Yazar: 11:39 Öykü

Susanlar Köyü

Sarı, mavi, kırmızı, mor…

Adak ağacının karşısına geçip rüzgâra teslim salınan çaputları izledi bir süre. Dallarına artık su yürümeyen, kuruyup kalmış ama kendisine emanet edilen dileklere sahip çıkmak istercesine dimdik ayaktaki ağaca yaklaştı. Yanında getirdiği çiçekli pazen parçasını dallardan birine astı. Esen rüzgârdan başka bir şey duyulmasa da Esme’ye göre çaputlar sessizce bağırıyordu yüreklerdekini. Ne dedikleri anlaşılmasa bile Susanlar Köyü’nde konuşmaya çalışan tek şey adak ağacındaki dilsiz çaputlardı. Köydekilere gelince… Onlar kimi vakit korktuklarından, çoğu vakit, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” dediklerinden, bir olay olduğunda susarlardı.

Kendi astığı çaput da diğerleriyle birlikte rüzgârda dalgalanırken Esme’nin de düşünceleri zihninde oradan oraya esip onu aylar öncesine götürdü…Çerçici Hasan epeydir hastaydı. Eklemlerini yiyip bitiren, kemiklerini ağrıtan hastalığı öylesine ilerlemişti ki çoğu sabah yataktan kalkarken bile zorlanıyordu. O günlerden birinde yaşı artık on dokuz olan oğluna, çerçi arabasını devretti. Yapacağı iş kolaydı Durali’nin. Minibüsten bozma araçla köyleri gezip öte beri satacaktı.

Esme, Durali’yi ilk kez o gün görmüştü. Kardeşlerine hırka örülecekti. Analığı, küçük kardeşi hasta olduğu için Esme’yi göndermiş, istediklerini alıp gelmesini söylemişti. Arabanın yanına vardığında, onu görür görmez eli ayağına dolanmıştı. Çerçi arabası köye gelip gittikçe, Esme ve Durali yakınlaşmış, bir süre sonra birbirlerinin hem aklına düşmüş hem kalplerine girmişlerdi.

Köydeki bir düğünde, arkadaşlarıyla birlikte masa altından gizlice içmişti Durali. Gözü düğünün yapıldığı meydandaydı ama Esme orada yoktu. Bir fırsatını yakalayıp, soluğu Esme’nin evinde almıştı. Kızın açık penceresinden içeri bir gölge gibi süzülmüştü. Niyeti sevdiğini iki dakika görüp bir kere öpüp gitmekti ama şişedeki gibi durmamıştı meret.

“Yapma! Yanarım,” demişti Esme.

Durmamış, duramamıştı Durali… Damarlarında dolanan kan alev almıştı da dermanı olan su Esme’deydi sanki. Önce dirense de Esme, kulağına fısıldanan, “Merak etme. Alırım seni. Nasılsa evleneceğiz,” sözlerini duyunca koyvermişti. Sıcak erkek eli bedeninde dolaştıkça bayılacak gibi olmuştu Esme. Odadaki hava bitmişti de nefessiz kalmıştı sanki.

Sevdiği ona, “Alırım seni,” dese bile ne zaman gelecekti anası babası istemeye? Yer döşeğinde ter içinde yan yana uzanırken Esme’yi bir korku sarmıştı. Yanında hem alkolün hem yorgunluğun etkisiyle baygın gibi yatan Durali’yi dürtüp “Ananla, babanla konuş. Bu hafta haber salın babama.” demişti.

Durali, başıyla onaylayınca içi rahatlamıştı Esme’nin. Düğündekiler dönmeden Durali, içeri süzüldüğü pencereden yine bir gölge gibi sessizce dışarı çıkarken onu izleyen Esme’nin bu kez de kalbi heyecandan hızla atmaya başlamıştı. Esme sevdiğiyle evlenecek, kendi yuvasını kuracaktı. Artık analığıyla didişmeyecek, kardeşlerinin kahrını, babasının  huysuzluğunu çekmek zorunda kalmayacaktı.

Günler geçmek bilmiyor, yüreği göğüs kafesine sığmıyordu Esme’nin. Durali, onu istetmiş, düğün tarihi belirlenmiş, hazırlıklar başlamıştı. Dileğini adak ağacına da asmıştı. Her şey yolundaydı.

Sarı, mavi, kırmızı, mor…

Rüzgârda dalgalanan çaputları epeyce izledikten sonra hiç olmadığı kadar mutlu olduğunu düşündü Esme. Korkuyordu bir taraftan. Anası göçüp gittikten sonra ona küsen talih ne olmuştu da tekrar gülmüştü? Mutluluk yolunu mu şaşırmıştı da Esme’nin hayatına girmişti?  Başını sağa sola salladı hızla, kafasındaki kötü düşüncelerin hepsini defetmeye niyetliydi. Eve doğru yürürken düğün öncesinde tamamlaması gereken eksiği gediği düşündü bir taraftan. Sonra kendi kendine, “Eksik olsa ne olur, tamamlanır elbet,” deyip üstünde durmadı. Mutluluğuna hiçbir şey gölge düşüremezdi.

Evin sokağına döndüğünde kalabalığı fark etti. Konu komşu neyse de muhtar gelmişti. Koşarak bahçeye girdi. O vakit öğrendi Durali’nin başına gelenleri, çerçi arabasının  yaptığı kazayı, sevdiğinin yitip gittiğini… Haber, öyle bir yakmıştı ki yüreğini hani eni konu kibriti çakıp bedenini ateşe verseler bu kadar acımazdı canı.

Kimse görmemişti Durali ölüp giderken. Nasıl olurdu da tarlalara, bahçelere bu kadar yakın yerde olan kazayı kimse görmezdi. Orada burada fısıldaşan insanlar jandarma gelince lal olmuşlardı. Herkes ağız birliği etmişçesine susuyordu. Kime sorsalar aldıkları tek cevap, “Görmedik, duymadık, bilmiyoruz,” oluyordu. Başlar öne eğiliyor, laf dolu ağızlar kapanıyordu.

Ahaliyi anlayamadığı gibi dilek ağacını da anlamıyordu Esme. O çaputları süs diye mi asmışlardı dallarına? Yerine gelmiyorsa dilekler, ne işe yarardı o kuru ağaç da o çaputlar da? Neye isyan edeceğini bilemedi. Kaderine de, Susanlar Köyü’ne de, adak ağacına da… Gelmişine de geçmişine de sayıp sövdü, ağladı dövündü günlerce… Haftalarca kendine gelemedi. Öyle hasta oldu ki yemeden içmeden kesildi, iki lokma zoraki yese bile içinde duramıyor, gerisin geriye çıkıyordu. Ayılıp, bayılıyor, ağlamaktan artık gözleri acıyordu. Bir süre sonra sadece o değil, ahali Esme’deki değişikliği fark etti. Esme’nin büyüyen karnını görenler konuşmaya başladı. Susanların ağızları Esme’ye gelince açıldı, kısa sürede köyün diline düştü.

Herkes onu kınasa da, günahkâr, ahlaksız ilan edilse de Esme’nin içini, içindeki ferahlattı. Sevdiğinden bir parça artık onunlaydı. Ama ne onun yaşadığı yerdekiler ne babası ne de analığı rahat vermezlerdi Esme’ye. Öyle de oldu. Doğum yapar yapmaz babası görücü getirdi eve. Gelen kişi tanıdıktı. Pusuda, avının köy ahalisi tarafından parçalara ayrılmasını bekleyen sırtlan hemen kapılarına gelmişti. Daha önce de onu isteyen, hatta Esme’nin Durali’yle evleneceğini duymasına rağmen yüklüce başlık teklif eden Ayyaş Memet fırsatı kaçırmamıştı. Babası, adı da karnı da çıkan kızını hemen vermişti Memet’e. Zaten başkası da almazdı nikâhına Esme gibisini.

Seneler evvel karısı ölmüştü Memet’in. Gerçi ölmüş müydü öldürülmüş müydü o vakitlerde de kimse konuşmamıştı. Kadının cansız bedeni, sabah vakti, evinin avlusunda bulunmuştu. “Merdivenden düştü.” deyince kocası kimse ağzını açmamıştı. Çekinirdi köylü Ayyaş Memet’ten. Başlarına bela olup sarılmasından korktukları için de susmuşlardı. Memet’ten çekindikleri için mi, ahlaksız dedikleri Esme nikâhlanınca ahlaklı diye bellediklerinden mi bilinmez, Esme evlendiğinde herkes sustu yine.

Evlendiği günün gecesi gelip çatınca ne yapacağını bilemedi Esme. Ruhunun hemen o an bedenini terk etmesini istedi çaresizce ama ölemezdi de artık. Sevdiğinin yadigârı, ölmüş anasının adını verdiği Gönül’ü vardı artık.

 Üstüne çıkan adamın tütün ve alkolle karışık çürük nefesinin kokusu burnuna çalındığı anda öğüre öğüre kusmaya başladı. Koca namzet şaşkındı. Önce yatakta oturan Esme’ye sonra yerdeki kusmuğa baktı.

“Adının çıktığı yetmiyormuş gibi bir de hastalıklı mısın?” deyip odadan dışarı çıktı. Adamdan kurtulduğu için kustuğuna memnun olan Esme’nin sevinci kısa sürdü. Şafak sökerken gelin odasına geri gelen adam, yarım kalan işini tamamladı.

O günden sonra cehennem dedikleri yeri merak etmeye başladı Esme. Aylardır düşünüyordu. Gerçekten de ateş var mıydı? İnsanlar o ateşte yanar mıydı? Kocası olacak adamla nikâhlandığı günden beri, “yuvam” diyemediği o iki göz evin içinde ateşlerde yanıyordu. Gündüzler bir şekilde geçiyordu da geceler azap gibiydi. Azrail’i üstüne çökünce gözlerini sıkı sıkı kapatıyordu Esme. O yatak onun cehennemiydi. Bir zamanlar Durali dokunduğu için yanıp kavrulan bedeni, kocası dokununca cüzzamlı derisi gibi lime lime parçalanıp dökülüyordu sanki. Ufacık bahanelerle dayak yiyor, çığlıkları sokaktan duyuluyordu. Sabahtan akşama kadar küfür işitiyor, kızı için ayakta durmaya çalışıyordu Esme. Herkes olanları duyuyor, biliyor ama görmezden, duymazdan geliyor, öldüresiye dövülse de babası dahil herkes susuyordu. Zaten, Esme’ye eziyet de dayak da müstahaktı ahaliye göre.

O akşam kocası yine çok içti. Her zaman yaptığı gibi içip içip Esme’nin üstüne kabus gibi çöktü. Esme direnince de elindeki şişeyle kafasına vurmak için hamle yaptı ama Esme can havliyle kendini geriye doğru atınca vuramadı. Adam, “O sünepe sevgilinden daha cevvalsin. O kaçamamıştı,” dedi.

Durali öldüğü vakit kulağına çalınanlar geldi aklına Esme’nin. Direksiyona kafasını önden çarpmasına rağmen kafasının yanındaki  büyük yaranın neden olduğunu kimse anlayamamış, kaza denilip üstünde durulmamıştı.

Adam seğirterek odadan çıkıp iki katlı evin merdivenlerine doğru yürüdü. Bahçede kurulu olan sofrada demlenmeye devam edecekti. Arkasından yaklaşan Esme’yi fark etmedi. Ayakta zor duran adamı tüm gücüyle itti Esme. Beton merdivenden yuvarlanan adam zemine hızla başını çarptı. Hemen aşağı inen Esme, masadaki şişelerden birini alıp kafasına vurdu kocasının.

Susanlar Köyü konuşamasın diye geride iz bırakmayacaktı Esme. Elindeki kanlı şişeye gazyağı doldurup yollara düştü gece vakti. Epey yürüdükten sonra köyün dışındaki adak ağacının yanına vardı. Dolunay etrafı aydınlatırken adak ağacını seyretti bir süre.

Sarı, mavi, kırmızı, mor…

Hiçbir işe yaramayan umut taciri bu ağaç da, Susanlar Köyü’nün dilekleri de tıpkı kocası gibi yok olmalıydı. Kendi bağladığı çiçekli pazen çaputu tutup çekti hırsla, öyle ki çaputla birlikte bağlı olduğu kuru dalın ucu da kırılıp geldi eline. Yanında getirdiği gazyağıyla ıslattı pazen çaputu. Şişeyi ağaca doğru fırlatıp parçalara ayırdı. Ağacın gövdesindeki oyuğa çaputu yerleştirdi. Kibriti çaktı…

Editör: Onur Özkoparan

Ülkü Yağmur Ural
Latest posts by Ülkü Yağmur Ural (see all)
Visited 6 times, 1 visit(s) today
Close