Yürüyüşünde bile gülünç bir yanın bulunduğu düşüncesiyle yürüyor, böylece daha da yalpalıyordu yürürken. Kaşlarını ise ne yapması gerektiğini bilemediği için çatıyordu. Başı öne eğik olduğu içinse bunu görebilen pek çıkmıyordu. Görebilen birkaç kişi ise buna bir anlam veremiyor, olsa olsa gülüp geçiyorlardı.

Tekin Çam, böylesi bir maskaralığa öyle pek katlanacak biri değildi ancak dışarı çıkması için bu kez bir zorunluluğu bulunuyordu. Günlük gereksinimleri için çarşıya gönderecek birini bir biçimde buluyordu ancak bu kez, tüm bunların ötesinde bir gereksinimini karşılamak olanağı bulmuştu. Yirmi yedi yaşındaydı ve ilk kez bir kadın ile bir araya gelebileceğini umut etmişti. Bu yüzden dışarı çıkmış, tüm bu sıkıntıyı göğüslemeyi başarmış, üstüne bir de kadının yanına gidebilecek yürekliliği son ana kadar göstermişti. Sokağında onu az çok tanıyan bir kişi bile bu denlisine kalkışacağına olanak vermezdi, eğer kendilerine danışılsaydı.

Uzun bir yolculuk sonunda vardığı yer, kentin en göz alıcı ancak en gürültülü köşelerinden biriydi. Marmaris, sahil boyunca yaşattığı sessizliğin yanı sıra, gece kulüplerinin bulunduğu noktalarda insanı sağır etmek istercesine yükselen şiddetli sesiyle de bir seçim şansı sunuyordu konuklarına. Burada, bu gece kulüplerinin görkemine kapılıp her an bir kavganın veya ani bir sevişme olanağının ayaklarınıza geleceği ya da sahilin sessiz köşelerinde tüm bunları geniş bir zamana yayacağınız bir gece geçirebiliyordunuz. Tüm bunları geri çevirip iç yakıcı, sıkıntı verici bir gece geçirmek de zor değildi. Yalnızca buraya bir başınıza gelmek ve tüm gece başınızı öne eğmek yeterliydi bunun için.

İnsanların, beton zeminde oturup öylece denizi izlemeye koyuldukları bir noktadan geçerken, Tekin Çam’ın içindeki coşku büyüyüverdi. Buna bir de büyük bir korku eşlik etti. Burada, hiç farkında olmadan en bayağı yanını sergileyebileceği bu yerde, görüşeceği kadın bulunuyor ve kendisini görebilecek bir açıda duruyor olabilirdi. Bir kez, yıllar öncesinde böylesini yaşamış ve burnunun temizliğini bulduğu bir ayna aracılığıyla kontrol etmek isterken, görüşeceği kadının kendisini izliyor olduğunu görmüştü. Bu oldukça bayağı görüntü, kadının kendisinden hoşlanıyor olması ile tolere edilmişti ancak Tekin Çam için bunun tolere edilecek hiçbir yanı yoktu ve ne kadar bağışlanırsa bağışlansın, bu bayağılığını kendisi bir türlü unutamıyordu. 

Birasını yudumlamakta olan kır sakallı, yüzü epey yanmış, kısa sakallarının aklığı bu yüzden gölgede kalmış bir adam, gözlerinin içine dikkatle bakmaya başladı. Bu adamın, ilerlemiş yaşına karşın oldukça dinç bir görünümü vardı. Bu açıdan insanı şaşırtacak özellikteydi. Ne kadar fazla içtiğini belli eden, kendinden geçmiş bir tavır ve ses tonuyla zavallı genç adama seslendi. Yıllar öncesinin korkusunu içinde taşıyan Tekin Çam, bu Hemingway kılıklı ihtiyarı görmezden gelmek istemiş olsa da sonunda kendisini bıraktı, bakışlarını karşılık verdiğini gösterir bir biçimde bu ihtiyara yöneltti. Şöyle söylüyordu ihtiyar:

“Hey! Genç adam! Manitaya gidiyorsun değil mi? Güzel hatunsa sakın kaçırma!”

Zavallı genç, buna nasıl bir karşılık vereceğini bilemeden, öylece bakıyordu ki ikinci bir atış daha geldi.

“Bak bana! Karta kaçtım. Hiçbir karı da bakmaz artık yüzüme. Vaktinde buldun, buldun! Kaçırma!”

Esriğin tekiyle uğraşmak yersiz olacaktı. Bu yüzden genç adam, gülüp geçmeyi yeğledi. Yoluna devam etti. Yine bir korku çöktü içine. Bu bayağı sözlere ve karşılığında sunduğu tiksinti verici gülümsemeye, birazdan görüşeceği genç kadının tanıklık etmiş olabileceğinden ötürü tedirgindi. Olası bir yıkımın kendisini olsa olsa önceki, henüz pek de uzaklaşmadığı yaşantısına geri götüreceğini düşünmekte buldu avuntuyu. Aldırış etmeksizin yürüdü. Sonunda, genç kadının kendisini sözleştikleri bir kafede beklediğini gördü. Biraz olsun yatışmıştı bununla. Oysa buluşmanın heyecanı ile dolup taşacaktı içi. Bunun böyle olmadığını görmek canını sıkmıştı. Takıntı dolu düşüncelerinin iyice denetimden çıkmış olmasına hayıflanarak geçti kadının karşısına. Yalnızca bu yüzden, bu hoş kadının karşısında bulunmanın vereceği neşeyi yeterince yaşayamamıştı.

Yirmi yedisindeydi kadın. Tıpkı karşısındaki gibi. Güzel sayılabilecek bir yüzü vardı. Lüle saçları göğüslerine kadar düşüyor, hoş bir görüntü oluşturuyorlardı. Ayrıca kadının bembeyaz yüzünde bir ilginçlik, bir olağandışılık seziliyordu. Gözleri yüzüne sonradan eklenmiş gibiydi. Tombul denemeyecek ancak belli belirsiz bir dolgunluğu olan yanakları, yüzünü daha sevecen, daha güzel kılıyordu. Yüzündeki ilginçlik şuydu ki; kendinizi bu kadının yerine koymanız, bu kadının da sizin gibi bir yaşayış sürebildiğine inanmanız oldukça zorlaşıyordu bu yüz karşısında. Bu durum, ileri düzeyde bir güzellikten kaynaklanmıyordu. Az önce de belirttiğimiz gibi kendisi güzel değil, olsa olsa güzel sayılabilecek bir kadındı. Yüzünden ise bir yapaylık seziliyordu. Gören, bu kadının yüzünün yakınlarınca nasıl olup da hatırlanabildiğine şaşacak olurdu. Böyle bir yüzü vardı kadının. Ortadan biraz uzun boyluydu. Ölçüsünde, yine de zayıf denebilecek bir kilodaydı.

Tekin, yerinden kalkmış olan kadına elini uzattı. Ardından tokalaştılar. Yerlerine oturdular. Birbirlerini daha önce görmüşlerdi ancak bu kez, bunun ayrı bir anlamı olduğunun bilinciyle heyecan içindeydiler. Daha önce karşılaşmamış olmaları, bu heyecanı kuşkusuz azaltacak olurdu. İkisi de bundan hoşnuttular ve birbirlerindeki bu hoşnutluğun farkındaydılar ancak ikisi de belki böyle olmasını arzu ettiklerinden, heyecanı elden bırakmıyorlardı. Oysa şimdilik, tedirginlik duymaları gereken hiçbir şey bulunmuyordu.

“Dün bunu soramadım. Adınız nedir acaba? ”

“Damla. Ya sizin?”

“Tekin. Geciktiğim için üzgünüm!”

Bunun tanışmış olmak için yeterli gelmeyeceği açıktı. Ötekiler tarafından hangi sözcük kullanılarak çağrıldıklarını öğrenmenin birbirlerini tanımaya pek de büyük bir yararı dokunmayacaktı. Öğrenilmesi, karşılaşılması gerekli olan pek çok yönü bulunuyordu her ikisinin de. İnsan oldukları düşünüldüğünde, bu tanışma çabalarının tamamen sonuç vermesi beklenemezdi ancak kimse de yalnız ölmeyi kolayca göğüsleyecek durumda değildi. Öyle ya da böyle, herkesin bir biçimde yarım kalması kaçınılmaz olan bir tanışma süreciyle yetinmesi gerekiyordu.

Sözü devam ettiren, Damla Yılmaz oldu. Genç adam, az önce karşılaştığı Hemingway kılıklı ihtiyara pek benziyordu. İkisi de bilinçlerini yitirmiş durumdaydılar. Hemingway’in işi kolaydı. Sahilde, bir başına içmekten daha risksiz ne olabilirdi? Oysa Tekin Çam’ın esrikliği, içkiden değil sevilebilme olasılığından ileri geliyordu. Bu olasılık, her an yakışık almayacak bir iş yapacağına ilişkin bir korku doğuruyor ve böylelikle içini yakıyordu. Bu durum karşısında eli kolu bağlanıyor, denetim altında tutmaya çalıştığı zihni, aşırı denetimden ötürü kendinden geçiyordu. Üstelik böylece kös kös oturmanın hiçbir işe yaramayacağını, kendisini gülünç duruma düşüreceğini unutuyordu. Böylesi de bir tür esriklik sayılırdı. Tekin Çam, uzun yıllar sonunda karşısına çıkan bu ürkek olasılığı kendisine sanki bir ezgi yoluyla ileten bu konuşmayı dinliyor, bir yandan da Hemingway ile birlikte bütün risklerden uzak, yalnızca biraz bira içiyor olmayı düşlüyordu.

“İnanın, sorun değil. Muğla’dan geldiğinizi biliyorum, yani orada karşılaşmıştık. Ne olsa, uzun yoldan geldiniz. Burayı bulmakta zorluk çekeceğinizi düşünmüştüm.”

“Pek bilinen bir yer değil sanırım.”

Sanırım sözcüğü açık bir biçimde gösteriyordu ki, kendisi yalnızca bu pek bilinmeyen yeri değil, tüm ilçeyi tanımıyordu. Burayı tanımayanın kendisi değil, ilçede yaşayanlar olduğunu söylemiş bulunmuştu bununla. Tüm bunların hiçbir önemi yoktu. Örneğin Damla Yılmaz’ın, böyle bir düşünceyi aklından bile geçirmediğini, bunu anlayış eksikliğinden değil, önem verilmemesi gereken bu düşünceye kesinlikle önem vermediğinden yaptığını açıkça söyleyebiliriz. Ancak bu genç adam için kuşkuların ardı arkası kesilmiyor, Damla için yalnızca ilginç kaçmasıyla dikkat çeken bu sözler, kendisinin gülünç bir durumda olduğunu düşünmesine neden oluyordu. Açıkça paylaşılamayacak, bu yüzden de bir çözümü bulunamayacak olan bu sığ düşünce ya da doğru bir deyişle takıntı, bir tek sözcüğü büyüttükçe büyütüyordu.

“Öyle. Sessiz olduğu için de hoşuma gidiyor. Tüm günün gürültüsü, koşuşturması üzerine burada bulabileceğim başka bir köşe yok. Siz daha şanslısınız. Kent merkezi daha sessizdir buradan.”

“Evet ancak orada da insan yaşıyor. Hiç de az değiller. -İçten gelen ancak görünmekte zorlanan bir gülümseme ile devam etti.- Bu arada, ne iş yapıyorsunuz?”

“Y… Lisesi’nde Matematik öğretmeniyim. Ya siz?”

“Benim bir işim yok. İşsiz de değilim ancak. Ne diyorum böyle? Açıkçası yazarlık yaparım. Ancak tutup öylece ‘Ben yazarım.’ demek zor geliyor insana. Yıllardan beri alışamadım buna. Birine yazar olduğumu söylediğimde, yazdıklarımı ortaya serip, ben şu gülünç olanlardan değilim diyemiyorum. Bu yüzden de utanıyorum başından bunu söylemeye.”

Ne de çok konuşmuştu böyle. Utanç duyuyordu şimdiden içine düşmüş olduğu bu durumdan ötürü. Oysa ne olsa, utanılacak işler yapmanın, yığınlardan uzak kaldığı geçmiş yılları göstermenin yolunu bir biçimde bulacaktı. Canını sıkıyor olan da tam olarak buydu. Herkesin, ne denli usandırıcı bir kimse olduğunu göstermek için belirli bir süresi bulunur önünde. Bu süre, kimileri için uzun, kimileri içinse oldukça kısa bir süredir. Bu, tıpkı bir çiftin sevişmelerinden duyacakları tadı belirleyen boşalma süresine benziyordu. Kendinizi ne denli erken sunacak olursanız, o denli usandırıyordunuz karşınızdakini. Damla Yılmaz açısından hoş görülebilir bir gevezelik anıydı bu. Ancak hoş görmesinin, görmezden gelmesinin bile bu gevezece tutumu hor gördüğünü, bundan hoşnut olmadığını gösteren bir yanı vardı. Tekin, tüm bunların -yaşadığı şu derin utanç dışında- bilincinde değildi. Uzunca sözlerine verilen yanıtı ilgiyle dinliyordu.

“Bana kalırsa, her ne iş yapıyorsanız bunu açıkça söylemenizde yarar var.”

Tüm usancına karşın oldukça yerinde bir yanıt olmuştu bu. Tekin, bu sözler karşısında oldukça etkilenmişe benziyordu. Bir süredir hiç umulmadık biçimde gevezelik etmiş olan bu adamın, bu sözler karşısında konuşamamış, doğru düzgün bir yanıt verememiş olması da bunu kanıtlıyordu. “Evet. Öyle.” diyebilmişti yalnızca. Sesindeki çekingenliğe bakılırsa, pek de öyle olduğunu düşünüyor değildi. Damla, bu sırada sözlerine ekleme yapma olanağı buldu.

“Söylemek, açıklamak yerine işinizi nasıl yaptığınızı göstermelisiniz. İnsanın işi, yaşayışına etki eder.”

Hoş sözcükler duyuyordu kendi adına. Ne var ki, buraya yapılan işlerin yaşam biçimleri üzerindeki etkisinden söz etmek için gelmemişti. Kuşkusuz, bunları konuşmak hoşuna gidiyordu ancak bir yandan da daha ilk buluşmada böyle bir konu açmış olmaktan ötürü de canı sıkılıyordu. Kadının; bu ilk anlarda, kendisini böyle bir konuşmanın içine kattığı ve aşktan, kendi yaşamlarından ya da sevişmek için gerekli olan kur yapmalardan başka, bambaşka bir sorun üzerine eğildiği için kendisine içinden sövgüler yağdırdığını düşünüyordu. Yanılıyor da sayılmazdı ancak bir kez, nasıl kur yapılırsa, bu çiftleşme anları o yolda ilerliyor, bazen sırf bu yüzden gerçekleşemiyordu. Yine de konuşmanın yönünü değiştirmekte yarar görüyordu Tekin.

“Doğru söylüyorsunuz. Kız kardeşime kendimi bu yolla açıklamayı dilerdim. -Damla’nın sorar bakışlarını gördü.- Evet, bir kız kardeşim var. Yirmi oldu geçtiğimiz ay. Görseniz, öyle güzel ki! Yalnız, beni pek anladığını söyleyemem. Kim bilir! Belki de anlaşılacak türden bir yaşayış değildir benimki. Avukat olacak. Tüm bu yazma çizme işleriyle kendime yazık ettiğimi düşünüyor. Ona göre kariyer yapmamakla aptallık etmişim.”

“Yakınlarımız kimi kez böyle acımasız olabiliyorlar.”

“Tüm bu öğütlerinin beni yolumdan çevirmediğini, daha çok yazmaya ittiğini görecek olursa öfkeden çıldıracaktır.”

Gülüştüler. Az sonra garson geldi. Birer kahve söylediler. Ardından bu her yanı gülünç, utanç verici kokular taşıyan konuşmaları, buna benzer pek çok boş söz ile devam etti. Bir saatin sonunda kalktıklarında, aralarındaki yakınlığın ölçüsünün ve bundan sonra ne gibi bir yön izleyeceğinin belirleyicisi olacak anlar yaşanacaktı. İkisi de bunun bilincindeydi. Ancak hayvani yönlerini unutmuş olan insanlığın her bir parçası gibi onlar da bilincinde oldukları bu gerçeği, kafalarının içinden geçen bir düşünceye çeviremiyor, bu görüşmenin son anlarının taşıdığı etkiyi doğru düzgün kavrayamadan, bu anların içine düşüyorlardı. Yine de istemeden, ellerinde olmaksızın gösteriyorlardı bu hayvani yönlerini. Bir erkek kuşun, çılgınlar gibi dans ettikten sonra dişinin onayını alıp almadığı üzerine, o yaşamının en heyecan dolu bekleyişi, burada da karşımıza çıkıyordu. Bu kez, gizli bir anlaşma halini almıştı bu. Uygulayıcılar bile kendilerinden gizliyordu bunu. İnsan gibi, uygarlığın yükselişine yaraşır, kafalarının içindeki bir süzgeç yardımıyla seçim yaptıklarını düşünüyorlardı ancak olup biten oldukça net, anlaşılırdı. Erkek çılgınlar gibi dans etmiş, dişi ise bunu hoş bulmamıştı. Bundan böyle hiçbir güç, bu erkeğin kolayca soyunu devam ettirebileceği bir şans daha sunamayacaktı ona.

Damla Yılmaz, yerinden kalktı. Yüzü buruşmuştu usançtan. Tekin, kendisine eşlik etmek istedi. Kısa bir sürede bu adamdan kurtulmanın bir yolunu buldu kadın ve doğruca evinini yolunu tuttu.

Tekin Çam, çok kısa bir süre içerisinde, yalnız yürümeye başladığının daha ilk anlarında anladı geri çevrildiğini. İçinde bir burukluk duydu. İlk büyük sakarlığını yapmış bir çocuğa benziyordu. Özür dilemek istiyor ancak çevresinde özür dilenecek tek bir varlık bulamıyordu.

Varol Mengüverdi
Latest posts by Varol Mengüverdi (see all)
Visited 8 times, 1 visit(s) today
Close