Yazar: 12:53 Öykü

Tütün Çiçeği

Kızı Naime, “İçme artık şu zıkkımı bubaaa” diye evin içinden seslendiğinde avluda hasır yastıkların, minderlerin olduğu bir sedirde nasırlı parmaklarının arasına sıkıştırdığı sarma sigarasını avurtlarında iki derin çukur oluşuncaya kadar içine çekti, İlyas Dede. 

“Karışma gız sen benim işime, senelerdir biz bu canına yandığımın işinin içindeyiz,” dedi öksürerek.

Radyonun cızırtılı sesi canını sıktı. 

“Naime gızımmmm! Şu zımbırtıyı kapat. Ben de azcık şöle dolanıp gelcem. Kahveye falan giderim,” dedi.

Cebinden köstekli saatini çıkarıp baktığında ikindi ezanı okundu okunacaktı ki, abdestini de tazeleyip sonra evden çıkmanın daha münasip olacağını düşündü. İlyas Dede ölümün her an her yerde insanı yakalayabileceğini inanırdı ki, bundandır abdestsiz sokağa tek adımını atmazdı. Tabii artık böyle düşünmesinde ilerleyen yaşının, hayatın omuzlarına yüklediği ağırlığın, ağrıyan dizlerinin ve yaşadığı ya da yaşayamadığı kalbine adeta deve gibi çöken bir geçmiş zaman hikayesinin tüm hücrelerinde bıraktığı derin yaralarının olmasıydı belki de. Eline geçirdiği bastonu onun elinden tutan son dayanaktı. Bastonundan güç alarak besmele çekip kalktı oturduğu sedirden. Ve ağır ağır yürüyerek avlunun bir köşesindeki musluğa doğru yöneldi. Tam elli yıl olmuştu. Bu evi kendi elleriyle ve rahmetli eşi Fikriye’nin yardımıyla yapalı. Senelerin adı vardı. Tek geçim kaynaklarıydı tütüncülük, o zamanlar. Ne doyurur ne de aç bırakırdı insanı. Ama köy yeri değil mi? Herkes bir diğerinin deliğini kapamaya çalışır, sen elindekini olmayana verirsin, o da elindekini sana verir. Bir şekilde borç-harç halletmişlerdi işlerini. Bir an durdu ve baston tutmadığı sağ eliyle belini hafifçe doğrulttu. Yorulmuştu. Derin bir nefes aldı. İçine çektiği temiz hava ciğerlerini genişletip göğsünü şişirdiğinde, gençlik yıllarında olduğu gibi üç adımda musluğa varabileceğini hayal etti. Fakat bu sadece hayalden öteye gidemezdi. Hangi akla hizmet taaa avlunun diğer ucuna konduruvermişti musluğu. Gençlik yıllarında düşünülmüyordu böyle şeyler. Her şeyin kıymeti kocayınca anlaşılırdı. Heeyyy gidinin Ellez’i dedi kendi kendine. Daha dün gibiydi. Sabah ezanı okunmadan eşeklere yükledikleri tütün kelterlerini tarladan eve getirirlerdi. Çoluk çocuk yarı uykulu, yarı uyanık avlunun içine yayılır, tütün çizerlerdi şişlere. Tütün çizilecek şişler tükenince bu sefer İlyas şişlerdeki tütünleri kargılara bağlanmış iplere geçirip gırmandal denen iki tarafı telli düzeneğe kurumaları için asardı. Bundan sonrası ise balya yaptırıp son olarak da köye gelen tüccarlara satmaktı. Senelerce biteviye devam etti bu işler. Senelerce tütün tetirli elleriyle ağızlarına koydukları her lokmada tütünün zehrini akıtmışlardı midelerine. Tütüncülükten elde ettiği gelirle kurmuştu yuvasını. Hatta çocuklarının yuvalarını da… Kızı Naime’yi telli duvaklı evin ahşap merdivenlerinden indirirken yaşadığı hüzünle karışık mutluluk halleri geldi bir anda gözünün önüne. Ne zaman büyümüştü bu kız da gelinlik çağına gelmişti? Daha dün gibiydi elindeki bez bebeğiyle avluda işte tam da orada, merdivenin altında her zamanki gibi evcilik oynamıyor muydu? Zaman su gibi akmıştı. Biricik kızı, iki gözünün çiçeği ne hayallerle evlenmişti de hayırsız damadı Mehmet, Naime’ nin kısır olduğunu, onu zürriyetsiz bırakacağını düşünüp kapının önüne koyuvermişti zavallıcığı. Baba yüreği nasıl katlanırdı şimdi? Elbette baba ocağı sonuna kadar açıktı Naime’ ye. Fikriye Hanım da Hakk’ın rahmetine kavuşunca evi çekip çevirecek tek kişi olarak Naime yüklenmişti bu işi. Ara ara sigara içmesine karışsa da iyi mizaçlı, naif bir kızdı Naime. Bu özelliklerini anacığından almıştı. İyi huylu, iyi kalpli Fikriye’si evin alt katındaki ekmek evinde ocaktaki ateşin yalını vururken yüzüne yokluk varlık belli etmeden ne de lezzetli yemekler pişirirdi. Fikriye’nin yufka açtığı, bazlama, gözleme yaptığı bütün ailenin hatta komşuların dahi karnının doyduğu günler geçti gözlerinin önünden. Burnuna hafif bir ekmek kokusu çaldı. Bak işte orada, iki zeytin ağacının arasında yenice asılmış çamaşırların sabun kokuları arasında oğulları Yusuf ve Hasan birbirlerini ebelemek için seğirtiyorlardı. Fikriye’nin “Çekilin ordan haylazlar! Daha yeni yıkadım onları.” diye azarlayan sesini duyar gibi oldu. Yüzüne bir tebessüm yerleştirdi. Hafifçe kafasını iki yana salladı. Artık azıcık da olsa dinlenmişti. Ha gayret! Birkaç adımda musluğa varmak için adımını attığı o an radyodan gelen o sesle mıhlandı olduğu yere. 

Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldayım, gidiyorum gündüz gece…

Artık kıpırdayamıyordu. Tüm vücudu kaskatı kesilmişti. Sadece gözlerinden istem dışı sicim gibi boşalan gözyaşlarıydı hareket eden. Bu türkü ona yıllar yılı öncesini hatırlattı. Yüreğinin üzerinde oturan deve kalktı sanki bir an. Kalbi hızla atmaya başladı. Sanki yerinden çıkıverip, bir kuş olup uçup gidiverecek gibi. Bazı yaşanmışlıklar vardı ki geçmişte, bunun için ayakların koşmaya mecal bulamasa da yüreğin koşturuverirdi o günlere.

“Her şeyi hatırladın da beni unuttun mu yoksa İlyas,” diye fısıldadı çal karası, üzüm gözlüsü Iraz’ı.

Dizlerinin bağı çözülüverdi aniden. Olduğu yere yığıldı. Bir an kendine geldiğinde yeleğinin iç cebindeki tabakasından çıkardığı bir sigara yakmayı denedi. Dudaklarının arasında yerleştirdiği sigarayı, titreyen elleriyle, titrek bir ateşle buluşturdu. Sigarasının dumanıydı şimdi geçmişe yolculuk yapan. Alnındaki derinleşen çizgiler daha da belirginleşti. Kalbi bir kuş olup konuvermişti Çökelez Dağı’nın zirvesine. Bu dağın efsanesini ona ilk anlatan, kendisine de İlyas ismini veren Murtaza dedesiydi. İnsanlara verilen isimler aynı zamanda kaderleri mi olurdu? Bunu, o efsaneyi dedesinden dinleyince anladı. Murtaza dede gelenek göreneklerini yaşatmaya çalışan ehil bir insandı. Bu civarda yaşayan insanlar zamanında onu çok sevip saydığından bir çok kişi çocuğuna, torununa onun ismini vermişti. Belki de ona özendiklerinden çocuklarının da onun gibi sevilen sayılan birisi olmasını istediklerinden. Lakin Murtaza dede, torununa kendi ismini vermeyip, İlyas ismini okumuştu kulağına. Murtaza dede, torununa İlyas demez, ‘Ellez’ diye hitap ederdi hep. Ne İlyas ne de bir başkası “Neden Ellez?” diye sormadı hiç.

Dedesiyle İlyas arasında oluşan bağ, ne anası ne de babasıyla oluştu. Dedesinin ondaki yeri bambaşkaydı. Babası ile anası can suyunu vermişlerdi. Anası karnında, kucağında, sırtında taşımıştı. Dedesi ise dizlerinin dibinde, gözünden sakınarak büyütmüştü İlyas’ı. Anası karnını doyururken, dedesi ruhunu doyurmuştu. İlk adımını atması için tahtadan üç tekerli yürüteç yapıveren yine dedesiydi. Çocukluk yıllarında bilmediği, merak ettiği birçok şeyi öğrenmişti dedesinden. Mesela, kuzuların sürünün içinde kendi annelerini nasıl bulduklarını öğrenmişti bir defasında. Zeytin ağaçlarının bir sene çok verim verip, diğer sene dinlenmeye çekildiklerini de öğrenmişti.  Meraklı ve sorgulayan gözlerle “Dedeeee! Zeytin ağaçları da insanlar gibi yorulur mu yani?” dediğinde yaşlı adamın içten gülüşü yüzüne dağılmış, mutluluk kavramı gözlerinin iki yanındaki ince çizgilere oturuvermişti. İlyas bu yaşlı adamın ne kadar çok şey bildiğini, adeta yolunu aydınlatan bir rehber, Allah tarafından kendisine ihsan edilen koruyucu bir melek olduğuna inandırırdı kendini. Öyle ki bu yaşlı adamın, bu dünyanın her türlü işini bildiği gibi namazlardan sonra okuduğu dualarda diğer alemlerden birileriyle fısıldaşarak irtibat kurduğunu düşünürdü. Her perşembe gecesi odasına çekilir, diz çöküp önüne oturduğu rahlesinde bir takım ileri geri salınımlar eşliğinde musaf okurdu. Onun güzel sesinden dinlediği bu esrarengiz melodinin gizemine kapılırdı İlyas. Bir keresinde bazen gırtlaktan, bazen genizden çıkartılan bu içli seslerin ne anlama geldiğini sormuştu dedesine.

Dedesi, “İyi bir insan olmanın ulviyetini, iyi olanın bu dünyada olduğu gibi öbür dünyada da mükafatını alacağını söyler. Kötülük edenlerin her iki dünyada da yerinin olmadığını, kalbi temiz, imanı kuvvetli olanın daha bu dünyada cennetini yaşamaya başladığını anlatır,” demişti. 

Yazları bir yandan tütün işleri devam ederken ezan vakitleri dedesiyle abdest alırlar birlikte vakit namazlarını eda ederlerdi. İçlerine düşen derin huşu, göz göze geldiklerinde parıltıya dönüşürdü. Vakit buldukça da dedesinden Kur’an-ı Kerim’i tecvitli okumayı öğrenmişti. Murtaza dede çok sevdiği torununun bu kadar zeki, çabuk öğrenen bir çocuk olmasıyla gurur duymuştu her zaman. Torununu tecrübeleriyle, nasihatleriyle en önemlisi de derin bir sevgiyle büyütmüştü.

Düşünülürse derince
Uzak görünür görünce 
Bir yol dakka miktarınca
Gidiyorum gündüz gece

Kimi zaman bir söz, kimi zaman bir resim, kimi zaman da yanık bir yürekten dökülen içli bir ses siluetine bürünür gezerdi geçmiş zaman. Ara ara belleğini yoklardı insanın canını acıta acıta. On sekiz yaşında bıyıkları yeni terlemiş delikanlı olduğu o hazin yaz geldi gözlerinin önüne. Tütünün ilk kırım vaktiydi. Kara gözleriydi Iraz’ın İlyas’ı yangınlara atan. Gönülden gönüle giden yolun seyyahları olmuşlardı. Bilemezlerdi ki gidilen her yol menzile ulaştırmaz. Kaderden öteye yol olmaz.

O yaz zorlu geçti İlyas için. Sevdiği kızın amansız bir hastalıkla ölümü ve dedesinin yatağa düşmesi İlyas’ı derinden etkiledi. Bir süre yemez içmez, insan içine çıkmaz oldu. Hasta yatağında yatan dedesi, İlyas’ı yanına çağırdı. Bu nur yüzlü ihtiyar adam, bir çocuk kadar kalmıştı yatağın içinde. İlyas onu böyle görmeye dayanamazdı ama “Fani dünyanın sahibi değiliz” demişti dedesi. “Her nefis bir gün ölümü tadacaktır.” der ayette. Bu sebepledir ki İlyas hiçbir zaman ölümden korkmadı. Dedesinin yanına diz çöküp yumuşacık pamuk ellerini, ellerinin arasına aldı. Murtaza dede hafifçe araladığı gözlerini kısarak elini tutan delikanlıya baktı. Sanki onu tanımıyormuş da kim olduğunu bir yerlerden çıkarmaya çalışıyor gibiydi yüzündeki ifade. 

“Dedeciğim, benim, Ellez,” dedi İlyas.

İlk kez bu kadar çaresiz hissetmişti kendini. Ağzından çıkan her kelime bir çakır diken tohumu gibi boğazını parçalayacakmışçasına. Derin nefes alırken burun delikleri genişliyor, gözlerinden dökülen yaşlar yanaklarında iki su oluğu oluşturuyordu. Murtaza dede yatağın içinde başını pencereye çevirdi. Gözlerini Çökelez Dağı’na doğru dikti. Bir süre bakışlarını dağın zirvesinden hiç ayırmadı. Sanki bir şeyler vardı dağın zirvesinde, sadece Murtaza dede’nin gördüğü. Ya da Azrail orada beklemekteydi Murtaza dede’yi. Derin bir sessizlik hâkim sürdü odanın içinde. Bu sessizliğin sebebini düşünmeye başladığı sırada, yaşlı adam konuşmaya başladı. 

“Ademoğlu her şeyi bilseydi, öleceği günü de bilirdi Ellezim. Hak Teala biz insanları her şeyi bilmek için yaratmadı ki. Zaten o vakit nasıl katlanırdık bu yükün ağırlığına. Allah taşıyabileceği zorluğu vermiş sevgili kullarına. Bunu kendilerine pay belleyip şükretsinler diye. Beden bir emanettir yüce yaradandan. Topraktan gelip yine toprağa döneriz. Şu Çökelez Dağı’nı görür müsün? Orada, dağın zirvesinde tek başına garip bir mezar vardır. Vakti zamanında gavur saldırısına uğrayan, topraklarını korumak için cengaverce savaşan, kopuk başını koltuğunun altına alıp düşmanı kovalarken can veren Ellez Komutan yatar orada. Arkadaşları, ‘Çök Ellez, Çök Ellez!’ diye bağırsalar da aslanlar gibi savaşıp, adına destanlar yazdırmıştır. Bu olaydan mütevellit Çökelez Dağı koymuşlardır bu haşmetli dağın adını. “

Terler boncuk boncuk olmuştu yaşlı adamın alnında, dili kurumuştu. İlyas ıslak bir pamukla dedesinin ağzını nemlendirdi.“Dedeciğim yorma kendini bu kadar, biraz dinlen.” dese de yaşlı adamın sözlerine ara vermeye niyeti yoktu.

“İnsan ölüm anında bile yaşadıkları değil yaşayamadıkları, bildikleri değil bilmedikleri için tasalanır. Bir tütün çiçeği güzelliğinin altında yatan yaprakları gibi bu dert içini zehirler insanın. 

Murtaza dede son nefesini verirken dahi İlyas’ın aklına yıllardır takılan sorularına da cevap olmuştu. Son nefesten bile çıkarılabilecek o kadar ders vardı ki…

Radyodan gelen sesle olduğu yere yığılıveren Koca İlyas, gözlerinden akan yaşlarla bakışlarını Çökelez Dağı’na çevirdi. Boğuk boğuk öksürürken aynı zamanda türküye mırıldanarak eşlik ediyordu. Bir elinde sigarası diğer elinde erken yaşta amansız hastalığa yakalanıp ölümün ayırdığı kabuk bağlamaz kalp yarası Iraz’ından kalan yegane mirası tütün çiçeği nakış işlemeli beyaz mendili ile türkünün son dörtlüğünü mırıldandı.

Şaşar Veysel iş bu hale
Gah ağlayan gâhi güle
Yetişmek için menzile
Gidiyorum gündüz gece

Mendili hafifçe burnuna götürüp yılların kokusunu çekti içine. Ardından gelen hırıltılı öksürükle nefesi kesilir gibi oldu. Mendili ağzına götürdüğünde taze birkaç damla kanın, tütün çiçeği işlemesinin üzerine damladığını fark etti. Uzaklardan birileri çağırıyordu. Gitme vakti gelmişti. Ilık bir esinti geldi dağın eteklerinden. Ağırlaşmış göz kapakları kapandı bir daha açılmamak üzere.

İlknur Kıvrak
Latest posts by İlknur Kıvrak (see all)
Visited 10 times, 1 visit(s) today
Close