Yazar: 19:25 Öykü

Palto

Akşamdan kaynattığı, rengi yeşile dönmüş patatesi bir de üstünde yüzen birkaç üzüm tanesini saymazsak hoşaflığını inkâr edecek boz suyu koydu sefer tasına. Üçlüydü bu sefer tasları da. Üçüncüye de azcık keçi peyniri koysam diye geçirdi aklından, henüz çapakları göz çukurlarından ayrılmamışken. Ustabaşının gözdesi Çipil Huriye’nin, “Çorap gibi kokuyor bu peynir nasıl yiyorsun, nasıl alıyor için?” dediğini hatırladı. Vazgeçti. Meyveliğe ilişti gözü. Çer çöp içinde buruşmaya yüz tutmuş yeşil bir elma çarptı gözüne. İştahla uzandı eli. Şöyle ekşi ekşi, paydosta… Elmayı aldığı gibi yerine bıraktı. Oğlana kalsın, belki okula giderken alır. Banyoya geçti çeşmenin buz gibi suyunu yüzüne çarptı.

Paydos ziliyle eli önlüğünün cebine gitti. Elmayı almadığını hatırladı. “Ah Sebahat sen akıllanmazsın.” Rahmetli anacığı düştü aklına. “Bana bir şey olursa kardeşlerin sana emanet,” derdi sık sık. “Küfesini bana yükledi gitti, gün yüzü göremedim,” diye öfkeli bir fısıltıyla söylendi. Fısıltıdan firar eden “Tövbe tövbe!” bir çırpıda etrafa saçılıverdi. Ustabaşı duyunca gözlerini belertti, çatık kaşlarını birbirinin üstüne çıkacak kadar çatmaya devam etti. Sebahat usulca uzaklaştı oradan.

Önlüğünü çıkarıp paltosunu giydi. Palto, bildiğin palto. Ağırlıksa ağırlık, kuşaksa kuşak, astarsa astar. Gece vardiyaları sonrası sabah ezanıyla girdiği evinin rutubetli soğuğundan kaçmak için nemden ağırlaşmış yorganın altına gömülürdü. Nefesiyle ısınıp göz kapakları ağırlaşmaya başladığı sırada telefonun alarmıyla fırlar; karşı sokağa, kat on iki, daire yirmi üçe koşar adım temizliğe giderdi. Vergi dairesinde çalışıyordu evin hanımı. Paltoyu o vermişti. Hayır yapmanın mağrurluğu gözbebeklerinden taşa taşa. Göğüsten göbek hizasına sıralanan kemik düğmelerin yokluğunu saymazsak pek bir kusuru yoktu. Neyse ne! Palto Sebahat’a düştü ya gerisi boş. Paltoyla da bir başka oldu canım. Az biraz büyük geldi ama olsun böyle daha bir havaya soktu bizim zarganayı. Yürüyüşü bile değişti. Vardiyada paltoyu omzuna atıp evin hanımından aşırdığı sigaraların dumanını havaya savurmalar, “Ay bu palto çok hoş da insan kış mı yaz mı anlamıyor canım,” minvalinde cümleler… Sebahat’ın sünepeliğinden eser kalmadı. Her daim içe dönük omuzları dikleşti, sırtındaki kamburumsu tepecik kaybolup gitti. Ah bi de şu düğmeleri tamamlayabilse. “Bunların aynısını bulamazsın, hepsini değiştirmek lazım” dedi çerçi. Aman, kalınca bir kuşağı var nasılsa, onu sımsıkı düğümledi mi noksanlık moksanlık kalmaz! Hem bu kadarcık kusur kadı kızında…

Atölyedeki yemeklerden türlü böcek, kıvrım kıvrım kurt, etli butlu sinekler çıkardı oldum olası. Sebahat aldırış etmezdi paltoyu sırtına taktığı güne kadar. O günden sonra yemekte gördüğü türlü haşereden tiksinir oldu. Eve varıp paltosunu kapının üstüne atar atmaz Sebahat bizim bildiğimiz eski Sebahat. Mutfakta sağa sola koşturan hamam böcekleri, tezgâhta gezinen karafatmalar ne midesini ne aklını bulandırıyor. Onlar volta atadursun Sebahat tek göz ocakta ya makarna ya tarhana kaynatıp bir somun bir soğanla yiyor.

Oğlu son zamanlarda yemeden içmeden kesildi. Ana bu, bilmez mi, görmez mi, hissetmez mi? Bilir, görür, hisseder elbet ama aklına gelen, gözüne girenlerle yüzleşecek takati yok. Endişeler yılan gibi beyninde, kalbinde sürünüyor. Tövbe tövbeleri havaya savuruyor. Onların gölgesinde olana bitene, olacak olana, olacak olsa ocak söndüreceğe, sırtını dönüp hayata kaldığı yerden devam ediyor.

Dedim ya palto Sebahat’ın miladı oldu. Haftalığını alınca evdeki paslı makasın körlüğünü bahane ederek doğru kuaföre. Yapağıya dönmüş, kafatasına yapışmış, uzun, biçimsiz, cılız saçlarını omuz hizasında kestirdi. Yan koltukta oturan saç dipleri simsiyah müşterinin civciv sarısı uçlarına vuruldu. Haftalığı artarsa belki o da kömür karası saçlarından kurtulurdu. Bahtının karalığı da saçlarıyla birlikte açılır, kim bilir? Matmazel Gül sigara uzattı. Kahven nasıl olsun, dedi. Tüm bunlar paltonun hatırınaydı, anlamıştı. Yoksa yıllar var ki uğramaz dükkâna, ağırlanacak bir müşteri değil yani. Kuaförün sahibi Matmazel Gül’ü de ortaokuldan bilir. Adı Tazegül aslında. Okulda Gül dedirtirdi kendine, kuaför olunca dükkânın adı da kendi adı da Matmazel Gül oluverdi. Kahveler sigaralar içildi. Sebahat paltosunun cebinden para çıkarmaya yeltenince Matmazel Gül, “Senin paran geçmez burda. Oğlanla hallederiz biz,” dedi. Sebahat şaşkınlığını, kendini ele vermek üzereyken yuttu, çıktı. Oğlanın kaç zamandır arkadaşımın diye giydiği renkli ayakkabılarının, daracık pantolonlarının… “Tövbe tövbe!” Ah! Evet, tabi törpülenmiş tırnaklarının, incelmiş kaşlarının… “Tövbe tövbe!” Sebahat’ın tövbeleriyle kaçtığı, gölgelediği ne kadar şey varsa hepsi gün yüzüne çıktı. Nedir benim bu çilem, diye bir ağlamak tuttursa şimdi. “Ne yapmalı, nereye gitmeli, ne demeli?” Ama yok! Yılmıştı el uzatmaktan, üstlenmekten, sırtına yük, kalbine kara bağlamaktan! Elini cebinden çıkarıp paltosunu okşadı, paltosu onu dünyaya bağlayan, dünyadaki varlığını, kadınlığını, insanlığını meşrulaştıran yegâne şeydi. Rahatlamıştı. Oğlana da bir şey sormayacaktı. Yürüdü. Civciv sarısı saçlarını paltosunun üzerinde hayal ederek. Bugün, biz oğlanla hallederiz dememiş miydi Matmazel? Haftalığının artmasını beklemeye gerek yoktu. Oğlanın okulu bırakması, üstelik nicedir dikkatini çeken tuhaf halleri içini sızlatınca sarı saçlarının hayaliyle kesiverdi huzursuzluğunun homurtusunu. Eve girdi. Tezgâha yaydığı gazetenin üstünde ekmeğini bandırarak menemen yiyen oğlunun ojeli tırnaklarını gördü. Sebahat’in kuaförde öğrendikleri, oğlanı ne zamandır uykudan, yemeden içmeden eden huzursuzluktan kurtarmış, hatta sedefli ojelerini bile meşrulaştırmıştı demek! Göğsünden yüzüne doğru yayılan öfkeli sıcaklıktan ve “Tövbe tövbe!” sesiyle irkilen oğluna saldırmaktan paltosunu okşayarak kurtuldu.

Karnının gurultusu zihninin gürültüsüne yenik düşünce bir lokma yemeden soyunup dökünüp yatağına girdi. Gözlerini sımsıkı yumdu ve çocukken koyunları otlattığı türküye kaçtı. Ne zaman baş edemeyeceği şeyler altında bir böcek gibi çatırdayarak can vereceğini düşünse aynı şeyi yapardı. Gece vardiyası için uyandı. Oğlanın yatağı bozulmamış. Lavabo aynasının önünde ruj! Kafasını musluğun altına soktu. Yeni kesilmiş saçlarını baş aşağı kurutup havalandırarak, yakında sararacak uçlarını hayal ederek zihnine sus payı verdi. Birazdan paltosunu da sırtına geçirdi mi…

Vardiya sonrası başına çektiği yorganın rutubet kokusuyla daldığı uykusundan sıçrayarak kalktı. Alarm çalmamıştı henüz. Gündüz paltonun kuytusunda saklandığı her şey gece rüyalarına sızıyordu. Üçlediği tövbeleriyle çıktı yataktan, buz gibi suyun altında elleri bıçak kesiği gibi ince bir sızıyla ürperdi. Kapının üstünden paltoyu almadı. Haki rengi dökük hırkasını geçirdi üzerine. Güliz Hanım’ın temizlik günüydü. Büyük şen kahkahalar atardı Güliz Hanım. İşten gelir gelmez tezgâhın üzerinde duran kavanozdaki bitkilerden kaynattırırdı Sebahat’a. Kavanozun yanında küçük hasır sepette de neşesaçar çayından hemen önce yuvarladığı pembe haplar. “Doktor yazdı, bunlar olmasa ben ne uyuyabilirim ne de İsmet’in dangalaklıklarına katlanabilirim. Başım daha yastığa değmeden uyuyuveriyorum da dellenmiyorum şükür.” Ardından da gürültülü bir kahkaha. Sebahat, Güliz Hanım’ın kahkahasını kendi sesinden duydu. Ne hoş geldi kulağına! Kavanozdaki bitkilerden temizlik kıyafetlerinin olduğu poşete attı biraz. Pembe haplardan da. Bak sen keramete, şimdiden neşelenmişti.

Eve gider gitmez neşesaçar bitkileri demleyecek, hapı atacak. Kendi kahkahalarını duyacak, endişesiz bir uykunun kuytusuna sızıverecek. Şen kahkahalarının cazibesi aklını çelince kuaföre saptı. Kuaför koltuğunda Matmazel’in oğlan için söyledikleri, atölye yemeğindeki kıvrımlı kurtlar, etli butlu sinekler gibi midesini bulandırdı. Mahallenin işsiz güçsüz delikanlılarının oğlunu kafaya takmaları, önceleri dalga geçip eğlenirken artık ulu orta tehdit etmeleri… Bir keresinde gece koyuluğunda Macit’le sarmaş dolaş görünce ikisine birden saldırmaları… Oğlanın artık bu mahallede barınamayacağı, olanları duyunca deliye dönen Macit’in abisinin bugün yarın mahalleye damlayacağı… Bunca zaman tövbelerle kışkışladığı ne kadar vesvese varsa hepsi ete kemiğe bürünmüş Sebahat’in karşısında dikiliyordu. Dellenebilirdi. Bir bardak su istedi ve bir hap attı.

Duyduklarının ağırlığına inat hafif adımlarla evin yolunu tuttu. Vardığında saat epey ilerlemişti. Poşete attığı bitkileri demledi. Güliz Hanım’ın hapı çaydan önce içtiğini hatırlayınca bir hap daha attı. Üstüne de son damlasına kadar neşesaçar çay!

Buzdolabında buruşmaktan küçülmüş elmanın içindeki kurt huzursuzlandı. Mutfakta sağa sola koşturan hamam böcekleri, tezgâhta gezinen karafatmalar Sebahat’in önünden telaşla geçtiler. Yandaki odada hizalandılar. Boyunları tutulana kadar, paltonun sımsıkı düğümlenmiş kalın kuşağında asılı oğlanı izlediler.

Sebahat’in sarı saçları omuzlarından, zoraki kahkahaları dişlerinin arasından dökülüyordu o esnada.

Editör: Hatice Akalın

Eylem Turgut Şahin
Latest posts by Eylem Turgut Şahin (see all)
Visited 20 times, 1 visit(s) today
Close