Yazar: 19:00 Öykü

Paydos

22 Mayıs 2007 Ulus Anafartalar Çarşısı Saldırısı Anısına

Hayatının en gereksiz inadının bedelini çok ağır ödedi Talat. “Öğretmenlik yaz,” dediler, nafile. Karı kız kovalayacak yaşta her sabah dolmuş kovalıyordu, karga bokunu yemeden. Üniformalı bir işi vardı. En azından o kendini öyle diyerek avutuyordu. Koyu mavi, kot kumaşından işçi tulumu. Cem Karaca’nın şarkısından fırlama bir hali vardı. “Ameleyim, diplomalı olanlarından,” derdi kazara soran olduğunda, uzun uzadıya da anlatırdı. Çok mutsuzmuş, anacağı çok dil dökmüş ziraat okumaması için de dinlememiş. Mutluluk inşası için epey didinmiş ama kısmetine bildiğimiz inşaatta ter dökmek çıkınca, fazlaca direnmemiş kaderine. 

Sokaktaki birkaç inşaattan biri de Mehmet ile çalıştığı şu bina. Beton döküyorlar baharın usul usul yazı hatırlattığı şu sıcak günlerinde. Mehmet çok gevşek bir çocuk, her sabah elinde bir simit, hep aynı türküyü çığırarak gelir inşaata. Fena ayar oluyor Talat ama bir yandan da düşkün ona. Kimsesi yok ki günü birlikte öldürdüğü. Ağzını yaya yaya, gelen geçen kızlara laf atarmış bir de. Geçen gün bir kız o biçim benzetince Mehmet’i, hiç oralı olmamış Talat, ilişmemiş ki azarı hazmetsin.  Dilinde hep aynı türküyle girermiş sabahın seherinde inşaata.   Herkes, en çok Talat Abisi, kulağı kirişte onun sesini beklermiş her gün merakla.   

“… Ölürem ben ölürem, ölürem ben ölürem, nere gitse gelirem…” 

“Ooo, Mehmet Efendi sabah şerifleriniz hayrolsun?”

“Günaydın Mühendis Bey, geç kaldım işte biraz, tefe de koy istersen. Hoş yapmadığın iş mi?”

“Yok lan, merak ettim.”

“Sahi mi Talat Abi? Sağ olasın…”

“Lan Mehmet, bugün öğlen döner yiyelim mi? Şu çarşıda, köşedeki yer güzele benziyor, gelirken baktım göz ucuyla, manda yoğurdu bile var. Ne dersin?”

“Ustabaşı izin verir mi?”

“Niye vermesin oğlum, aramız yok mu?”

“Var da demir taşıyacağız dediydi ya bugün için.”

“Bugün olmazsa yarın yeriz, o kadar mala vuruyoruz, biz de felekten gün çalmayalım mı?”

“Mala vurmak…”

“Sus sus, söyler söyler ne gülerdik lisede, hiç kaderimde mala böyle vuracağımı düşünmediydim. Allah’ın gücüne mi gitti ki?”

“Tövbe tövbe Talat Abi, ne karıştıyon Allah’ı falan?”

Mala hayat arkadaşıydı Talat’ın adeta. Onun yardımıyla suyla karıştırılmış çimentoyu, nam-ı diğer sıvayı, alıp büyük bir hınçla duvara atıyor, her gün, sonra da düzlüyordu tersiyle. “Spatula,” diyordu annesi mutfakta kullandığı benzer bir alete. “Malanın havalısı bu anamın dediği,” derdi işini anlatırken ışıl ışıl gözlerle, “düzleyeceksin onunla sıvayı. Pürüz kalmamalı. Bir bebeğin akşam uyuyacağı odanın duvarını, bir kadının her gün saklanıp ağladığı, bir erkeğin en mutlu günlerini yaşadığı yerin duvarını yapıyor olabilirsin. Ev yapıyorsun. Önemli. Ev yüreğini koyduğun yer, çırılçıplak olduğun yer. Pürüz kalmamalı.”

İşine daldı Talat. Sıvayı düzleye düzleye düşünüyordu. Pürüz kalmamalıydı. Bir babası olsa burada olup olmayacağını sorguluyordu epeydir. Annesine soramıyordu bunu hiç.  Korkuyordu, incinirdi. Multipl Skleroz hastasıydı annesi, yarı yatalak sayılırdı. Tedavi bir vardı bir yoktu, aynı paraları gibi. “Cevap korkutunca soruyu soramıyormuş insan,” Lale dediydi. Son aşkı. Hâlâ unutamadı. Her gece gülüşünü düşünmeden uykuya dalamıyor. O gülüş Talat’ın tek hazinesi. Bilmiyor ki evlenmiş Lale, bir oğlu var. Duysa da umursar mıydı? Bilinmez. Babası, “Ne yaparsan yap, en iyisini yap,” dermiş Talat küçükken. Özenli adammış, kendini adarmış işine. Çok iyi kumar oynarmış mesela. Sözünün eri adammış. En son donuna kadar kaybedip evini, arabasını, tarlasını takkasını masaya sürünce dayağı da yemiş götdeşlerinden bir güzel. Ama dedesi çok sevinmişti bu darp olayına ve kızını, torununu alıp uzaklaşmıştı. Dayısını o günden sonra baba bildi Talat. “Baba bilmek” onun yerini tutmaz. “Baba” diyemiyorsanız birine kelime anlamsızlaşır bir nevi yok olur. Dayı… Her söylediğinizde onun sizin babanız olmadığını hissettiren anlamsız bir tını vardır kelimede. Baba değil, dayı. O da baba değil de dayı olduğunun farkında âdeta. Babası yoktu, ölmesinden daha fenaydı bu. Aklı kabul edemiyordu Talat’ın. 

Baba olmayınca yarım yamalak büyüyor insan. Babasını her görüşüne kabuğundan kurtulmuş taze badem gibi parlayan annesi, kurudu gitti yokluğunda. Sustu da. Hayata sarılmaya uğraştıkça eli boşa çıktı Talat’ın. Peygamber vitesinde araba kullanmak gibi, elinde malası, ekmek parası. Az buçuk, boynunu eğdirmeyecek kadar. 

“Talat Abi,” diye seslenerek ortalığı topluyordu Mehmet, “bırak şu malayı artık. Hadi gidelim döner yemeye. Paydos geldi.”

“Sahi mi lan Mehmet, ustabaşına…”

“Bırak şimdi, gitti o, sen duvarı on sekiz bin kez düzlediğinden deli gibi…”

“Bak alırım ayağımın altına Mehmet!”

“E, yalan mı?  Deli gibi… Neyse gidelim yürü.”

“Benden ama yemek bu kez. Ölümü öp.”

“Ne ölünü öperim ne dirini, seni neden öpeyim o kadar bal dudaklı kız dururken.”

“Yürü lan, it oğlu it!”

“Sarhoş babamı… Ayakkabılar yeni mi Talat Abi?”

“Hee dayım almış, bir arkadaşının dükkânı batmış da ne olacak millet peynir alamıyor, ha babam ayakkabı mı alsın, ha işte batmış, gelişine vermiş. Eskilerin giyilecek hali kalmamıştı.”

“Cillop gibi vallahi.”

“Sana da bakalım beğendiysen?”

“Olur abi, fena olmaz. Ucuzsa, hem şöyle temiz bi ayakkabımız bizim de olsun değil mi? Belli mi olur…”

“Ne o lan, aklında bir şey mi var?”

“Bi kız var abi.”

“Hadi!”

“Bakalım.”

“Alalım sana da siyahından”

“Kahverengi de olur, eski bir kemer var az kullanılmış, takım ederim.”

“Hele bak Mehmet neler de biliyor?”

***

“Abi pahalı bir yere benziyor bu pasajın da altında, hiç mi…”

“Lan sus oğlum, gir içeri, alt tarafı döner lan. Yer de var bak, iyi.”

Dönercinin genç irisi elemanı, “Hoş geldiniz,” diye karşıladı.

Talat böyle şeylere alışkın olduğunu belli eder bir şekilde, “Hoş bulduk,” dedi.

Mehmet heyecanla, “Bize hoş geldiniz dedi garson vallahi abi,” dedi, “senin ayakkabının marifeti bu inan olsun.”

“Sus lan teres, amma yaptın sen de ayakkabı işte bildiğin.” Garsona dönüp “Duble, iki tane, ortaya da manda yoğurdu, abisi,” dedi.

“Duble çok…”

“Sus lan Mehmet.”

Bir çatal aldılar dönerden henüz. Büyük bir uğultu ile gök yarıldı. Gök yıkıldı da üzerlerinde patladı âdeta. Herkes kafasını kaldırıp yukarıya bakmakla kendini yere atmak arası şuursuz hareketlerle ileri geri koşuyordu başı kesilmiş tavuk misali … 

Kıyamet kopmuştu. Cuma mıydı günlerden? Akşam ezanında kopacak dedilerdi ama, ezan okundu muydu? Felek, zalim felek, ulan döner yemeye niyet ettilerdi be, ne vardı yine parmak sallayacak? Bi garibana mı geçiyordu sözün lan? Kaç senedir ilk defa cedit yeni bir pabuç giydiydi. Bebeyken ağzına hangi uğursuz tükürdüyse… Bir kaşık alamadılar be yoğurttan, altın gibi parlıyordu mübarek, kahpecik felek! Ne oldu? Patlama neydi? Başkent’in göbeği patlar mı? Hele toza dumana bak. Ulus’ta iş hanı burası, zengini falan da yok ki? Ne bu mahşer yeri gibi? Nefes de alınmıyor. Azrail mi o? Yüzü gözü kapkara? 

Sesi duyulunca kurtulacak gibi çığlık çığlığa bağırıyordu her bir âdemoğlu… Toz, kan ile buluşunca her yer yalaş bulaş olmuştu. Bir şey görmeyi bekleyen gözler gri, kahverengi bir toz yığınına takılı kalmıştı yukarıda. Yere inince gözler manzara hiç de öyle şiirsel değildi. Kırmızı hâkimdi yerlere. Parmaklar vardı ama kolları yoktu görünürde. Kimsenin sesi seçilmiyordu. Duyulmuyordu bile. Yerini açılıp kapanan gri ağızlar almıştı sessizlikte. Mehmet elindeki çatala sımsıkı sarılmıştı. Gözlerini sağa çevirdi, bir şey göremedi. Sola çevirdi. Talat Abisi’nin ayakkabıları parlıyordu ışıl ışıl. Bir çığlık ulaştı kulağına. Acı havaya asılı kalmıştı. Poşetinde bir damatlık başka bir dünyadan yanlış zamanda en olmayacak yere ışınlanmış gibi iki seksen yerdeydi. Kimsesiz ve sessiz. 


Editör: Mete Karagöl

Melike Pehlivan İşler
Latest posts by Melike Pehlivan İşler (see all)
Visited 14 times, 1 visit(s) today
Close