Yazar: 18:24 Deneme, Makale

Umudu da Gerçeği Gibi Büyüsünde Bir Edebiyat: Latin Amerika

“İşte bugün size söylemek istediğim şey de günümüz Latin Amerika edebiyatına bakışı, bir kitabı sadece halklarımızın kendini ifade etmek için, kendini sorgulamak için, merhametsiz bir hikâyenin içinde az gelişmişlik, bağımlılık ve baskının şiirler şarkılar, tiyatro, resim, sinema, resimler, romanlar ve öyküler biçiminde orada burada doğan sesleri susturmak için ittifak kurduğu bir dramın girdabında kendini bulmak için benimsediği sayısız yöntemden biri olarak gören bir kişinin sözleri olacak. Bizim aramızda o sesler nadiren mutluktan doğarlar ve o seslerde bir türküden ziyade bir çığlık vardır. Bu perspektif içinde edebiyatımız hakkında konuşmak; o sesleri dinlemenin, manasını anlamanın ve ayrıca Latin Amerika’nın bugünü ve geleceği için ortak bir mücadelede onlara katılmanın bir biçimidir.”

Cortazar bu sözleri ve ülkesinin ve insanının varlığını sanattaki son yirmi otuz yılda keşfettiğini söylediğinde takvimler 1980’i göstermektedir. Latin Amerika, emperyalizme karşı verdiği acı ve onurlu mücadelesi ile taklit ya da ithal edilmiş bir edebiyat tesis etmektense Cortazar’ın deyimiyle “sui generis yansımalarını ya da adının toprak, ulus, halk, varoluş nedeni ve yazgısı” olan “çiçekleri” edebiyatına geçirmiştir.  Bu, sui generis yani nevi şahsına münhasır olma durumu da dünya edebiyatında sadece ona ait olan bir yere oturmasını sağlamıştır kuşkusuz. Cortazar’a göre edebiyat meselelere cevaplar bulmaz, ama o cevapları bulduracak soruları sorar ve okuru düşünmeye davet eder. Latin Amerika edebiyatı bu sebeple gerçek bir sorgulayıcıdır. Okuru, “Biz neyiz, kimiz, nereye gidiyoruz?” diye sorgulatan Marquez’dir, Asturias’tır, Vargas Llosa’dır, Fuentes’tir…Şili’den, Uruguay’dan, Paraguay’dan, Bolivya’dan ve elbette El Salvador’dan sürgün edilen yazarları sürgün sebepleriyle okumak ve anlamak varoluşun mücadelesini anlamaktır. Bugün Birleşik Devletler, Kanada, Sovyetler Birliği, Almanya, Fransa ve Avusturya’nın pazarı haline gelmiş Arjantin’de pek çok yazar yurt dışında yazarak mücadeleye devam ederken bazıları ise baskıcı güçler tarafından kaçırılmış ya da öldürülmüştür, der Cortazar. Fakat yine de edebiyatın üstün olduğunu ve halkı uyarmada başarılı olduğunu da belirtir. Halkların kültürel özelliklerinin ve otantik niteliklerinin onları bu yağmacı kültüre karşı koruduğunu söyler. Dünya okurunun otantik ve etnik bulduğu edebî ve kültürel özellikler onları bir arada tutan tutkaldır. Bu sayede bizlere de bir hatırlatmada bulunmuştur diyebiliriz. Gittikçe küreselleşen ve aslında “aynılaşan” dünyada bireysel ve etnik kimliğin korunmasının yolu bunu sanatla önce ve daima var kılmaktır. Tam da bu sebeple aynı metinde şöyle der: “…ve bana her geçen gün daha mantıklı ve gerekli gelen şey, edebiyata varoluşun en temel buluşmalarına gider gibi, aşka ve bazen de ölüme gider gibi, bu ikisinin bir bütünün bölünmez parçalarının oluşturduklarını ve bir kitabın da ilk sayfasından çok önce başladığını ve son sayfasından çok sonra bittiğini bilerek gitmemiz.”

Fiziksel ya da kültürel sürgüne uğrayan aydın, davasından vazgeçmeyerek benzemesi istenilenlere benzemeyerek yenilmeyecektir. Etrafındaki gerçekliğin üzerini örtmeyen bir edebiyatla gerçek bağlaşıklığını ortaya koyarak zirveye ulaşacaktır.

1972’de kaleme aldığı yazısında Carlos Fuentes de benzer şeyler söyler bize. Latin Amerika’da insanı zorlayan ilk şeyin vahşi doğa olduğunu, fakat insanların köleci, kanlı ve acımasız bir toplumda yaşamaktansa vahşi doğa tarafından yutulmayı tercih ettiğini yazar. Ulusal ya da yerel diktatörün karşısında sömürülen insan yığınından bahseder sonra. En nihayetinde ise bu zulme karşı direnen yazarlar olduğunu söyler. Böylelikle devrimci romana Meksika örneği üzerinden varır.

Gerçekten de Latin Amerika romanı bir mücadelenin romanıdır en başta. Çoğumuzun en çok masalsı havasını sevdiğimiz bu yeni roman anlayışında büyülü gerçekçilik bir teknik olarak kullanılır. Fakat neyin tekniği, ne için bir teknik ya da bir araç? Cevap şüphesiz en önce bir varoluş çabası olmalı. Tarihsel olarak baktığımızda Büyülü Gerçekçiliğin esas doğum yeri Avrupa’dır. İlk olarak eleştirmen ve tarihçi Franz Roh tarafından Magischer Realismus adıyla Yeni Nesnellik başlıklı bir yazıda bazı resimleri tanımlamada kullanılmıştır. Gerçeküstücülerin hazırladığı zeminde yeşeren bu akım kendi ülkelerinde yaşayamayan Latin Amerikalı yazarlar için bir çıkış yolu olmuştur. Pozitivizmin ve realizmin meyvesini yıllarca yiyen sanatsever ve muhatabı artık büyülü gerçeğin sunduğu umuda hazırdır çünkü. Öncelikle Alejo Carpentier ve Miguel Angel Asturias’ın içinde bulunduğu Latin Amerika yazarları; Eluard, Breton, Joyce, Kafka, Faulkner gibi isimleri iyi çalışmışlardır. Ancak daha sonra Avrupa’nın, başını çektiği sanat akımlarıyla evrensel görünerek aslında tüm dünyayı aynılaştıran ama gerçekte belli ırkları ötekileştirmekten vazgeçmeyen onları hor görürken kendisini adeta tanrılaştıran anlayışını fark etmiş, yeni dünya düzeni içinde kendi varlığını kadim kültüründen ve anlatı geleneğinden yararlanarak kullanmayı akıl etmiştir. Fantastiğin, olağanın, olağandışının, yerel olanın ve siyasal bakışın harmanlanarak verildiği bir karışımdır büyülü gerçekçilik. Olağanın ve olağandışının mükemmel bir uyumudur. Okuru aktif kılar. Onda şaşkınlığa sebep olmadan sıradanı ve olağanı anlatır gibi anlatır hiç de sıradan ve olağan olmayanı. Yoruma, açıklamaya gerek duymadan, halk dili ve söyleyişleriyle masalımsı bir tahkiye ile dışavuruma ve gerçeküstüne yaslanarak, düşleri, hayalleri gerçekle karıştırarak fakat yine de gerçeği anlattığı hissinden okuru ayırmadan çatar kurmacasını. Çünkü esas meselesi gerçeği anlatmaktır. Gerçek her zaman aynı yöntemle anlatılamaz. Üstelik devrim söz konuysa aynı yöntemle zaten anlatılmamalıdır. Tarih boyunca böyle olmuştur. Sanatın bir kromozomu estetik haz alma isteğinden ise bir kromozomu da zulümdendir çünkü.

İşte “boom” yıllardır birikip aniden patlayan yazar kuşağı bu ihtiyacın bir sonucudur. Özellikle 1960 sonrası yazın dünyasında etkili olan bu kuşak, postmodern edebiyat için sağlam bir kaynaktır. Farklı kültürlere ait eşzamanlı dil kullanımı, zamanda çok boyutluluk, dehlizli anlatımlar; konuya dahil olan cinler, periler ve mitler, okurun ilgisini ayakta tutan şaşırtıcı unsurlar anlatıcı tarafından olağan bir şekilde aktarılır. Julio Cortazar, Mario Vargas Llosa, Carlos Fuentes ve en çok da Borges ve Marquez’dir bu ustalık gerektiren işi kotaran. Kolektif ya da toplumsal bir bilinçaltını ortaya koyarken ideolojik olmak gibi bir sorumluluk da yüklenir. Latin Amerika edebiyatı varoluş mücadelesinin zaferidir.

Cortazar’ın dediği gibi: “Latin Amerika edebiyatından bahsedebilmek için sedyede yatan bir hastanın etrafını sarmış uzmanlarıyla falan bir ameliyathaneninkine benzer bir ortam yaratmak gerekir ve o hastanın adı roman, öykü, ya da şiirdir.”

Aykar Sönmez
Visited 4 times, 1 visit(s) today
Close