Yazar: 17:30 Melisa Kesmez Dosyası, Röportaj

Melisa Kesmez Söyleşisi

Mahal Edebiyat, yazar dosyaları kapsamında bu kez Melisa Kesmez’ i ağırlıyor. Başta öykücülüğü olmak üzere, edebiyata, sanata ve hayata dair sorularımızı kendisine yönelteceğiz.

Hatice Akalın: Öncelikle söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için Mahal Edebiyat olarak teşekkür ederiz Melisa Hanım. Şunu söylemeliyim ki kaleminizle tanıştığımdan bu yana, birbirini hiç tanımadan da bazı ruhların hayata benzer pencerelerden bakabildiğine, benzer telaşlarla hayatı kucaklayabildiğine dair inancım arttı. Ne zaman yeni bir kitabınız çıksa, öykülerinizi ne zaman okusam bir yanıyla iyileştiğimi bir yanıyla da elimde bir sopa varmış ve ben o sopayla yaralarımı deşiyormuşum gibi hissettim için için. Belki kadınca bir duyarlıktı beni yazdıklarınıza yaklaştıran belki de üslubunuzdaki duruluk, bilemiyorum. Öykülerinizi okuyan birçok kişinin de benzer fikirlere sahip olduğunu tahmin edebiliyorum. Söyleşideki sorularımı, kitaplarınızdaki bazı öyküler veya öne çıkan kimi hisler üzerinden, kitaplarınızın basım yılını baz almadan size yöneltmeye çalışacağım.

Önce, son kitabınız Küçük Yuvarlak Taşlar ile başlayalım. 2022’de, İletişim Yayınları etiketiyle okuyucuyla buluşan bu kitap, Anne Melisa’nın ilk kitabı. Kitapta Nergis, Elif ve Mehmet’in yer yer kesişen hikâyesini okusak da kitap, daha çok annelik, evlat olma, kadınların yaşa/ yaşantıya göre farklılaşan hallerini irdeliyor. Oldurulamamış ilişkiler, birbirine teğet geçmiş yaşamlar, uzaklara gidip de kendinden kaçamayan kadınlar… Diyebilirim ki, karakterlerin hikâyelerini ayrı ayrı düşündüğümde her birinin içinde başkaca “küçük yuvarlak taşlar” var ve öykünün sonunda bu taşlar yerinden oynuyor. Bitişlerin ardında bekleyen başlangıçlar, yolculukların getirdiği ve karakterin bilincinde olmadığı, olayları bir karara vardırma dürtüsü… Peki, sizin içinizdeki küçük yuvarlak taşların durumu nicedir? Annelik o taşların yerinden oynamasına sebep oldu mu?

Melisa Kesmez: Elbette. Annelik sadece taşları yerinden oynatmakla kalmadı, bir sürü açıdan sıfırlayıp yeniden inşa etti beni. Törpülendim, pek çok konuda fikrim değişti, hayata, insanlara, ilişkilere çok başka gözlerle bakabiliyorum artık. Ben doğuştan kaygılı, karamsar, dertli biriyim galiba ama annelikle ters yönde ilerledi bu duygularım beklenmedik şekilde; annelik beni rahat biri yaptı. Hayatta bir sürü şeyi ne kadar büyütüp, ne çok şeye gereksiz anlam yüklüyormuşum, ne kadar çok üzüyormuşum kendimi; biraz ipleri saldım, biraz daha kolay biri oldum. Ama tabii bütün bunların kırk yaşı geçmekle de ilgisi olmalı. Daha erken yaşlardayken birileri bana kırklardan seslenince, bana hayatı farklı gözlerle gördüğünü anlatınca, biraz küçümserdim o halleri, ne yani öyle yaşla olacak işler değil bence, derdim. Ama yaş almak -özellikle bir kadın için- kesinlikle büyük bir değişim demek. Kırklardan sonra eğer biraz cesur davranabilirsen bir sürü şey kolaylaşıyor; en azından içsel olarak bir sürü hayat olayını daha hafif bir yürekle karşılayabiliyorsun sanki. Annelik ve kırklar bana aynı anda geldi; taşlar fazlasıyla oynadı yani yerinden. Ama biraz daha küçüldüler ve yuvarlandılar bu vesileyle.

Bildiğim kadarıyla bir dönem yurtdışında yaşadınız, şimdiyse bir karavan hayatını deneyimliyorsunuz? Mekânla kurduğunuz ilişkiye dair çokça sormak istediğim şey olsa da bir köşesinden konuya sızmadan duramayacağım. Bu yer değişiklikleri sizin için birer tercih mi yoksa zorunluluklar sebebiyle mi yaşam alanlarınızda değişikliklere gidiyorsunuz? Öykülerinizde de taşınma, evi kapatıp gitme ya da giden bir dostu uğurlama gibi mekândan ayrılma ile ilgili ayrıntılara sıkça rastlıyoruz. Kök salmak mı yoksa köksüz olmak, bir yere bağlanmamak mı size daha yakın geliyor? Hangi hal içerisinde hayata daha çok ilişebildiğinizi söylersiniz?

Galiba konargöçer biri olmak hem kaderim hem de seçimim oldu benim. İçinde yetiştiğim aile de bir türlü yerleşemedi şu dünyada, annem bile kaç yaşında hâlâ taşınır durur. Geçmişimiz şehirlerle, semtlerle, evlerle, odalarla dolu bizim. Anne olmak belki biraz değiştirir bu durumu dedim ama yok, o da işe yaramadı. Biz hâlâ havadayız. Nil de yavrum bizimle oradan oraya dolanıyor. Yere inmek istesek ya içimiz istemiyor, ya şartlar izin vermiyor. Galiba ekseriyetle şartlar izin vermiyor; serde kiracılık olunca zaten ev bir türlü kendi evinmiş gibi olamıyor, şehir desen artık bizim gibileri uzaklara itiyor, dönem dönem başka kararlar alıp, gezinip duruyoruz. Bu iyi bir şey mi? Bazen çok yorulduğumu hissediyorum, çünkü bir şeylere alışmak istiyorum. Kök salmak azıcık iyi gelirdi diyorum ama mekânla didişmem hiç bitmiyor. Yazarken de mekânla uğraşmayı çok seviyorum. Bir öykü sözlüğüne yıllar evvel “gitmek” maddesiyle girmiştim. Bence çok anlamlı. Beni anlamışlar! 🙂

Geride kalan anneler ve çocuklar, birbirine yaslanarak hayata direnen kız kardeşler veya kardeşlikten öte sıkı dost kadınlar, birbirinin azını çok eden komşular, aynı erkeğin üzdüğü yorgun sevgililer… Diyebilirim ki öyküleriniz bir kadınlar cumhuriyetinden oluşuyor. Ve siz bu kadınların hayatına o kadar gürültüsüz, rüzgârın havalandırdığı bir perde aralığından süzülür gibi dahil oluyor, hikâyelerini bize öyle güzel anlatıyorsunuz ki insan, “Bazı yaralar ne kadar da aynı!” demekten kendini alamıyor. Bazen Bahar’da yer alan “Domates Tohumları” öyküsünde okuduğumuz vapur yolculuğu yapan bir anne kızı; “Bir Yeşil, Bir Beyaz” da ölmek üzere olan dostunu bir hastane bahçesinde bekleyen kadını çok yakından tanıdığımızı hissediyoruz. Edebiyatınızın harcını kadınlar oluşturuyor diyebilir miyiz?

Bu soru bana sıklıkla geliyor, her seferinde aşağı yukarı aynı cevabı veriyorum. Beni kadınlar büyüttü; erkeklerin pek konuya dahil olmadığı mutfaklarda, oturma odalarında geçti çocukluğum. Daha sonraları okulda, sokakta hep çok sevdiğim, canımdan bildiğim kız arkadaşlarım oldu. Kadın dayanışması sözlüğüme çok erken yaşta girdi yani. Bazı kadınlar başka kadınlardan korkar, dışarının tetiklediği bir rekabet rüzgârı eser onların kadın evreninde. Bunu hiç anlamamışımdır. Ben hemen kızkardeşleşirim bir kadınla tanıştığımda. Dolayısıyla yazarken de kadınların güneş sisteminde dönüyor hikâyelerim. En iyi onları tanıdığım için, onları kurcalamayı sevdiğim için, onlara çok inandığım ve güvendiğim için. Bir yazar için ayrıca müthiş bereketli bir yer kadın dünyası. Anlatacak, anlayacak çok şey var.

Nohut Oda kitabınızın son öyküsü “Kız Kardeşim Handan”, bana göre çok güçlü bir metin. Ölüm fikriyle yüzleşen ve yaşadıkları evde bir başlarına kalan iki kız kardeşin mekânla yoğurulmuş hikâyesi diyebiliriz bu öykü için. Annesinin ölümünün ardından onun kıyafetleri ile o olan Handan’ın öyküsü. Handan’ın bu tavrı ile eşyanın/ mekânın insana tesiri üzerine de okuru düşünmeye itiyorsunuz. Ayrıca kitabın başında, Mekânın Poetikası’ndan (Gaston Bachelard) yola çıkarak “kabuk oluşturmak” üzerinde duruyorsunuz. Bu öyküden hareketle kabuk kavramının insanlar düşünüldüğünde yuva olarak tasavvur edilebileceğini söyleyebilir miyiz? İnsan ne zaman yuvasına kavuşur ya da yuva, her zaman mekânsal bir şeyi mi imler? Sizce, Handan kendi kabuğunu ne zaman oluşturmaya başladı?

Yuva evet, insanın kabuğudur bence. Ama bu illa bir mekâna işaret etmek zorunda değil. Bir duygu daha çok. İnsanın kendini, kendine en benzer şekilde hissettiği bir yer belki. Bazen iki kişinin karşı karşıya oturup dertleştiği bir masa, bazen uzun yola çıktığımız bir araba, bazen bir kitap ya da tek başına bir dost. Bir ev olabileceği gibi bir evsizlik hali de olabilecek bir şey. Handan sanıyorum çocukluğuna saklanan biri, birinin çocuğu olduğu yere. Ama şimdilerde çiçekleri var, annesinin bahçesi, orada her mevsim değişen yaşam. Onun bir kabuğu var gibi. Bana sorarsan orada kabuğunu arayan kişi daha çok Handan’ın kardeşidir. Arayan ve sanıyorum bulamayan da o. Şu anda böyle düşünüyorum.

Öykülerinizde çocukluk imgesiyle de sıkça rastlaşıyoruz. Bir yanıyla bitmeyen masalımız olarak tarif edebileceğimiz bu gelişim dönemi, bana göre diğer yanıyla da en dilsiz acılarımızın, yarım kalmışlıklarımızın da adresi. Sizin yetişkinler için kaleme aldığınız kitapların yanı sıra Nesin Yayınevi’nden çıkan Anneanne Gezegeni isimli bir de çocuk kitabınız olduğunu biliyoruz. Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz kitabınızı da anneannenize ithaf ettiğinizi göz önünde bulundurarak sormak istiyorum, çocukluk ve anneanne kavramları sizin için ne ifade ediyor?

Çocukluk bizim mayamız. Hayatta ne oluyorsak oradan başlıyoruz olmaya. O yüzden büyüsek dahi her taşın altından çocukluk fırlıyor. Zamanında ifade edilememiş, karşılık bulmamış öfke, hayal kırıklığı, değersizlik veya yalnızlık… Artık ne kadar duygu varsa hepsi orada hâlâ, kaydedilmiş, uyandırılmayı bekliyor. O yüzden ellemesi, hatırlaması, bakması ve anlatması kolay yıllar değil. Yine de yazan biri için sık sık ziyaret edilen bir yer sanıyorum. Anneanne, benim için anlatması çok kolay bir kavram değil. Epey kişisel bir cevap verecek olursam benim için hayatta “iyilik” kavramının tam karşılığı. Karşılıksız bir iyilik. Seni tufanın ortasında kucaklayan, sana, “Merak etme, ben varım,” diyen kocaman bir kucak.

Denize ulaşma ve yaz mevsimi… Bu iki ayrıntı, öykülerinizde kendine sıkça yer buluyor. Karakterleriniz, şehrin veya ilişkilerin keşmekeşinden kaçıp yaza ait ne varsa ona/ oraya ulaşma çabası içerisine giriyorlar. Birçok öykünüzde de deniz, karakterleriniz için bir arınma aracı olarak karşımıza çıkıyor. Yunmak, sayacı sıfırlamak, yeniden başlamak… Öte yandan öykülerinizde İstanbul’un şehir yaşamına ait çokça ayrıntıya da yer verdiğinizi görüyoruz. “Sakin Göllerin Kuğusuyduk” öykünüzde, karakteriniz bir gün işi bırakıp ilk uçakla Tayland’a gidiyor. Daha doğrusu bir kabuk arayışıyla şehirden kaçıyor. Şehirde kalmak veya şehirden kaçmak, karakterlerinizin arasında gidip geldiği bir sarkaç olarak tarif edilebilir mi?

Büyük şehir, özellikle bugünkü artık yaşanmaz halleriyle büyük şehir, benim insan olarak üzerine çok düşündüğüm bir konu. Biz neden buralıyız, buralı olmak ne demek, yurt neresi, gitmek çare mi, gidilen yerlerde bizi hangi hayal kırıklıkları bekliyor vesaire; bunlar benim kafamın içinde çok döndürdüğüm, duygularıyla çok uğraştığım, hakkında yazmayı çok sevdiğim konular. Sadece gitmek/kalmak gibi iki kutuplu bir şey üzerinde çalışmıyorum aslında; daha genel bir şey yaptığım, insanın mekânla olan ilişkisini didikliyorum bu öyküler vesilesiyle.

Öfke, hesaplaşma gibi duyguların yanında öykülerinizin birçoğunda bizi hüzün duygusu karşılıyor. “Bir Bahçeyi Beklemek”, “Annemin Çadırı”, “Arif”, “Halam” gibi öykülerinizin merkezinde yer alan bu duygu için neler söylemek istersiniz? Hüzün duygusu hayatınızın ve edebiyatınızın neresinde yer alıyor? Bu duygunun besleyici olduğunu düşünüyor musunuz?

Hüzün çok katmanlı, çok gerçek bir duygu. Kolay kolay taklit edilemiyor. Varsa yokmuş gibi yapılamıyor. Yoksa varmış gibi yapıldığı hemen belli oluyor. Beni de insan olarak sıklıkla ele geçiren bir duygu. Bakınca neşeli biri sanılsam da o kadar değilim galiba. Genelde yüzüm gölgelere dönüktür, mesela kapısından girdiğim bir odanın içindeki, göz göze geldiğim bir insanın gözlerindeki hüznü hemen tarar, tespit eder, tanır, duygudaşlık ederim. Zor bir karakter özelliği. Ama yazarken işime yarar. Ne kadar yakınlık duysam da hüznü anlatmak, yazmak kolay değil; deniyorum, en büyük derdim sahici olmak, melodrama tahammülüm yok çünkü.

Küçük Yuvarlak Taşlar’da ise boşluk ve sessizlik kavramları dikkat çekici. Kitabın üslup yönü irdelendiğinde de imgesel bir dil, eğretileme, şiirsel anlatım, geriye dönüş, görsel ögelerin ayrıntılı tasviri ile karşılaşıyoruz. Öykülerinizi yazım sürecinde bahsi geçen ayrıntıların üzerinde bilinçle duruyor musunuz, metnin dilini kurarken dikkat ettiğiniz noktalar nelerdir?

Dil üzerine teknik düşünen, düşünebilen biri değilim. Edebiyatçı değilim ben, diyorum sorduklarında. Sadece yazmayı, anlatmayı, kelimelerle oynamayı seven biri. Sezgisel ilerliyorum. Bir konuyu çalışırken kafamda her şeyi içine alan bir şemsiye duygu oluyor. Biraz rahatlayınca akan metin o şemsiye duyguya ihanet etmeden ilerliyor, dil de benim o sıradaki içsel konuşma tonuma, ritmime göre şekil alıyor. Yani pek planladığım bir şey değil. Sadece içimdeki o sese çok inanıyorum, sanki her şeyi o biliyormuş, ben de onu dinlersem hiç yoldan çıkmayacakmışım gibi geliyor. Yazdığım her metnin kendi sesi var ve o ses bana duyulur olduğunda onun rehberliğine çok güveniyorum. Tabii ki yazım sürecinden sonra okuma süreci başlıyor ve bu süreçte sıklıkla düzeltme ve yeniden yazma devreye giriyor. Orası daha bilinçli bir yer, aklımın daha çok çalıştığı bir yer.

Öykü yazarlığınızın yanı sıra çevirmenlik de yapıyorsunuz. Çeviri yapmanın yazarlığınıza katkıları hakkında ne söylemek istersiniz? Farklı bir dilin düşünme ve yazma pratiklerine dair mesai harcamanın kendi dilinizde kaleme aldığınız metinlere olan etkileri nelerdir? Çevirmenliğin zorlayıcı yanları da olduğunu düşünüyor musunuz?

Çeviri yapmayı çok seviyorum. Bana hep yazmayı öğreten bir şey oldu çeviri yapmak. Çünkü bir metni çevirirken hakikaten onu önce söküyorsunuz, yeni bir yazma biçimiyle karşılaşıyorsunuz, yazarın kafasına giriyorsunuz. Ben çeviri metinlerden çok fazla kelime, deyim, ifade biçimi öğrenirim, onları kenara koyarım, sonra kendim bir şey anlatırken tam aradığım kelime o olur, alır kullanırım.

Deniz yüce Başarır ile gerçekleştirdiğiniz söyleşide, “Bunaltıdan hep yazma ile çıkıyorum,” demiştiniz. Bu sözünüz bana Sait Faik’in “Yazmasaydım deli olacaktım,” sözünü hatırlattı. Sanat, yaralarımızı sağaltır mı yoksa içimizde yeni yaralar mı açar, bu konuda neler söylemek istersiniz?

Yazmak sıklıkla içine bakmayı gerektiriyor. Biraz durup içine bakmayı. Bu da gündelik hayatta pek yaptığımız bir şey değil. Bazen çok alakasız bir şey yazarken içimden çok eski bir duygu geçer, nicedir yaşamadığım bir ruh halini tetikleyebilir yazdıklarım. Öyle zamanlarda üzerine gitmek hem yazarken işime yarar, metnin içinde yeni bir boyut açılır, hem de bir katarsis yaşarım. Evet, yazmanın iyileştirici bir yanı var. Çünkü kendini birine anlatmanın, söz almanın, bir ifade alanı bulmanın iyileştirici bir yanı var. Sanat her dalıyla bu açıdan icra eden için müthiş sağaltıcı bir şey bence. Gündeliği, olağan duyguları herhangi bir sanatın diline dönüştürebilmiş bütün eserler beni hep etkilemiştir.

Sorularımızı cevapladığınız için çok teşekkür ederiz. Nice öyküde buluşabilmek, aradığımız kabuğu bulamasak da kendi kozamızı örebilmek ümidiyle. Sevgiler.

Ben teşekkür ederim. Hem güzel yorumlarınız hem de nefis sorularınız için. Beni, neyi nasıl yaptığım üzerine düşündürdünüz ki bu iyi bir şey 🙂

Hazırlayan: Hatice Akalın

Editör: Melike Kara

Visited 93 times, 1 visit(s) today
Close