Yazar: 19:00 Mahal Dergi 6. Sayı, Öykü

Kendi Ekseni Etrafında Dönen Yolcu

Ürkütücü havanın hâkim olduğu saatlerde çıkıyoruz yola. Aylardır her hafta olduğu gibi… Araba tuttuğu yetmiyormuş gibi feci halde aç ve uykusuzum. Siyah şişme montu içinde kaybolmuş erkek kardeşimin başı kucağımda, uyuyor. Kumral saçları alnına dökülmüş. Pembeleşmiş ve kurumuş dudakları sayıklıyor.

Sonu yine hastaneye varacak olan yaklaşık bir buçuk saatlik yolculuğumuzda güneş, İzmir’in palmiye ağaçlarıyla donanmış sahil kenarı yolundan geçtiğimiz sırada gülümser bana. O an kimse onu fark etmez sanki. Beyaz, pek de yeni sayılmayan arabamızda bile tek ben selamlarım onu. Babam yola odaklanmıştır, annemse dışarıyı izler. Arada babama dönerek fısır fısır bir şeylerden söz eder. Arkadan da, günü nasıl bu kadar güleç karşıladığını anlamlandıramadığım, bir kadın radyo sunucusu bıkmadan konuşur.

Kokusundan tiksindiğim koridordayız. Kırmızı mavi koridorlarının soğuk demir hastane oturaklarında, yüzlerindeki umutsuzluğu gördüğüm insanlarla bu kasvetli alanı paylaşıyoruz. Doktorun odasına giren yakınlarının ardından hastane mermerlerine bakıp yaşları yavaşça yanaklarından süzülen teyzeler, yüzünün acısını saklarcasına pencereden dışarı uzanan bakışları ile saçları dökülmüş amcalar arasında… İki kardeş o soğuk oturaklarda birbirimize yaslanmış karşıdaki kapalı kapının açılmasını bekleyenlerdeniz biz de. Kardeşim, “Annem ve babam artık gelse de poğaça alsak dimi abla? Çok acıktım ben.” diyor yere bakarak. “Gelirler şimdi ablacım.” diyorum. “Hem, kantinde taze sıkılmış portakal da vardır.”

İşte o sırada bir hareketlenme aldı bu cansız yeri. Adeta tüm dünya sustu. Zaman durdu. Herkesin bakışları koridorun köşesinde toplandı. Bense kardeşimi kollarımın arasına alıp insanların yüzündeki meraka bakıyordum. Sedyeyle birkaç kişinin süratle götürdüğü, benim yaşlarımda olduğunu düşündüğüm bir erkek çocuğu göründü. Sağ kaşından başlayarak kırmızıya bulanmış siyah saçları vardı. Eşofmanı ve bluzu yer yer yırtılmış, sol ayağında tek kalmış gri spor ayakkabısıyla neredeyse ölü haldeydi. On saniyeliğine de olsa dünyanın kalbi o koridordu. Yalnızca on saniyeliğine… Sedyenin “AMELİYATHANE” yazılı kapıdan içeriye girmesi ve kapının ardından yaklaşık yarım dakika bakılmasıyla her şey (bütün o merak ve acı) son buldu. Herkes eski rolüne büründü birden. Muhtemel odur ki tanıdıklarından başka kimse, o çocuğu bir daha merak etmedi.

Tüm bunları o güzel mavi boyasından eser dahi kalmayan küf kokulu eski odamda yıllar sonra anımsıyorum. Aylardır toplamayı reddettiğim eşyaları uzun uzun bakarak kutuluyorum. Uyurken saçlarını okşadığım kardeşim ise koca adam oldu şimdi, bana hayli uzak. Anne-babamızı o hastanede ziyaret etmek dışında neredeyse birbirimizi hiç görmedik. Yine de o hastane daima bizi birleştiren bir nokta oldu.

“Abla! Hadi artık mezarlığa gidiyoruz. Artık çocuk değilsin, anla! Çık şu odadan.” Derin bir nefes alıyorum. Anne ve babamı ziyaret etme vakti geldi. Orada saatlerce beklesem de ağlasam da ardından kendime yeni bir sayfa açma kararı alıyorum.

Öğle vakitlerinde gittiğimiz mezarlıkta saatlerce yalnız başıma oturduğumu yağmur çilemeye başlayınca fark ediyorum. Güneş yeni batmış. Çantamda yıllardır benimle sürünen el defterimi çıkartıyorum. Bulutlardan düşen yavaş damlalar eşliğinde bir not alıyorum; “Ömrüm başkaları adına yaşamakla geçti ve elimde hayatıma, başarıma dair hiçbir şey kalmadı. Oysa yaşamamak uğruna hayatımı ellerine bıraktığım insanların bana verdiği önem hastane koridorundaki insanların, ölümle savaşan sedyedeki çocuğa verdiği değerden farksızdı.” Defterimi koyup anne-babamın mezar taşlarına sarılıyorum. Güçlü bir nefes alarak başlıyorum yeni hayatıma. İlk gördüğüm otobüse kalkıyor elim. Yeniden İzmir’in yollarındayım. Arabalar hala midemi bulandırıyorken…

Gözdenur Tetik
Latest posts by Gözdenur Tetik (see all)
Visited 6 times, 1 visit(s) today
Close