Yazar: 21:02 Makale

Marksist Sanatın Gelişimi

GİRİŞ

Herhangi bir felsefe hakkında açıklama yapmak için, öncelikle bu felsefe hakkında birtakım sorular üzerinde düşünmek, yapacağımız değerlendirmeler açısından önemli olacaktır. İlk olarak Marksist kavramının anlamı nedir? Marksist anlayışın temeli neye dayanmaktadır? Sanatın temel amacı nedir? Amaçlarını gerçekleştirmede başarı sağlayabildi mi? Bu felsefenin ortaya çıkmasında etkin rol oynayan faktörler nelerdir? Bu faktörler üzerinde etki eden yazarlar ve dünya görüşleri nelerdir? Batı denilen aynı evde yetişen ve aynı materyalizmden doğma kardeşler nelerdir ve Marksist anlayışın bu kardeşler arasındaki konumu ve bunlar ile ilişkisi nasıldır? Marksist sanat, nasıl bir ideolojiye dayanmaktadır? Genel olarak sorulan bu sorulara açıklık getirmeye çalışmak, Marksist sanatın daha iyi idrak edilmesini sağlayacaktır.

Marksizm’i Karl Marx’ın görüş ve öğretiler sistemi olarak ele aldığımızda, yazar hakkında birkaç önemli noktaya değinmek, giriş mahiyetinde önemli olacaktır. Marx, Yahudi bir avukatın oğludur. Onun ailesi varlıklı ve kültürlüydü fakat devrimci değildi. Hukuk eğitimi alan Marx, tarih ve felsefe dersleri aldı. Doktora tezini aldığı zamanlarda, henüz Hegelci bir idealistti. Bu etkileşim neticesinde, Berlin’de “Sol Hegelciler” grubuna katıldı. Marx’ın yüksek ünvanlar almasına karşılık, akademik kariyeri bırakmasının temel sebebi, hükümetin gerici politikasıdır. Tabii o dönemde “Sol Hegelciler” Almanya’da ilerleme sağladılar. Ludwig Feuerbach ise, teolojiyi eleştirmeye başladı ve yönünü belli bir zamandan sonra materyalizme döndürdü. Kendi felsefesini “Hıristiyanlığın Özü” adlı eseri ile ortaya koymuştur. Engels ise daha sonra Feuerbach’ın eserlerine dair “ Bizler yani sol Hegelciler, birden Feuerbachçı olduk” diyecektir. Bahsettiğimiz bu üç yazar sonra Köln’de bir gazete çıkardılar ve düzenli olarak yazılarını yayımladılar. Ardından hükümet gazeteyi sansüre tabi tuttu ve 1 Mart 1843’te gazete tamamen kapatıldı. Tabii Marx bu zamanda ekonomi politik bilgisinin yetersiz kaldığını anlamış ve bu alanda araştırmalara koyulmuştur. Ardından Marx, Arnold Ruge ile birlikte Paris’te de gazete çıkardı fakat bu gazete bazı sebeplerden dolayı, varlığını kısa süre devam ettirebildi. Daha o zamanlar Marx’ın bu gazetede yazdığı makaleleri, onun var olan her şeyi acımasızca eleştirmesi yönü ile yüzünü kitlelere ve proletaryaya dönen bir devrimci olduğunu ispat eder niteliktedir. 1844 yılında Paris’e gelen Engels, Marx’ın en yakın arkadaşı oldu. Bu zamanlarda her ikisi de Paris’teki devrimci gruplar arasında yerlerini aldılar. Marx bu arada “Felsefenin Sefaleti” adlı yazısını kaleme aldı ve o dönemde Proudhon’un öğretisini boşa çıkarmayı başardı. Marx ve Engels küçük burjuva sosyalizminin çeşitli öğretilerine karşı mücadele ederek, devrimci proleter sosyalizmin ya da diğer bir deyişle komünizmin (Marksizmin) teorisini ve taktiklerini geliştirdiler (Lenin, 2017:8) Bu felsefe tarihe, topluma, ekonomiye dayanan her türlü toplumsal durumu Marksist bakış açısı ile değerlendiren sosyal bir teori haline getirdiler. Marx daha sonra Prusya hükümeti tarafından tehlikeli bir devrimci olarak sürgün edildi ve Brüksel’e gitti. Ardından Engels ile “”Birlik” adında gizli bir propaganda topluluğuna katıldılar ve ünlü Komünist Manifesto’yu kaleme aldılar. Bu eser; dünya görüşlerini, tutarlı materyalizmi, gelişim öğretisi olan diyalektiği, sınıf mücadelesi teorisini ve proletaryanın dünya çapındaki tarihsel devrimci rolünü açık bir şekilde ortaya koymaktadır.  Marx 1848 Şubat Devrimi‘nden dolayı Belçika’dan sürgün edildi ve Köln’e yerleşti. 13 Temmuz 1849’da ise düzenlenen gösterinin ardından da sınır dışı edilince, Londra’da yaşamını sürdürdü. Görüldüğü gibi Marx’ın hayatı sürgünler ile dolu olduğu için, çok büyük yoksulluk içinde yaşadı. Engels’in ona yaptığı maddi yardımlar sayesinde ayakta durmayı başardı ve Kapital’i tamamlaması da bu yardımın sayesinde olmuştur diyebiliriz. Üstelik küçük burjuva sosyalizminin, ya da daha genel bir ifadeyle proleter olmayan sosyalizmin egemen öğretileri ve eğilimleri Marx’ı bunlara karşı sürekli ve amansız bir mücadele vermeye zorluyor, zaman zaman son derece acımasız ve şiddetli kişisel saldırılara karşı koymak durumunda kalıyordu (Herr Vogt)

Bu zaman diliminde Marx kendi materyalist teorisini geliştirdi. Altmışlı yıllarda artık demokratik faaliyetlerin canlanması neticesinde Marx da aktif faaliyetlerini sürdürmüştür. 28 Eylül 1864’de Londra’da Uluslararası İşçi Birliği kuruldu ve Marx’ın bu birlikteki yeri ayrı önemliydi. Artık Marx çeşitli ülkelerdeki işçi sınıfının proleter mücadelesi için çaba sarf etti. Bu birlik ile dünyadaki işçi hareketlerinde büyük gelişmeler gösterildi ve sosyalist işçi partilerinin kurulacağı bir döneme de giriş sağlandı. Tabi bu yorucu teorik çalışmalar, Marx’ın hayatını çok etkiledi ve Kapital’i tamamlasına fırsat vermedi. Tarihler 14 Mart 1883’ü gösterdiğinde ise Marx hayatını kaybetti.

Karl Marx’ın Hegel ve Ludwig Feuerbach’den etkilendiğini yukarıda da ifade etmiştik. Fakat daha sonraki zamanlarda Marx bu yazarlardan farklı bir görüşe sahip olmuştur. Hegel ve Ludwig Feuerbach, insanın yabancılaşmasının kendi içlerinde olduğunu, hayatın; boş, anlamsız ve değersiz olduğunu  savunmuşlardır. Yabancılaşmanın son bulmasını ise felsefi bilgiye dayandırmışlardır. Marx ise, insanların modern kapitalist toplumda yabancılaşmaya maruz kaldıklarını düşünmektedir. Bu bağlamda Marx, filozofların dünyayı sürekli yorumladıklarını fakat dünyayı değiştirme işine girişmediklerini söylemektedir. Ona göre yabancılaşma, zihin dışı bir gerçeklik ile mücadele sonunda aşılabilir. Bu yüzden Marx, bu yabancılaşma kavramını diyalektik ve materyalist felsefe üzerine dayandırır. O bu yabancılaşmayı ekonomik temel üzerine dayandırır ve üretim ilişkisi üzerinden analiz yapma yoluna gider. Kapitalist toplum düzeninde, işçi ürettikleri ürünlere yabancılaşır ve bu da zamanla kendi emeğine de yabancılaşması anlamına gelmektedir. Bu bağlamda da “emek güçlerini” kayıtsızca sömüren işveren duyarsızlığına ve bu zamana da eleştirilerini sürdürür. “Değer, artık değer, sermaye, meta” gibi kavramlar ile işçinin üretimine ve üretim araçlarına nasıl yabancılaştığını, işçinin emeğini satmada zorlandığını açık bir şekilde ifade etmektedir. Özellikle daha sonra belirteceğimiz iki temel sınıf arasında uzlaşmayan çatışmalara da dikkat çekmektedir. Sınıf mücadelesini tarihsel materyalist kavramı üzerinden açıklama yoluna gider. Bu bakış açısı içine insanı, toplumu, sanatı ve tarihi de dahil eder. İnsanın eylemlerini, ruhdan ziyade daha çok beden üzerine vurgu yaparak sanatsal açıdan yaşamı değerlendirir. Bu yönüyle Marksist felsefe, işçi sınıfı ve sosyalizm mücadelelerinde savaşçı bir partizan olarak ortaya çıkıyor. Kısacası Marx’ın toplum felsefesinden bahsedecek olursak, 19.yy’da önemli bir toplumsal değişim üzerine kurulu olduğunu ve bunu ilk defa gün yüzüne çıkardığını söyleyebiliriz: “Bir sanayi işçi sınıfının siyasal bilince ve sonunda siyasal güce kavuşması.” (Sabine, 2013:183)

Karl Marx’ın hayatını ve benimsediği felsefi görüşleri açıklığa kavuşturduktan sonra Marksizm kavramının, birçok yazar açısından nasıl kavrandığına bakmak yerinde olacaktır. Terry Eagleton’a göre Marksizm; insan toplumlarına ve onların dönüşüm pratiğine ilişkin bilimsel bir kuramdır; çok daha somut bir biçimde söylersek, Marksizm anlatısı insanların kendilerini sömürü ve baskıdan kurtarma mücadelesine dair bir hikayedir. (Eagleton, 2012-2014:8) Yazar Marksizm’i toplumsal alt ve üst yapı olarak değerlendirmesi de bu noktada önemlidir. İnsanlar arasındaki toplumsal ilişki, maddi yaşamlarını üretme biçimlerine bağlıdır. Örnek verecek olursak; ortaçağ köylüsü ve efendisi arasındaki toplumsal ilişkiden söz edebiliriz. Daha sonraki aşamada üretici araçlarının yenilenmesi, değişen toplumsal ilişkiler kümesine dayanıyordu elbette. Tabii üretim araçlarını elinde bulunduran bir kapitalist sınıf vardı. Bir de emek gücünü kapitalistlerin kar etmesi için satan proleter sınıf vardı. Bu iki sınıf hem “güçler” i hem de “ilişkiler” i bir araya getirildiğinde, ekonomik temel ortaya koyan bir “altyapı” biçimlendirmesinden bahsetmek mümkündür. Tabii ekonomik temelin de bu durumda “üstyapı” yı meydana getirmektedir. Üst yapı, altyapıdan daha fazlasını içerir. Örnek verecek olursak; Marksizm’in ideolojik olarak adlandırdığı “toplumsal bilincin belli biçimlerini” yani siyasal, dinsel, etik ve estetikten bahsetmek mümkündür. Burada ideolojinin anlamını da, toplumdaki egemen sınıfın gücünü meşrulaştırmak olarak tanımlayabiliriz. Alt ve üst yapı ile ilgili Ali Şeriati’ nin de görüşleri vardır. Şöyle ki; “İdeolojinin kendisinin, modern Batı’da egemen olan burjuva endüstriyel üretim sisteminin sosyal alt yapısı üstüne oturan basit bir üstyapı olarak görülmesi gerektiğindendir.” (Şeriati, 1980:62) O, Marksizm’in toplumu altyapı ve üstyapı olarak ikiye ayırdığını; birincisi ile “üretim modeli” anlatılmak istenirken, üstyapı ( din, ahlak, edebiyat, felsefe, politika, hümanist düşünce ve inanç vs.) ise şeklini üretim araçlarından almaktadır. Aynı şekilde Protestanlık, Kapitalizm, Marksizm ve Faşizm, her ne kadar farklı bir yol izlemişlerse de aynı materyalizmden doğma kardeşler olduğunu ifade etmektedir. Ona göre Marksizm: “İnsan varlığının bütün dış yansımalarına, insan hayatı ve tarihine getirdiği ekonomik yorumlarıyla, sosyalizmi, ‘endüstri yoluyla ekonomik bolluk’ ilkesine dayalı tümüyle ekonomik bir düzene çevirmiş ve (tanrıyı insan tarihinde gerçekleşmiş gören) Hegel dialektiğinden, proleterya için bir burjuva hayatı gerçekleştirme araçları elde etmiştir!” (Şeriati, 1980:63)

Engels ve Marx’ın, üst ve altyapı hakkındaki görüşlerini de ifade etmekte fayda vardır. Engels 1890’da Joseph Bloch’a yazdığı mektupta bu konuya açıklık getirir: “ Materyalist tarih anlayışına göre, tarihteki belirleyici etmen, son kertede gerçek yaşamdaki üretim ve yeniden üretimdir. Ne Marx ne de bundan ötesini iddia ettik. Eğer birisi bu anlayışı ekonomik ögenin tek belirleyici olduğu şeklinde bozarsa bu ifadeyi anlamsız, boş ve absürd bir hale sokmuş olur. Ekonomik durum temeldir; ancak üstyapının çeşitli ögeleri –sınıf mücadelesinin siyasal biçimleri ve sonuçları, başarılı bir savaştan sonra muzaffer olan sınıf tarafından yapılan anayasalar, hukukun biçimleri vb.- ve hatta savaşa katılanların zihninde bu gerçek mücadelelerin yansımaları siyasal, hukuki ve felsefi kuramlar, dinsel düşünceler ve bunların dogmatik sistemlere dönüşen ileriki aşamaları tarihsel mücadeleler üzerinde kendi etkilerini gösterir ve çoğu durumda bu mücadelelerin biçimini baskın bir biçimde belirler.” (Eagleton, 2012-2014:24)

Marx ise altyapı ve üstyapı arasındaki ilişkiyi iyice anlamak için kafa yorduğunda, karmaşıklık ve dolaylı olmasından dolayı, bu ilişkiye örnek olarak sanatı seçmiştir. Şöyle ki : “Sanat dalları söz konusu olduğunda bazı sanatların gelişme dönemlerinin toplumun genel olarak gelişmesiyle ve bunun sonucu olarak toplumun örgütlenmesinin iskeleti olan maddi temelin gelişmesiyle hiçbir şekilde orantılı olmadığı bilinmektedir. Örneğin, modernlerle karşılaştırıldığında Yunanlar ya da Shakespeare’in durumu böyledir. Örneğin, destan gibi bazı sanat biçimlerinin, sanatsal üretim o niteliğiyle ortaya çıktığı tarihten bu güne, klasik biçimi içinde hiçbir zaman yaratılamayacakları ve bu nedenle de sanat alanının kendisinde bazı önemli yapıtların ancak sanatsal gelişmesinin daha aşağı bir aşamasında olanaklı olduğu kabul edilmektedir. Sanat alanının içindeki değişik sanat türleri için söz konusu ilişki doğruysa sanatsal alanın tümünün toplumun genel gelişmesiyle ilişkisi içinde doğru olması da pek şaşırtıcı olmasa gerek. Zorluk, yalnızca bu çelişkilerin genel formülasyonundadır. Bunlar açık hale getirildikçe açıklanmış da olurlar.” (Eagleton, 2012-2014:24-25)

Görüldüğü gibi bu felsefe hakkında dile getirilen görüşler oldukça farklıdır. Bazen uzlaşma sağlanırken, bazen doğru anlaşılması yönünde aykırı düşüncelere şahitlik ediyoruz. Bunun yanında bu felsefenin eleştiri yönü de vardır ve felsefede yer alan yazarların görüşleri bazen farklılık arz etmektedir. Marksist eleştiride her türlü edebi biçimciliğe karşı çıkma söz konusudur. Marx biçim ve içeriğin birlikteliğini savunurdu fakat yine de Hegelci geleneğe bağlı kalıyordu. Burada Marx Hegel’in estetik görüşünü tamamen benimsedi mi sorusu akla gelebilir. Öncelikle bu şekilde düşünmek hata olur. Hegel’in estetiği basite indirgenmiş haldedir. Her iki yazar da soyut estetik meselesinde ayrı fikirler ortaya koymuşlardır. Genel olarak ifade edecek olursak, Hegel’in şu sözü, bu durumu açıklar niteliktedir: “Biçim içeriğe dönüşmedikçe ve biçim de içerik biçime dönüşmeden hiçbir şeydir.” Görüldüğü üzere biçim ve içerik pratikte ayrılamazsa da kuramsal olarak ayrıldığı, net bir şekilde ifade edilir.

Marksist eleştiri bağlamında “sosyalist gerçekçilik” konusuna da değinmek, dönemde geçen olayları ve bu olayların etkilerini çözmek, aynı şekilde sanat ve edebiyat ilişkisini kavramak açısından önem arz etmektedir. Fütürist şair Mayakovski geçmişteki bütün sanatın yıkılması için çağrıda bulundu. Bolşevik Parti Merkez Komitesi’nin 1928 yılında ilan ettiği karara göre edebiyat şu şekilde olmalıydı; yazarları inşaat alanlarına ziyareti için göndermek ve sistemi göklere çıkarmaya yönelik romanlar üreterek, partinin çıkarlarına hizmet etmelerini sağlamaktır. Bütün bunlar Stalin ve Gorki tarafından uyduruldu ve Jdanov tarafından ilan edildi. Resmi olarak benimsenen “Sosyalist gerçekçilik” görüşü, 1934’teki Sovyet Yazarları Kongresi ile en üst seviyeye ulaştı. İlk Bolşevik kültür bakanı Lunaçarski, Proletkült’ün amaçları doğrultusunda söz konusu devrime açıktan açığa düşman olmayan bütün sanat biçimlerini desteklemeye de başladı. Proletkült ise sınıfın silahını sanat olarak görüyor ve burjuva kültürünü reddediyordu. Bireysel amaçlardan ziyade, daha çok işçi sınıfının duygu ve düşüncelerini düzenleyen proleter sanatın gelişmesini istiyordu. Bu görüş, 1920’lerin sonundaki Bütün Rus Proleter Yazarlar Derneğine (RAPP) kadar devam etti. Bu kurumun amacı ise, kültürel kuruluşlardan sıyrılmak ve “sosyalist gerçekçilik” yolunu açmaktı. Tabi RAPP, Stalin’in ortodoksi ile uyumluydu ve bireyciliği ön plana çıkarıyordu. Stalin milliyetçi bir ideolojiye doğru hareket ederken, RAPP proleter şevkinden git gide şüphe duydu ve bundan dolayı da bu grup 1932’de dağıldı. Daha sonra bu grubun yerini Stalin iktidarına bağlı olan Sovyet Yazarlar Sendikası aldı. Ardından edebiyatı alaşağı eden birçok kararlar alındı ve konular tek biçimli bir hale geldi. Bu sosyalist gerçekçilik öğretisinin Marx ya da Hegel’den geldiği düşünülebilir. Fakat asıl taşıyıcı konumunda olan yazarlar daha çok Belinski, Çernişevski, Dobrolyubov gibi 19.yy Rus devrimci demokratik eleştirmenleridir.

Bu felsefe, Türk edebiyatında ise cumhuriyet sonrasında etkisini göstermeye başlamıştır. Cumhuriyet sonrasında halkçılık ile solculuk kavramları ilişkili hale geldi. Marksist sol görüşlü bir ideolojiye sahip ve bu ideolojide ilerleyen aydınlar, iktidar ile kurdukları ilişki genelinde dergilerde halkçılık, köycülük söylemlerini ortaya koymuştur. Cumhuriyet ideolojisinin sınıfsız toplumu, Marksist sınıfsız toplum anlayışından farklıdır. İzmir İktisat Kongresinde bu ayrım dile getirilmiştir. Çünkü işçi sınıfının istekleri burjuva devrimin istekleri idi. Bundan dolayıdır ki yeni ulus ve birey tipi yaratılmaya çalışıldı. 1923’den sonra çıkarılan Aydınlık, Orakçekiç, Resimli Ay dergisi sol ve Marksist görüşlü dergiler olarak basımlarını sürdürdüler. 1925 yılına gelindiğinde ise, Takrir-i Sükun kanunu ile Şeyh Said ayaklanmasından dolayı birçok Marksist düşünceye sahip olan dergiler kapatıldı. Bunun sonucunda Dr. Şefik Hüsnü, Hasan Aledi gibi düşünürler yurt dışına kaçtılar. Türkiye’de kalan Marksist düşünürler ise çıkardıkları Yoldaş isimli gazetede yayımlanan bir bildirimden dolayı tutuklandılar. Bunların içinde Nâzım Hikmet de vardır. Bu görüşü çok iyi benimseyen ve topluma bir ideolojik kaynak olarak benimseten en önemli yazarımız kuşkusuz Nâzım Hikmet’tir. Bu yazarımız Mayakovski’den etkilenmiştir. Nâzım Hikmet bu felsefeye “Hakiki Realizm” adını verir. Bu yazarımız sosyalist düşünceye sahip olsa bile Türk şiirinin geleneğinden de beslenir. Hem divan hem de halk geleneğindeki hikayelerin üslubundan yararlanır. Örneğin Şeyh Bedrettin Destanı bu devrin ürünüdür. Emek, başkaldırı, baskı gibi komünist düşüncelerin kullanıldığı ifadeleri içermesi bakımından önemlidir. Attila İlhan ise “Toplumcu Gerçekçilik” adlandırmasını yapıyordu. Bu gibi farklı isimler farklı görüşlerde ifade edilmiştir. Onun için en doğru adlandırma “Sosyalist Gerçekçi Şiir” olmuştur. Toplumcu Gerçekçi edebiyat sosyal ve siyasal konuları ele alır. Yazarların başlıca ele aldığı temalar ise; siyasal baskılar, yoksul insanlar meselesi, Faşizm, Kapitalizm sömürüsü vb. konulara dayalıdır. Materyalist düşünceyi ise Tanzimat döneminde Türkiye’ye ilk olarak Beşir Fuat getirmiştir. Bizde sosyalist düşünceye bağlı prodonlu yazılar, 1848 yılından itibaren yayımlanmaya başlandı. 1971’den sonra ise Marx’ın imzası ile yazılar ortaya çıktı. Şemsettin Sami, Namık Kemal, Ahmet Mithat Efendi gibi yazarlar ise, Sosyalizm’in lehine yazılar yazmışlardır.

Sonuç olarak, Karl Marx 19.yy’da felsefe tarihi içinde kendine yer edinmiş önemli filozoflardan biridir. “Kapital” ve “Komünist Manifesto” eserleri ile tanınmıştır. Aynı zamanda Marksizm felsefesi ile yoksulluk, fakirlik ve cehaleti kader unsuru olmaktan çıkarmıştır. İnsanın kültür ve estetik bağlamında tanınması, yazarın sanat görüşünü anlamak açısından önemli bir yer teşkil etmektedir. Düşündüklerini sistemli bir hale getirerek ve bunları sistemli bir şekle sokarak, kendi felsefesini oluşturmaya çalışmıştır. Hegel’in diyalektiğinden etkilenip üretim gücü ve ilişkilerine dayanan diyalektik anlayışını oluşturmuştur. Bu anlayışı üretimden ayrı düşünemez ve üretim olarak sanat görüşünü de gündeme getirmiştir. Marx’ın “Ben felsefemi yaptığım gibi felsefem de beni yaptı.” sözü, kendisinin felsefesini ortaya koyarken aslında ortaya koyduğu felsefenin kendisini inşa ettiğini açık bir şekilde söylemektedir. Bu felsefenin Türk edebiyatına yansımasını ise cumhuriyetten sonra görmekteyiz. Bazı yazarlar eserlerini bu görüş doğrultusunda ele alırken, bazıları bu görüşün aleyhine yazılar yazmışlardır. Bu estetiği benimseyen ve eserlerine yansıtan en önemli yazarımız ise Nâzım Hikmet’tir.

KAYNAKÇA

  1. LENİN, V.İ, Marksist öğreti (T. Ok, Çev.), Kor kitap, Kasım 2017, İstanbul, s.5-12.
  2. EREN, Gül, Marksist Sanat Anlayışı, s.3-7.
  3. ŞERİATİ, Ali, Marksizm Ve Diğer Batı Düşünceleri, Düşünce Yayınları, İstanbul 1980, s.62-87.
  4. EAGLETON, Terry, Marksizm Ve Edebiyat Eleştirisi (U. Özmakas, Çev.), İletişim Yayınları, İstanbul 2012-2014, s.15-69.
  5. Marx, K. vd. (2016). Marksist Felsefe Kılavuzu (M. Odman, Çev.), Yazılama Yayınevi, İstanbul, s.26-42. 
  6. ÖZKAN, Beyza, Marksist Felsefenin “Estetik”Yüzü: Marx, Felsefesini; Felsefesi Marx’ı Yaptı.
  7. SABİNE, George, Yakınçağ Siyasal Düşünceler Tarihi (Ö. Ozankaya, Çev.), Cem Yayınevi, Ekim 2013, İstanbul, s.181-222.
Fatma Korkmaz
Latest posts by Fatma Korkmaz (see all)
Visited 31 times, 1 visit(s) today
Close