Yazar: 23:30 Eleştiri, Film İncelemesi, İnceleme, Sinema

Kış Uykusu Hakkında

Nuri Bilge Ceylan’ı özel yapan en önemli özellik kanımca sükûnet içinde sağlam çatışmalar kurabilmesi. Çoğu kişinin sıkıcı olarak addettiği festival filmi durgunluğu Nuri Bilge Ceylan’da içerdiği yoğun ve güçlü çatışmalarla gürül gürül akan bir havaya bürünüyor. Filmin kurgusundaki çatışma, ilki: Sükûnet ve çatışmaların çatışması. Sonra içerikte gördüğümüz zengin fakir, alt sınıf üst sınıf çatışması, romantik toplumculuk gerçekçilik, birey toplum çatışması, şehrin ileri gelenleri ve yozlaşmışlık, İslam’ın teorisi ve pratiği…

Filmin adı olan tamlama, malumunuz üzere bahara çıkabilmek için bütün kışı, ininde kovuğunda, yuvasında geçiren yabanıl hayvanlar için kullanılır. Pekiyi kimdir ya da nedir filmde bu uykuya çekilen?

İşte baştaki bu istiareye uygun olarak film Kapadokya’nın o gizemli doğasında evreninde çekilmiş. Mağara evler ve mağaradan butik otel -bu mağara tanımlamasını filme yan bir karakter olan motosikletli özgür genç adamdan da duyarız- filmin ana mekânını oluşturmuş. Mevsim itibariyle güneşin kendini pek göstermediği, bu pencereleri küçük iç mekânlar hep karanlıktır. Filmde gün içindeki zaman dilimi olarak da çoğunlukla gece kullanılmış. Bu karanlık mekânları aydınlatan abajurlardan, sobalardan ya da şöminelerden gelen ışıklar sarı. Bol miktarda kullanılan, bir entelektüelin evi olduğunun ispatı olan dekor ve aksesuarlar da tıpkı Bir Zamanlar Anadolu’da filmindeki mekânlarda olduğu gibi karanlık ve sarı ışığın güzel fotoğrafik uyumunda. Ancak bu ışık diğer mekânlarda fakir ailenin evinde de böyle. Hatta bu evde plastik torba içinde sarı bir ampul kutusu dahi görürüz. Butik otele dönersek… Kitaplar, duvarlarda tablolar – özellikle kadın portreleri baskın- koltuklar ve koltuk şalları, ahşap mobilyalar… Bu dekor genellikle sükûnet içindeyken kimi sahnelerde Schubert’in piyano sonatıyla entelektüel havayı doruğa ulaştırıyor. Bu ilginç mağara, filmde sadece kabuğuna çekilmiş insanın mekânı olarak algılanabileceği gibi genel olarak insanın zihnini de temsil yeteneğine sahiptir. Zira filmdeki karakterler birey olarak insanın farklı yönlerini Aydın’ın üzerinden anlatır.

Başkişimiz Aydın, ismiyle müsemma. Bahsettiğimiz dekorun sahibi, varlıklı, eski bir tiyatrocu. Yakup Kadri’nin Yaban’ından beri edebiyatımızda gördüğümüz halkın içinde var olmaya/var etmeye çalışan, tutunmaya çabalayan aydın tipi. Bu tip zamanla romantik bir sosyalistliğe, halkların eşit olduğu kardeşçe bir yaşama dair beslenen umutlarla ütopik ülke kuruculuğuna yönelmiştir. Aydın da ulusala merak salmadan yerel gazetelere yazdığı aydınlatıcı yazılarla bu yoldadır.

Necla, Aydın’ın eşinden ayrılıp baba mirası olan bu butik otele gelen ablasıdır. Vaktiyle kitap çevirileri yapmış, entelektüel bir kadındır. Filmdeki çatışmalardan birinin sebeplerindendir. Necla artık entelektüel faaliyetlerde bulunmayan, kendi geçmişi ve eşiyle ilişkisi hakkında zihninden sürekli muhasebeler yapan fakat güçlü gerçekçi ve baskın bir karakterdir. Gerçekçi yanıyla Aydın’ın zıddıdır. Bir akşam ikisi arasında geçen elektriği yüksek bir konuşmayla bu çatışma ortaya çıkar. Birbirlerini sert bir şekilde eleştirirler. Necla, Aydın’ı yazdığı yazılar üzerinden gerçekçi olmamakla suçlayınca (Burada İslam ve onun uygulanışı konu edinilir.)Aydın, yazarken onun odada olmasından, onun suçlayıcı bakışlarından bıktığını söyler. Filmde Necla, Aydın’ın arkasındaki koltukta dergi karıştıran, uyuklayan biri olarak yer alır. Bu, temsili bir mecazdır. Diyalogdan anlarız ki Necla, Aydın’ın içindeki onu hep gerçeğe çağıran kendisiyle atışmasına sebep olan yüzü gibi onun hep ensesinde, kendi deyimiyle “Nasırlı eli sırtındadır.” Bu yansıtma metaforunu yönetmenin aynadan yansıyan insan görüntülerini kullanarak anlattığı sahnelerle de ilişkilendirebiliriz.

Necla ile ilgili diğer bir önemli nokta Necla’nın kendi eşiyle ilişkisini muhasebesinden yola çıkarak vardığı ilginç tezdir. “Kötülere kötülükleri için karşı koymazsak, onları bu davranışları ile yüzleştirmiş böylece pişman olmalarını sağlamış oluruz.”  Bu fikir sonuna dek uygulanırsa kötülerin ortadan kalkacağı inancındadır. Bu sebeple de kendisinin bir suçu olmadığını anladığımız bir sahnede Necla, yine de gidip kocasından özür dilemeyi düşündüğünden bahseder.

Sacayağının üçüncü kişisi Aydın’ın karısı Nihal’dir. (Fidan, filiz) Nihal de adı gibidir. Daha gençken Aydın’la evlenmiş, hâlâ genç ve güzel bir kadındır. Aydın’la son iki yıldır iki ayrı hayat, iki ayrı insan olarak yaşamaktadırlar evde. Aralarında yaş farkı vardır. Kocasına maddi anlamda bağımlıdır. Bu sessiz yerde Aydın’ın hükmü altında yaşamak, onun gençliğinden, enerjisinden yaşama şevkinden çok şey almış onu adeta amaçsız bırakmıştır. Ne o Aydın’ın yazılarını okur ne de Aydın onun hayır işlerini takip eder. Aralarındaki soğukluğun net olarak izleyiciye verildiği tartışma sahnesinde biz Aydın’ı, Nihal’in gözünden değerlendiririz. Nihal’e hak verirken Aydın’ın yaptığı savunmada da Aydın’ı haklı buluruz. Hayatta her insan yaptığı şeyler için kendince haklıdır.

Bu hak meselesinin bir başka sahnede de altı çizilir. Nihal, Aydın’ın icraya vermek zorunda olduğu kiracılarına hayır paralarını yardım için götürür ve evin fevri ve içkici babası bu paraları ateşe atmadan evvel Aydın’ın arabasının camını taşla kıran oğlunu, evi geçindirme derdindeki imam kardeşini haklı çıkaran bir konuşma yapar.

Bu yoksul evi geçindiren imamın adı Hamdi’dir. Anlaşıldığı gibi alegoriktir. Biz imamı saf, gülen yüzüyle görsek de pratikteki eksikliğini Aydın gösterir bize. İmamların bulundukları kasabalarda örnek kişiler olmaları gerektiğini ancak adı geçenin asla buna uymadığını belirtir kızgınlıkla. İnsanın insan yönüyle, insan olmasıyla çok yakından ilgilenen Aydın, Hamdi ile ilişkisinde para söz konusu olunca mesafelidir.

Para filmde bu iki sınıfı elbette ayıran ve asla birbirlerine yaklaşmalarına izin vermeyen bir unsur olarak verilmiştir. Zengin, fakir olana para olmadan yaklaşmaya çalıştığında fakir yine de ona olan borcundan utanırken para vererek yaklaştığında da fakir gurur engelini ortaya koymuştur. Film sanki bize bu iki grubun asla bir araya gelemeyeceğini bağırmaktadır. Nitekim bir sahnede Aydın’ın zengin arkadaşı şöyle der:             “Fakirlik doğal afet gibi Aydın. Önü alınamaz.” Tanrı’nın tasarrufundadır, kabulden başka yol yoktur.

Filmdeki yan karakterlerden biri de motorla tatile çıkan özgür genç adamdır. Aydın, onula konuşurken bir zamanlar kendisinin de motor kullandığını söyler. Genç adam ona binebileceği bir at olup olmadığını sorunca Aydın bir at bulmaya karar verir. Yılkılıktan bir at bulunur. Bu genç ve at Aydın’ın özgür ruhunun nişanesidir. Fakat ilerleyen bölümde önce genç, motoruna binip gider sonra da Aydın; Nihal’le tartışmasının ardından yazmak istediği tiyatro tarihi için İstanbul’a gitmeye karar verip bir gece atı serbest bırakır. Karlı bir günde uçak seferleri iptal edildiği için rötarlı da olsa trenle İstanbul’a gitmeye karar verir. Onun eli ayağı olan yardımcısı Hidayet’le –isim yine alegorik- istasyona gider. Oraya eşinin yardım işlerinden tanıdığı öğretmen Levent de gelir. Üç adam beraber içerler. Yine manidar bir tartışmanın ardından Aydın içkinin etkisiyle kusar. Sanki içkiyi değil, sıkıntısını kusar. Bu gecenin ardından avda vurduğu tavşanla – artık başka bir adam olmuştur- evine/oteline döner, eşinden af diler. “Bir kölen, bir uşağın gibi yanına al.” der. “Senin istediğin gibi de olsa yaşayalım. İstanbul’da beni çağıran bir şey yok.” diye af dilerken sanki ablası Necla’nın teorisini pratiğe taşımış gibi bir rahatlama ile yazmak istediği kitabına başlar.

Oyunculuklara gelince… Haluk Bilginer’in oyunculuğunu ben Al Pacino’nun oyunculuğuna benzetirim genelde. Sahnede Balkon adlı Genet’in oyununda da izlemek şansım olmuştu. O oyunda da öyleydi, dizilerde de. Gürültülü patırtılı, sesinde kocaman bir İtalyan ailesini taşır bir eda ile… Bu filmde ise bambaşkaydı. Ve bu tavra da hayran olmamak mümkün değil. Demet Akbağ da onun kadar kendini ispatlamış bir oyuncu. Abartısız. Melisa Sözen’in bu adar iyi ve güzel olduğunu da bu filmle gördüm. Serhat Mustafa Kılıç, bu filmle kariyerinde bir basamak yükseldi kanısındayım.

Film üç buçuk saate yakın olan süreyi hak ediyor. Tanzimat Döneminde Abdülhak Hamit, tiyatrolarını oynamak için değil, okunmak için yazmıştır. NBC’nin filmleri de genel olarak bende bu havayı uyandırmıştır. (Ben Hamit’i çok severim.) Ancak bu filmdeki diyaloglar daha fazla ve güçlü. İnsanın iç dünyasını, içindeki farklı yönleri ortaya koyan, ötekileştirmelerden ve yabancılaşmadan uzak salt insanı anlamaya ve ona hak vermeye yönlendiren diyaloglar ve insanı gizlice insan olmaya davet eden bir film.

Bence iyi seyirler…

Not: Bu yazı daha önce Milliyet Blog hesabımda yayımlanmıştır.

Aykar Sönmez
Visited 47 times, 1 visit(s) today
Close