Yazar: 19:15 İnceleme, Kitap İncelemesi

Merhaba Balıkçı!

Merhaba Arşipel” kulağıma geliyor, balıkçı sesleniyor “Merhaba, Hey Koca Yurt Anadolu merhaba!..” Merhabasız koymuyor dağı, taşı, ağacı ama en çok da beni. Ne mutlu ne güzeldir Cevat Şakir olmak be, tabii onun merhabasından nasiplenen de çok mutludur. O hayattan aldığını fazlasıyla tekrar hayata verendir, kendi deyimiyle sabırlık çiçeği “Athanato”dur. Mavi Sürgün’de anlatır: “Sabırlık vardır, güneşin ateş yağdırdığı iklimlerde biter. Anasının memesini tutup emen yavru gibi toprakları kavrayan köklerinden uçları süngülü dik yapraklarını salar. Cehennemde yanan ifrit gibi, on yıl alevlerde yavaş yavaş büyür ve güneşte parlayan bitkisel bir anıt olur. On yıllarca aldığı ışıkla sıcaklığı-bir kıymığını bile alıkoymadan- yeni bir kılıkta yine yaratılışa verir. Böylelikle en yalın tanımıyla iyi insana benzer. Hayattan aldığını fazlasıyla gene yaşama verir.” Dediği gibi hayattan aldığını fazlasıyla yine hayata verecektir. İyi ki de vermiş, iyi ki de Balıkçımız olmuştur. Bir de tarla kuşu hikâyesi vardır ki mahkûmiyetini, karanlığa sürüklenişini ve sonra aydınlığa çıkışını nasıl da güzel hissettirmiştir. O, tarla kuşu bir gözünü “cızz” diye yakanlara inat karanlığı denizlere, sonsuz maviliklere ve masmavi gökyüzüne çevirecektir. Cevat Şakir tarla kuşunun, sabırlık çiçeğinin insan kılığına girmiş halidir. Yani bir çiçektir ya da kocaman Arşipel’dir.

Kitapta Cevat Şakir’i ilk önce işgal altındaki İstanbul’da görürüz. Dergilere resimler çizen yazılar yazan Üsküdar’da oturan bir adamdır. Yaşanılan İstanbul’da güneş bile bulutları yırtıp boğamaz, doğsa da karanlığı aydınlığa çeviremez. Sonra bir yazısıyla İstiklal Mahkemeleri ve sürgün. Aslında iki Cevat vardır: Bodrum öncesindeki Cevat ve Bodrum’da doğan Halikarnas Balıkçısı. Asıl olan balıkçı, Halikarnas Balıkçısı’dır. Bodrum, şimdilerde kulağa hoş gelse de o zamanlar “iki dükkân bir fırın” denilip küçümsenen bir kasabaymış. Öyle ki yol bile yokmuş ve tam altı ayda ulaşabilmiş. Bu yolculuğundan biz okurlara çok kıymetli izlenimler sunar, Anadolu’nun fotoğrafını çeker. Savaş yıkımlarını, devlet memurlarının bıkkınlığını, geçtiği yerlerin dağlarını, akarsularını, gardiyanlarını ve daha nice şeyleri… Bodrum’a ulaşması meşakkatlidir, yolu zordur ara ara yayan yapıldak devam edilir ama mevzuatlar memurlardan cevap alamamak çok daha zorlayıcıdır. Tabiat zorlar tabii zorlamalıdır peki ya insanlar haksızlığa uğrayan bu insan için tabiat daha anlaşılırdır. Eski Muğla–Bodrum’a girince dünya değişir birden dağ, taş, akarsular dünya dışı bir evrene gelmiş gibi hisseder. Bu dağları, ağaçları yakından gördüğüm için bir okur olarak aynı sayfalarda aynı evrende var olduğumuzu hissettim. Gökbel Dağı denilen yere gelince şöyle der yazar: “işte burası, en yaban halinden tutunuz da en uysal ve yumuşak haline kadar dünya diye bildiğimiz yerin dışında ve o yerin tamamen yabancısı bir âlem, taş kesilmiş bir yabanlık okyanusu. Şurada kaya parçalarının izbandudu, kodamanı olan bir kaya parçası bir gözü kör, bir gulyabani gibi tek gözüyle bize ters bakıyor, orada bir dev anası, cami kubbesi boylu tonlarca ağırlığındaki bir taş memesini kaldırmış, otobüsümüz geçerken onunla vurup koca taşıt aracını sinekmiş gibi ezmeye hazırlanıyor.” Hatta Gökbel’i Faust’ta geçen operadaki cehenneme benzetir. Bu benzetmeler hem komik hem korkunçtur. Bu da tabiatı insanlaştırdığına kanıttır. Sonra ulu ağaçları görür ve der ki “bunlar Tanrı’nın kahkahası” muhteşem bir benzetme değil mi önce cehennem, yaratıklar, dev anası var sonra Tanrı’nın şen kahkahası ulu ağaçlar… Balıkçıyı okuduktan sonra ağaçlar, denizler, kayalar ayrı ruhlar sarmalar bizi. “Hey Koca Yurt Anadolu” der, ne güzeldir bu sesleniş. Nasıl da kucaklayıcı ve sonsuzdur. Belki de koca Anadolu da tabiat özgürlüktür ve şöyledir: “Açık yerlerde insan bir dışarılık, bir öteleyiş duyar. Sanki ufkumuz genişler, varlığınız enginleşir.” Cevat Şakir özgürlüğü işte bu dışarılıkta bulur, varlığı enginleşir.

O topraktan anlar, denizden anlar, ottan börtü böcekten anlar. Yol boyu tüm bitkileri avucuna alır sever o da yetmez hikâyesini anlatır. Sayar sayar daha sayayım mı, der. Sen say Balıkçı hayıtlar begonviller, palmiyeler, okaliptüsler önce ellerinde sonra toprakta hayat bulsun. Çünkü koca yurt Anadolu, havası ve suyuyla değil sadece kokusuyla gürültüsüyle de bizimdir. Bir ağaca su yürür, hayat bulur; kuşların cıvıltısı kumruların dem çekişi, portakal, limon, turunç çiçeklerinin kokusu karışır birbirine. Rüzgâr bu kokuları alır açık denizlere götürür. Akdeniz’i sarar bu kokular ve Akdeniz bize yurt olur. Ara ara sitem eder; “Hep yurt diye İstanbul’u bellemişizdir”. Oysa koca yurt Anadolu vardır. Bodrum, Akdeniz vardır. Bu güzel iklimde neler yetişmezdi ama kimse başka güzellikleri getirmeyi düşünmüyordu. Tabii düşünen odur. Bu topraklara borcunu ödemiştir: Begonvil, sakallı palmiye, okaliptüs, greyfurt ve mavi Anadolu hepsi onundur bu topraklarda. Sakallı palmiyeyi Bodrum’a getirebilmek için Büyükada’da karakola düşmeyi bile göze alır. Dağa taşa tohumlar saçar, bir ağacın dalı kırılsa sanki kolu kırılmış gibi içli içli üzülür.

Her koya bir merhaba götürür, öyle ki günlerce gelmediği mavi yolculukları vardır. Balıkçılarla dosttur, doğan çocukların isim babası, gelin kızların saçındaki süs bile bizim balıkçıdandır. Koylarda ipil ipil ipilleşen denize bakarken Heredot’tan, Büyük İskender’den, Halikarnas’tan haberler getirir. Bu toprakların tarihi bizim tarihimizdir, mirasın varisinin biz olduğumuzu bize hatırlatandır. Hayat nedir, bunu balıkçı şöyle tanımlamış: “Hayat bir yerde değil insanda olur. Yaşamak gönlü de dünyayı da aşar taparcasına hayatla doldurmaktır

Merhaba Balıkçı! Sen çok yaşa!


Kaynakça

 Cevat Şakir Kabaağaçlı, Mavi Sürgün, Bilgi Yayınevi, 2023.

Editör: Melike Kara

Ebru Çelik
Latest posts by Ebru Çelik (see all)
Visited 61 times, 1 visit(s) today
Close