Yazar: 18:30 Öykü

Mercek

Rüzgâr, gece yarısı camları kırarak evin içine doldu, odaları hışımla gezerek Memnune’yi uyandırıp kalbini yerinden oynattı.  Ameliyattan sonra on iki saat geçmediği için görmesi tam net değildi. Yatakta sağ tarafına dönüp el yordamıyla prizi bularak lambayı yaktı. Duvarları döven uğultuyu dinledi. Lambanın yanıyor olması ürperen duygularını aldı götürdü.  Yastığın yanında duran gözlüğü kontrol etti, sabah takacaktı. Günün aydınlanması ile göz kapaklarını kaldırıp görmek için heyecanlanıyordu.

Karanlık, cızırtılı bir acıydı. Ucu görünmeyen bir yol, dipsiz bir kuyuydu.

Gün ağardığında bütün perdeler aralanacak, kelimeler yeniden anlam kazanacaktı. Gözünde perdeler her zaman ütülü ve renkli olurdu. Az kaldı, dedi kendi kendine. Dudakları yüzüne yayıldı. Saçlarını sol omzuna topladı. Göğüs kafesini şişirip indirdi. Artık gözlük takmayacaktı. Aslında gözlük de yakışmıyor değildi. Kendini avukat gibi hissederdi. Olsun dedi. Gözlüğü atınca gözlerimin rengi ortaya çıkacak diye daha bir sevindi. Ruhuna bir şelale aktı. Göz insanın en önemli organı olmalıydı.

Doktor “Yarın bebek gibi uyanacaksın,” demişti. İnsan bebek gibi uyanabilir, bakabilir miydi? Saf, temiz.

Aydınlık odaya serpilmiş güneş camdan gülümsüyordu. Yatakta uyanıp bir sağa bir sola dönen Memnune’nin içi kıpır kıpırdı. Usulca gözlerini araladı. Bembeyaz perdeler, tavan yüreğine ığıl ığıl ferahlık yaydı. Doğruldu yatağın içinde. Pencereden dışarı baktı. Pencere hep bir eşikti onun için. Fırladı yataktan. Dudaklarından türkü dökülürken mutfağa gidip kendine kahve yapmak istedi.  Gözü her yeri cam gibi görüyordu. Kahveyi cezveye koydu. Kahve kömür gibiydi. Çok kavrulmuş, diye düşündü. Masada beyaz güller gülümsüyordu. Güller kırmızı değil miydi? Düşündü bir süre. Tabakta duran simsiyah keke gözleri çivilendi.  Ayaklarından başına kadar bir ürperti hasıl oldu. Fincan almak için dolabı açtı. Fincanlar hepten siyahtı. Masada duran vazodaki güllere tekrar baktı, hepsi beyazdı. Kuşku kalbine demir atmıştı. İçinde seken atlar birden durdu, kelebekler öldü.  Kahveden vazgeçti. Kendini dışarı atmak için gardırobu açtı. Bütün kıyafetleri siyahtı. Avuçlarının arasına yanaklarını yerleştirdi. Zihni bulandı. Eline ne geldiyse aldı, giydi. Bir yandan da çalan telefonunu açtı. Arkadaşı Elif gözlerini soruyordu. Ses tonunu düzelterek gözlerinin sıfırladığını artık çok güzel gördüğünü söyleyerek telefonu kapattı.

Yollar büyüdü, zaman büyüdü. Kaldırımlar ağzını açmış canavar gibi yutmayı bekliyordu. Siyah beyaz. Yer, gök. Bütün varlıklar, ruhunun gömleğini mi giyinmişti? Renkler ölmüş, en ufak bir hayat emareleri kalmamıştı. Şaşkın adımları hastanenin yolunda canlı bir cenazeydi.

Bütün duygularını budayarak geldiği hastaneye kapıyı hızlıca çarparak içeri girdi. Bedenini çürümüş elma gibi koltuğa fırlattı. Ameliyata girmeden önce doktor “Mercekle yüzde yüz iyileşir; lens, gözlük takmanıza gerek kalmaz,” demişti. Şimdi ise bir yanlışlık olmuştu, yanlış mercek takıldığı için üç gün her şeyi siyah beyaz görecekti. Üç gün nasıl geçer, diye kendi kendini yedi. Doktorlara olan öfkesi burun deliklerinden fışkırıyordu. Başının zonklamasına aldırış etmemeye çalışarak evin yolunu tuttu. Cezvede bekleyen kömür kahvesi aklına geldi. Mutfağa geçip kahvesini pişirdi.

Beyaz; asil, saf kendine münhasır, duru bir güzellik. Bazen bakmalara kıyılamayan, lekesiz, masum renk. Siyah, kasvetin, hazanın başkenti. Kahvesini pencerenin kenarında yudumlarken tattığı ile gördüğü arasında bir yerdeydi.  Keder, sevinç. İyi, kötü. Güzel çirkin. Flu addedilen ne varsa vefat etmişti.

Memnune üç gün sabredecekti. Nelere sabrettim, buna mı sabretmeyeceğim diye kendi kendini avuttu. İnsan, bakarak değil hayatı görüp okuyarak anlam kazanabilirdi. Varlığın mana boyutundan bakmak her kişinin harcı değildi.

Dünya iki uçlu bir mızrak mıydı? Siyah ve beyaz.

Yayları gırc gırc eden sandalyesine oturup sallandı. Sallandıkça yıl yıl geriye gitti. Çocukluğundaki yaramazlıklar dizildi önüne; oruçluyken yedikleri, arkadaşının silgisini gizlice alması, annesine söylediği yalanlar, haksız olduğu halde kardeşini dövmesi, hepsi dizildi.

İlk aşkına olmayan mal varlıklarını anlatışı, babasını sahte üniversite diploması ile aldatması, kovulduğu iş yerlerinden istifa ettiğini söylemesi, içinde iyi ile kötünün savaşı, vicdanındaki girdabın kulaç atması, varlar yoklar, olmuşlar olmamışlar, renkli maskeler, kapıdan giren girene. Girift bir yaşam yumağında yuvarlanmış bir nefesti ömrü.  Ne sandalyenin gırc sesi kesildi ne Memnune’nin iç sesi. Gözleri yerdeki siyah halıyla beyaz tavan arasında gitti geldi.

Geçen otuz yıllık hayatının her gününü bir sayfaya sığdıran Memnune, olanları olmayanlarla kördüğüm bağlayarak gitti hastaneye. Un ufak olan duyguların molozlarını serpiştirerek kaldırımları dürdü büktü. Merceğin değişimiyle gözüne takılan gözlüğün altında biriken göz yaşları birikintileri yıkıyordu. Akşam yeryüzüne serilmiş, Memnune uyumaya çalışıyordu. Bu defa düzelecek umuduyla sabahı iple çekiyordu. Kalbine kurduğu merdivenden indi, çıktı.

Yeni gün yanağına bir sabah busesi kondurdu. Hızlıca yatağı terk etti. Perdeyi sıyırdı. Masmavi gökyüzü göz kırpıyor, ağaçların yeşil dalları el sallıyordu. Kocaman tükürüğünü yutarak gülümsedi. Mutfağa koşarak kendine kahve yaptı. Kahve çifte kavrulmuştu.

Editör: Gülhan Tuba Çelik

Hikmet Şimşek
Latest posts by Hikmet Şimşek (see all)
Visited 48 times, 1 visit(s) today
Close