Yazar: 11:30 Anlatı

Tanrıdan Şeker Çalmak

Saklambaç oynarken mahalledeki büyük incir ağacının altına saklanırdım. Ne kadar ararlarsa arasınlar bulan olmazdı. Yeşil yapraklarının örttüğü kalın gövdesi kırmızı renkli apartmanın duvarına yaslanıyordu. Ancak duvar ve ağaç arasında küçük bir boşluk vardı. Bir çocuğun rahatlıkla sığabileceği ancak yetişkinler için dar bir boşluk. Orası, ailemden, arkadaşlarımdan, sorumluluklarımdan, sakladığım gizli bir yuvaydı. Okuldan döndüğüm zaman, çantamı eve bırakır, üstümü değiştirmeden sokağa atardım kendimi. Baharları yaprakları mahallenin dar sokağını kaplayan incir ağacın altında karanlık çökene kadar oyun oynardım. Hafta sonları sabah dokuzdan öğle namazına kadar mahallenin çocuklarıyla camiye gider pek kıymetli imam Mahmut abiden Kur’an dersi alırdık. İşte o zaman özlerdim sokağı, ağacın altında yalnız başıma oturmayı. Öteki çocuklar, imam ne vakit mola verse sahte bir kavgaya tutuşur, caminin yumuşak halıları üstünde günün sıkıcılığının üstüne fırça çekerlerdi. Ben ise çocuklara has mutluluktan yoksundum. Ağaçları, yalnızlığı, toprağı severdim. Evet, yalnızlığı severdim itiraf etmeliyim artık yalnızlığı sevmeyi çok özlüyorum. 

Hafta sonu caminin avlusunda imam, bize bir yarışmadan söz etti. En güzel Kur’an okuyana hediye verecekti. Bu çocukların ilgisini çekti, mutlu oldular ve gözlerinde bir meydan okuma görmek zor değildi. Daha ilk andan içten içe kaybettiğimi anlamıştım “İşte yine bir yarışma, beni diğerlerinin arkasına itecek, küçücük bedenlerimize işkence edecek, bir ufaklık sevinirken diğerleri onun adına görünürde sevinip yüreklerinde alevlenen nefretle bir sonraki sefere onu alaşağı etmenin yollarını düşünecekleri adi ama olağan bir yarışma”. Tüm bunlara rağmen imam efendiden nefret ettiğim yoktu. Bizi ne denli sevdiğini herkes biliyordu. Hafta sonu kurslarından sonra çocuklara dağıttığı şekerlerin tadını şimdi bile unutamıyor. Onun yanında kendimizi güvende hisseder, onun yanında huzur bulurduk. Bizim için bir imam değil abi gibiydi. 

Fakat sonbaharlar ne kadar acıdır, insan farkına varamıyor. Düşen her yaprak bir çocuğun düşü, kırılan her dal bir kalp ve çürüyen her ağaç hayatın sonunu simgeler. Aslında sonbahar bir haykırış, beni derinden sarsan ancak insanları bir sinek kadar dahi rahatsız etmeyen bir haykırış. Şimdi bile sararmış yaprakları gördüğümde çığlıklarla süslenmiş şarkıları duyuyorum, eskiden korkuyla kulaklarımı kapatır hızla geçip giderdim yanlarından fakat artık dinliyorum, tıpkı bir senfoni dinler gibi. Huzurla değil acıyla atıyorum her adımımı çünkü biricik ağacımı kestikleri günü hatırlıyorum. 

Okulun bahçesinde otururken incir ağacının gölgesini hayal ediyordum. O gün, tanrı beni bir fidan yapsa da o güzel ağacın dibinde bitsem diye düşünüyordum. “İnsan olup yalnız kalmaktansa ağaç olup tek dostumla bir ömür geçirmeyi tercih ederim” diyordum. İnsanların büyüdükçe çocukken düşlediği şeylerin aptallığına şaşırdığını çok sık işittim. Ben ise çocukluğumla aynı hayali düşleyecek kadar çocuk kaldım. Fakat bir yanım o günü unutmak istiyor, bunu biliyorum, inkar edemem. 

Rüzgarlı bir cuma günü, mahallemden yarım saat uzaktaki ilk okulumdan çıkıp eve gidiyordum. Geç saate kadar derslerin sürdüğü, törenlerin, duyuruların yapıldığı cuma günü  her zaman işkence olmuştu. Ancak beni motive eden bir şeyler saklıyordum, bir sır. Sadece benim bildiğim, bir ağaç ve bir çocuğun arkadaşlığını içeren bir öyküm vardı. Evimin uzağında gri kaldırım taşlarının üstünde bir yaprak gördüm. Sarıya çalan ancak yeşilliğini henüz kaybetmemiş ağlayan bir yapraktı. Görmezden geldim, sonra bir kaç adım ötede bir yaprak daha ve bir tane daha. İnsanlar duymadı ancak kaldırım taşları fısıldadı bana, gülüyorlardı. Nefesim hızlandı, anlayamıyordum. Yerdeki yapraklara uzandım, yazık ki bunlar çok iyi tanıdığım bir incir ağacının yapraklarıydı. Başka ağaç olmalıydı değil mi? Mahallede benim güzel incir ağacımı sevmeyen yoktu. Evet, o olmazdı çünkü o kıymetli ağacın her şeyinden faydalanan mahalleli buna izin vermezdi. Derin derin nefes aldım, yolun sonuna doğru yürüdüm. Yapraklar seyrekleşti, kaldırım ve yol yeni süpürülmüştü, olan olmuştu anlaşılan. Boğazım düğümlendi, ağlamak istiyordum ama ağlayamadım şimdi tam karşımda güzel incir ağacım durmalıydı, fakat onun yerini kiremit rengi toprak almıştı. İçimde bir şeylerin kırıldığını hissettim ama kimseye söylemedim. Öylesine çaresizdim ki koşarak eve geldim, anneme sarıldım, ağladım, şaşırdılar ama anlamadılar. Yemek yediler, gece rahat rahat uyudular, ben uyumadım, içimde bir şeyde tanıdık olmayan bir yalnızlık hissettim. Sesler işittim, ağaçtan veya insandan gelmeyen seslerdi bunlar. O kötü kalpli kaldırımları bile korkutan tatlı ama tehlikeli bir sesti bu. Şeytan, küçük yüreğime nasihatler yağdırdı, beni masumiyet denizinden çıkarıp çocukların haylaz ve ürkütücü dünyasına bırakı. 

Uykusuz geçen gecenin ardından hafta sonu yine kurs için caminin avlusuna geldim. Usta ellerin şekil verdiği mermerlerin üstüne oturup düşünmek için çabaladım ama zavallı ve masum benin dün gece bu dünyadan göçüp gittiğinden henüz haberim yoktu. Ellerimi mermerin üstüne koydum, soğuktu. Üzerine ismimi yazma isteği doğdu içime ama yapmadım. Bu daha önce hiç hissetmediğim bir arzuydu. Beni ileriye iten, cesaretlendiren, yaramazlık olsa dahi yaptığımdan mutlu olacağım düşüncesiydi. Sıradan bir çocuk olmaya başladığımı ilk o an hissettim. İçimde köpürmeye ant içmiş o haz ne zaman beni bir adım atmaya teşvik etse güzel incir ağacım zihnimin bir köşesinde belirip beni hüzne boğuyor. Ağlamak, yalnız kalmak istiyorum, insanlardan uzakta, küçük bir kuyunun dibinde, tıpkı Hz. Yusuf gibi. 

Çocuklar ardımdan avluyu doldurmaya başladı, imam efendi gelmemişti henüz. Çocuklar caminin içine girip her zamanki gibi güreşe tutuştu, onlara katılma istedim ancak bedenim küçük, zayıf ve çelimsizdi. Kendimden nefret etmeye başladım, içimde tutuşan alev, onlarla savaşmamı ve her birini yenmemi söylüyordu. Ellerimi sıktım, bir köşeye geçip onları izledim. Mahmut efendi kapıda belirdi, çocukları iyice fırçaladı. İçlerinde olmadığım için sevinirim sanıyordum ama aksine hayatımda ilk defa kıskandım. Bir yetişkin tarafından azarlamak isteği, birileri tarafından fark edilmek ve kabul edilmek gibi geliyordu artık. Her şey bir günde oldu, her şey bir günde değişti. Yalnız kaldığını fark etmenin verdiği çaresizliğin bir çocuğu ne denli etkileyeceğini yetişkinler anlayamazdı. 

Kurs sona erdiğinde imam efendi her zamanki gibi minbere  sakladığı şeker kutusunu çıkardı. Herkese birer tane şeker verip kutuyu çıkardığı yere aynı şekilde özenle sakladı. Minberden inip bizi nasihatler eşliğinde eve yolladı. Ancak ben eve gitmek yerine camimin bahçesindeki kurumuş çınarın arkasına saklandım. Ağaç çok yaşlıydı, zavallı incir ağacımdan bile daha yaşlı. Ne zaman camiye gelsem ona incir ağacımdan selam getirirdim ama o cevap bile vermezdi. Şimdi arkasına saklanıyorum ama sebebini tam olarak anlayamıyordum. Ayaklarım beni bir şeyler yapmaya zorluyor, zihnim mücadele etmeyi kesmiş, başımın belaya girecek olması ihtimali ve bu gizem beni heyecanlandırıyordu. İmam efendi koca çınarın önünden geçerek camiden çıktı. Koca ağacın bir rüzgar gibi uğuldayarak beni ele vermesinden korktum. Fakat bir şey olmadı, ayaklarım yine isteğim dışında harekete geçti. Caminin içindeki ferah kokuyu ciğerlerime kadar çektim, adımlarım yavaşladı. Bu işin nereye varacağını merak ediyordum, en azından minberin merdivenlerine yaklaşana kadar. Ardından içine içe bir pişmanlık sarmaya başladı etrafımı ama sadece o değil aynı zamanda korku vardı ve utanç. İçimdeki ses her zamankinden daha yüksek çıkıyordu “Sorun değil, etrafına bak! Yapayalnızsın” ancak o bilmiyordu ama ben yalnız olmadığımızı pek âlâ biliyordum. Yalnız insanlar, kimsesiz ve karanlık bir odada bile yalnız olmadıklarını bilirler. İnsanların karanlıktan ve yalnızlıktan korkmasının asıl sebebi o varlıktır. Engel olamadığım bir şekilde merdivenleri çıkmaya başladım. Önce yavaşça ardından daha hızlı bir şekilde. Şeker kutusunun üzerinde yeşil bir bez amatörce koyulmuştu. Suçluluğun verdiği heyecanla etrafıma bakındım.  Ellerim titremeye başladı, terliyordum. Ani bir cesaretle şeker kutusuna elimi daldırdım ve bir tane şekeri aldığım gibi hızla cebime attım.  Kısa süreliğine olduğum yerde donup kaldım, sonunda harekete geçmiş ve bir şey yapmıştım. Zihnimin içinde sahibi olmadığım kelimeler dönüyordu “ Şimdi bir kere daha, bu sefer son”. Ellerimi şeker dolu kutuya tekrar uzatacağım sırada caminin kapısından gelen ayak sesleriyle irkildim. Kalbim hızla atmaya başladı, biri geliyordu. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum, bir kurtarıcı arar gibi etrafıma bakındım. Aklıma yeşil örtünün altına saklanmak geldi. Örtüye uzandım fakat bir parçasının arkaya sıralanmış kahverengi rahlelerin altında kaldığını fark edemedim. Rahleler devrildi, bense örtüye dolandım. Ayağım takıldı ve minberden aşağıya düştüm. Kısa süre havada asılı kalmanın verdiği heyecanla bir şey hissetmiyordum ancak çok geçmeden ayağından tarifi zor bir acı belirdi. Ardından zihnimi kapladı, gözyaşlarım benden izinsiz akıyor, hıçkırıklar arasında dün olduğum kişiyi özlüyordum. 

İmam efendi sesleri işitmiş olacak ki çok geçmeden başımda belirdi. Saçlarımı okşayıp, ayağıma bakıyordu. Yüzünde gördüğüm endişe, içimde tutuşan kabul edilme arzusunu tatmin etmiyordu. Bu istediğim şey değildi, başkalarını sırf kendi çocuksu eğlencelerim için üzmek, ne benim ne de zavallı incir ağacımın isteyeceği bir şeydi. İmam efendi biraz rahatlamıştı, yüzündeki endişe azaldı, bana “Allaha şükür kırık değil, burkulmuş sadece.” Biraz düşündü, ayağıma iyice bakıyordu. Annem bana hep çocukları koruyan meleklerden bahsederdi ama ben buna hiç inanmadım. Orada ayağım acı içindeyken bunun mümkün olup olmadığını kendime bir kere daha sordum. İmamın yaptığım şeyi çoktan anladığını düşündüm, alacağım cezayı göze alıp özür dileme isteği doğdu içime  “ Özür dilerim, hayatımda ilk defa böyle bir şey yaptım. Yemin ederim bir daha yapmam.” İmam bana hiç bakmadı bile önce sustu, bir kaç dakika sessizlik oldu, sonra güzel bir ses tonuyla şöyle dedi: “Benden özür dilemene gerek yok evladım, seni tanıyorum.” Biraz şaşırdım, elimde olmadan konuşmaya başladım “Ama.. Ama ben çaldım, ceza vermeyecek misiniz?” İlk defa gözlerimin içine baktı “Benim bir şeyimi çalmadın, burada bulunan her şey Allah’ın, sence ondan bir şey çalmak mümkün mü?” Bir şey anlamamıştım, cevap veremedim. Sebepsiz bir hüzün doldu içime, iki gün önce bir ağacım vardı, dünyadaki tüm ağaçlardan daha güzel. Bir dostum vardı, kimsenin sahip olamayacağı bir dosttu. Ancak ya şimdi, sadece çalınmış bir şekerim vardı, hem de tanrıdan çalınmış. Hüzün yüzümden okunmuş olacak ki imam efendi beni teselli etti “Merak etme, Allah çocukları sever, korur ve affeder, içinde kuşku kalmasın. Ayrıca kendini yalnızda hissetme, çünkü Allah, çocukların en büyük dostudur. Çocuklara doğayla, meleklerle ve duygularla dostluk eder. Anladın mı evladım” başımı sallayarak dediklerini onayladım, fakat içimden dost kelimesini düşündüm, acaba mümkün müydü? Yıllardır gölgesine sığındığım ağaç asıl dostumun bir tezahürü müydü? Bunlar çözülmesi zor birer bilmece gibi geliyordu bana.

İmam efendi beni sağlık ocağına götürdü, başımda bekledi. Aileme çoktan haber vermişti, onlara olayı izah etme konusunda bana yardım edeceğini düşünmüyordum, benim için yaptıklarını unutamam. Odada ayağındaki alçıyla yalnız kaldığım sırada cebimde duran şeker aklıma geldi, içinde bulunduğum şu acınası durumun meyvesi. Ancak yine aynı şeker sayesinde zihnimin bir köşesinde birine karşı, biricik incir ağacıma beslediğim dostluktan çok daha büyük bir dostluğun yeşerdiğini hissediyordum. Şekeri çıkardım, çok düşünmeden ağzıma attım, sihirli bir şey olmadı, tadı her zamankinin aynısıydı. 

Fahrettin Çin
Latest posts by Fahrettin Çin (see all)
Visited 6 times, 1 visit(s) today
Close