yerinde mi, onu da bilmiyorum. Ama bildiğim tek şey, kafatasında tek bir göz olduğu.”

Hem uzuvsuz hem deliyim demek. Mükemmel. Kusursuz. Boktan bir düşüş.

Her şeyi yapmaya hazırım. Her şeye varım. Kendimi hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim.

“Ne halt yiyeceğim,” diyorum, “ne yapacağım ben?”

Doktor gözbebeklerini devirerek başını tavana çeviriyor. Cigara kafasını bulandırıyor, “Sen bilirsin,” diyor, “ya burada çürü ya akıl hastanesinde.”

Hiçbir şey umurunda değil. Yavaş yavaş yok olmam anlamsız onun için. Boğazından yakalayıp duvara yaslıyorum. Tek gözbebeğimi, yüzüne iyice yaklaştırıyorum.

“Çalıyorlar lan uzuvlarımı,” diyorum, “yok oluyorum. Neden oluyor tüm bunlar? Adil mi bu?”

İki eliyle kollarımı kavrıyor, hızla savuruyor beni.

“Siktir lan! Sen mi bahsediyorsun adaletten, ben mi bahsedeceğim?” Gözlerini açıp kapatıyor. “Bu evde nasıl oturuyorsun sen? Nasıl sabahtan akşama yatıp cebini dolduruyorsun?”

Yüzümdeki şaşkınlığa bakıp kahkaha atıyor. Omuzuma sert bir yumruk indiriyor.

“Babanın senin hesabına her ay aktardığı paranın kaynağını bilmiyor musun? Bilmiyordum deme! Bal gibi de biliyorsun! Ama umurunda değil! Hiç olmadı! Ama merak etme, benim de hiç umurumda olmadı.”

Burnuma renkli macunun kokusu, kulaklarıma tellerin sesi dolarken, son fırtı çekip kükreyerek küfrediyor. “Siktir ol! Hadi şimdi kime gidersen git. Beni iyice boka çaldınız, daha da bulaşmayın. Baban da sen de siktir olun.”

Her şeyin başlamasından üç gün sonra

“Adalet diye bir şey yok. Tanrı’mızın adaleti yok!”

Kulağımda yankılanıp duran bu son cümle, parmak uçlarıma değen muşambanın hissiyle karışıyor. Uyku halimin içindeyken bir yerlerdeyim; ellerim bir şeye dokunuyor, çivit mavisi, naylon, rüzgârda savrulan bir şeye.

Gözümü açıyorum, kanepedeyim. Kulağıma yeniden aynı kelimeler değiyor. Tanrı’mızın adaleti yok… Etrafa bakıyorum, kimse yok. Doktor çoktan gitmiş.

Başım şiddetle dönüyor. Ellerimle yatağın sağını solunu tutup doğruluyorum. Aynaya gitmeye meylediyorum, ama mümkün gözükmüyor. Kusmak için can atıyorum.

Tek gözümü açıp kapatarak beynimi sakinleştirmeye çabalıyorum. Zoraki bir iki adım atıp önümdeki parkeye eğiliyor, bolca safra çıkartıyorum. Yeniden doğrulsam da adımlarıma hükmedemiyorum. Safra suyuna basıp eşofmanımın paçalarına, dokuz parmaklı ayaklarıma yapışmalarını çaresizce izliyorum. Yol boyu ayak izlerime dönüşüyor kustuklarım. Kokusu zehir gibi burun deliklerimden sızıyor.

Aynanın karşısına sarsak adımlarla nihayet ulaşıp kendimi izlemeye başlıyorum. Titreyen ellerimle bedenimi yokluyorum. Anüsüme bile bakıyorum. Eksiksizim.

Belki burada biter. Belki tüm diğer benliklerim de eksilmeyi keser, diyorum.

Banyoya girip bedenimdeki kusmuk kokusundan kurtuluyorum. Belden aşağısına havlu sardığım bedenimi tek gözümün gördüğü yolda yürütüyorum. Mutfaktan geçerken kahve makinesinin düğmesine dokunuyor, bardağıma kahveyi doldurup henüz acıkmayan mideme karın derimin üzerinden bakıyorum. Günlerdir her travmayı yiyerek aşmaya çalışan o değilmiş gibi sakince köşesine çekilmiş, açlığa dair herhangi bir sinyali göz boşluğumdan varla yok arası gördüğüm beynime göndermiyor.

Az önce kalktığım kanepeye geri uzanıyorum. Fincanı dudaklarıma götürüp ılımaya başlayan kahvemden bir yudum alıyorum. Boğazımdan süzülüşünü, yutağımdan yavaş yavaş inişini hissediyorum. Kahve yutağımdaki yolculuğunu bitirince daha önce hiç tanışmadığım bir acı hissediyorum. Karın boşluğum şiddetle kasılıyor. Yeniden öğürmeye, titremeye ve kusmak için inanılmaz bir istek duymaya başlıyorum. Nereden, ne hızla geldiğini kavrayamadığım terler yüzüme bocalanıyor. Nabzım, neredeyse ağzımda atıyor. Başımı son anda eğip az önce kustuğum yerin biraz kenarına yutağımdan geri çektiğim kahveyi bırakıyorum.

Kanımın damarlarımdan çekildiğini hissediyorum. Titreyen ellerimi karnıma götürüyorum. Tek gözüm, gövdemin üzerindeki ince çizgiyi seçiyor. Bir bıçak yarığı, küçük bir kaçış noktası, iç organlarımın fethine dair az görünür bir kanıt. Ha siktir. Midem.

Yerimden hızla kalkınca karın boşluğuma üst üste inen krampların sarsıntısıyla kusmuğumun üzerine kapaklanıyorum. Salyalarım avuçlarıma, boş göz çukuruma, ağzımın içine doluşuyor. Doğrulmaya çalıştıkça geri düşüyorum. Her düşüşümde daha çok kusmuğa bulanıyorum. Çabalamaktan vazgeçip ağlayarak gövdemi yere bırakıyorum. Ölmek istiyorum: Artık gerçekten büsbütün, eksiksiz yok olmak istiyorum!

Her şeyin başlamasından dört gün sonra

Yarı uyur, yarı uyanık hâldeyken başımı yere eğip çocuk ayaklarıma bakıyorum.

Seyyar arabadan gelen renkli macunların kesif kokusu çalınıyor burnuma yeniden.

Atlıkarıncaların hiçbir yere varmayan toynaklarının gürültüsünü, dönme dolabın paslı demirlerinden yükselen çınlama sesini duyuyorum. Çarpışan arabaların tellerde bıraktıkları kıvılcımlar her defasında yere düşmeden yok oluyor. Lunaparktaki kalabalığın ortasında sağa sola koşturan adımlarımdan kalkıyor bakışlarım. Panayır çadırlarından birinin içinde gördüğüm gölgeler dolduruyor gözbebeklerimi. Onlara yaklaşıyorum, çadırın rüzgârda oynaşan kumaştan kapısını kaldırıyorum.

Bu kez her şey tam. O güne, o âna büsbütün dönüyorum.

Gözlerimi kapatıp bedenimi çivit mavisi çadıra sokuyorum.

Orada, metal masada yatan çocuğu görüyorum. Ölü… Kimsesiz bir ölü.

Ameliyat önlükleri giymiş adamlar yanı başında. Yüzlerine tek tek bakıyorum. Hiçbiri fark etmiyor beni. Yavaşça yanlarına giriyorum. Çocuğun içinden boşaltılan organları, etrafa saçılan kanları görüyorum. Babam da orada, Doktor’un yanında. Karanlık gövdesinin içinde duygusuzca olan biteni izliyor. Ağlamaya başlıyorum. Kapıya koşup dışarı çıkıyor, boşluğa savruluyorum.

Göz kapağımı kaldırıyorum. Anılarımdan ayrılıp uzuvlarımı düşünüyorum. Ellerim, ayaklarım, bacaklarım, gövdem, kafatasım hâlâ yerlerinde mi. Aynaya gidiyorum, bedenime bakıyorum. Kulaklarımın olması gereken yerdeki boşlukta kalakalıyorum.

Her şeyin başlamasından beş gün sonra

Altıncı güne, sağ elimin parmakları olmadan uyanıyorum.

Artık yarım yamalak görüyor, uyumuyor, yemek yiyemiyor, ilk kaybolan uzvumu ise hiç düşünmüyorum.

Var mıyım gerçekten? Sadece düşünmek beni var etmeye yeter mi? Aynada görünmezliğe giden yolculuğum, düşünme yetim kaybolunca bitecek mi?

Başımı karanlık tavana kaldırıyorum. Unutmaya başladığım sesim kısılana dek bağırıyorum: Cogito, ergo sum![1]

Her şeyin başlamasından altı gün sonra

Açlık ve susuzluk tüm direncimi aldı. Bunun tek iyi tarafı mesanemi dolduramadığım için pek işemiyor oluşum.

Bu kez aynaya bakmama bile gerek yok. Bacaklarım, diz kapaklarımın altından kopuk: Kaval kemiklerim hiç var olmamışçasına yok.

Artık hiçbir şey umurumda değil. Sürünerek mutfağa gidiyor, eksilmiş boyumun az biraz altında kalan çekmeceyi çekip satırı elime alıyorum. Belki döngüyü kırar diye son kartımı oynuyorum. Mutfak bezini dişlerimin arasına sıkıştırıp sol elimi bileğimden kesiyorum.

Her şeyin başlamasından yedi gün sonra

Sağ elimin parmakları, sol elimin bütünü yok. Terlemelerim ölesiye arttı. Susuzluk dudaklarımı kavuruyor. Kaybettiğim kan geri döndürülmez şekilde beni tüketiyor. Bir şeyler değişmiş midir, diyorum karanlık tavana bakarken, durmuş mudur her şey?

Sonra… Kasıklarımın altındaki boşluğu görüyorum.

Artık bana kalan; eksilmiş kafatasım, midesi olmayan gövdem ve bir işe yaramayan iki kol uzantım.

Her şeyin başlamasından sekiz gün sonra

Çivit mavisi çadırın içinde görüyorum yeniden kendimi. Kaçmak istiyorum, yapamıyorum. Bağırmaya çalışıyorum, kendimi duyamıyorum. Tek gözümü kapatınca, izle, diyen bir sesle kendime geliyorum. Benim sesim; ama konuşan ben değilim.

Zoraki kaldırıyorum gözkapağımı. Doktor, babam ve diğerleri; ameliyat masasına eğilmiş, çıkacak organları bekliyorlar. Gövdeyi yavaş yavaş boşalttıktan sonra dönüp bana bakıyorlar. Metal masada yatan bedeni görüyorum. Benim… Kesip biçtikleri benim.

Tek gözümü açıyorum. Nefes alışverişim karmakarışık. Gövdeme bakınca, omuzlarımın altındaki boşluğu görüyorum. Kollarım da artık yok.

Gövdem ve kafatasım var olduğumu fısıldarken, olmayan kulaklarım hiçbir şey duymuyor. Yok oluyorum, yok olmama çok az kaldığını biliyorum.

Bakışlarım dış kapıyı buluyor. Hiçliğe karışmak istemiyorum. Ben düşünürken dudaklarım fısıldıyor: Cogito, ergo sum…

Babama rağmen kimsesizim. Tamamen kaybolduğumda bensizliğin izlerini bu evin içinde bulabilecek kimse yok. Belki bir dahaki ay temizlikçi kadın gelir, zili birkaç kere çalıp geri gider. Kapıcı karanlığıma olan alışkanlığına sığınır, olmadığı için kokmayan cesedimi kimseye haber vermez. Banka hesaplarımdan para çekmediğimi bile fark etmezler. Düşünmeye devam ettiğim belki de son saatler. Var olduğum son anlar. Bulunmak için bir şeyler yapmak zorundayım.

Düşüncelerim yarılıyor, kelimeler yeniden ağzımdan taşıyor: Cogito, ergo sum…

Gövdemi kanepeden yere atıp birkaç günlük kusmuğumun üzerinden sürünerek geçiyorum. Aynadaki derinliğimi kavrayıp son kez kendime bakmaya cesaret edebiliyorum. Benden geri kalanlar korkutucu. Kendime acıyorum. Kaybedişime, kaybettikçe eksilişime, birkaç gün önce iki boyutlu diye yok saydığım yansımama acıyorum.

Ağlıyorum, bağırıyorum, olmayan midemin özsuyunu yeniden ve yeniden yutuyorum. Benden geri kalanlara ve benden yitenlere topluca sövüyorum. Sonra yeniden fısıldıyorum: Cogito, ergo sum…

Dış kapının yanına varmam çeyrek saatimi alıyor. Denge kurmaya çabalayarak ve her defasında yalpalayarak yeri boylamalarımın süresi ise onu üçe katlıyor. Sonunda bir ara dişlerim -evet, hâlâ var olan dişlerim- kapının kolunu yakalıyor. Bedenim yere düşerken, kolu aşağı çekmeyi başarıyorum. Bu kez bağırıyorum: Cogito, ergo sum!

Alnımdan ve çenemden sızan kanları saymazsak iyi iş çıkartıyorum. Hatta iyi iş çıkartıyoruz: Gövdem, kafatasım, dişlerim ve hâlâ düşünebilen ben.

Başımla ileri geri ittirerek kapıyı aralıyor ve bedenimi dışarıya çekmeyi başarıyorum. Artık biliyorum. Birkaç saate ya kafatasım ya gövdem ya da daha küçük bir uzvum yok olacak ama geri kalanım muhakkak ki bulunacak. Apartman boşluğuna düşen sesimin yankısını zihnimde duyuyorum: Cogito, ergo sum!

Biliyorum, varım. Varlığım, kesinlikle anlaşılacak.


[1] Düşünüyorum, öyleyse varım. (Lat.)


Editör: Mete Karagöl

Gaye Keskin
Latest posts by Gaye Keskin (see all)
Visited 22 times, 1 visit(s) today
Close