Yazar: 18:52 Öykü

Kara’nın Elleri

“Ben hikâyeme inandım.”
O. Pamuk, Beyaz Kale

Tezgâha ellerini dayamış karşısında duran tahta ata bakıyordu. Bugüne kadar yapılmışların en iyisi ve en kanlısı bu attı şüphesiz. Üzerinde onu bu halde görmeyi en çok hak eden adamın, ustasının kanı vardı. Hem de yirmi yıldır. Şahlanan atın havadaki ayağına dokundu Kara. Atın sağrısı soğuk tezgâha değince gözleri buluştu. Atın ve Kara’nın. Kendi oyduğu gözlerde Musa’yı görür gibi oldu. Yıllardır tamamlayamadığı atı bitirmiş olmak onu rahatlatmadı. Biterse her şey düzelecek sanmıştı oysa. Öfkeyle itti atı. Önüne çıkan bütün tahtaları, yaptığı oyuncakları, geceleri üzerinde uyuduğu sediri, yemek yediği üç beş kabı, yaşamaya dair neyi varsa hepsini yere çalıp deliler gibi koşarken “Allah’ım,” diye uludu dükkânın içinde, “de ki  katil değilsin! Bu hünerli elleri affettim!  De, duyayım artık. Ne duruyorsun?”       

Ne yaparsa yapsın elindeki kandan arınamıyordu işte. Üzerinden yirmi yıl geçmesine rağmen kan orada öylece duruyordu. Yapış yapış ve kıpkırmızı. Uyurken ve uyanıkken gördüğü tüm kabuslardaki cellat, tahtadan oyuncaklar yapan bu ellerdi. Neye dokunsa kan bulaşıyordu ve bunu Kara’dan başka kimse görmüyordu. “Öfkeyle oldu,” dedi bir kez daha ve acıyla. Sesinde tüm oyuncakları titreten bir pişmanlık vardı. Gözlerindeki yaşı sildi. Gözüne de kan bulaşmış gibi geldi. Affedilmeye dair bir işaret bekledi. Gelmeyince de tiksinerek baktı talan ettiği dükkâna, son kez. Tezgâhta yatan atı aldı, bir de çakıyı. İkisini de cebine attı.

“Affetmezsen affetme,” dedi ama içine sinmedi. Kime dedi, neye dedi bilinmez. “Cehennemin dibine git!” diye yolladı zihnindekileri. O ise nereye gideceğini biliyordu. Kapıyı çektiği gibi çıktı dükkândan. Arkasına bile bakmadı. Çünkü arkasında kan vardı.

Kara, denizin koynunda soluklanan bir sahil kasabasında suyun içine doğmuş nicesinden biriydi. Kulaç atıyormuş gibi yürür, suyun altındaymış gibi boğuk ve anlaşılmaz bir üslupla konuşurdu. Geniş omuzları, kavruk teniyle uzaktan görenleri bile deniz çocuğu olduğuna ikna edecek kalıbının altında nasıl bir kalp taşıdığı pek meçhuldü. Çünkü  yaz kış demeden boran yağmur dinlemeden denize koşar, insanlarla konuşmaktan bile isteye kaçıp sadece uçsuz bucaksız mavilikte huzur bulur, sakinlerdi. Eğretiydi. Özlenmezdi, yolu gözlenmezdi. “Olsa da olur olmasa da olur,” dedirten adamlardan, yok sayılıp sevilmeyenlerden biriydi işte. Kasaba daha uykudayken teknesine atlayıp denize ağ salardı. Bir civan oğlandı ki elinden gelmeyen yoktu. Ağ atmak, ağ kaldırmak, balık istifleyip hale götürmek onun gözü kapalı yaptığı işlerdi. Bir de bilirdi Kara. “Balığın hası, sürünün en kalabalığı nerededir, dalga hangi balığı nereye sürüklemiştir, süngerler hangi koyda, yengeç yuvaları hangi kayanın altında?” hepsini bilirdi.

Güneşin iyice görünmeye başladığı vakitte, karnı kazınır gibi oldu. Elini attı, mavi bir tasın içinde üç beş zeytin tanesi, yanında da annesinin mayalı hamuru. Bir lokma attı ağzına, annesinin kokusunu duyar gibi oldu. Sonra yüzü gerildi, aklı Solmaz’la kavgaya başladı. “Şimdi uyuyordur. Camı hafif aralamış, üstündeki yorgan kaymış. Birazdan uyanır, mavi etekliğini üzerine geçirir ve sonra atar kendini sokaklara. Bana gülmediği gibi güler, bana bakmadığı gibi bakar başka adamlara. Benimle konuşurken aralanmayan ağzı, başka dillere can olur. Bembeyaz dişler arasından cilveler süzülür. Ben ne yaparım? Görmem, duymam, bilmem. Denize çıkarım insan yok diye. Acıkırım, mayalı hamurda anamı koklarım.” 

İşte Kara’nın denizde olduğu o sabah, Solmaz hale sünger bırakıp da dönerken hani o kıvrımlı yolun son sapağındaki dükkânın önünde oturan aşığı Musa’yı görmüştü. Sokakta tatlı bir rüzgâr, dükkân sahibinin tembel ve umarsız köpeğinin kırçıl tüyleri ile Solmaz’ın mavi etekliğini eş zamanlı uçuştururken Musa elindeki çakıyla huş ağacından bir at oyuyordu. Şahlanmış bir at oymanın en zor yerinde, havada asılı duran iki bacağın ince kıvrımlarındaydı tüm dikkati. Karşısında dikilen kadının sesi kulaklarına dokununca içindeki tüm atlar şaha kalktı. “Olmaz,” diyemedi. Çünkü yasak bir meyvenin tadını bir kez alanın nefsini dizginlemesi için sağlam irade gerekirdi. Oysa adı kutsal olsa da Musa hovardanın teki. Tahtaya can veren elleri, bu gece tabiri caizse Solmaz’ın nefesini kesecek, canını kendine katacaktı. El ayak çekilince, evin erkeği denizdeyken…

Eğer Musa Solmaz’a kanmamış olsaydı o at yarım kalmayacaktı. Atın göğe doğru kıvrılan bacaklarındaki derman kesilmeyecek, ince bir işçilikle baldırlarından aşağı doğru inen kavisler şekil bulacaktı. Ama Musa, akşamın hayalinin kasıklarında yarattığı şiddetli baskıya dayanamayıp atı cebine attığı gibi sahile yollandı.

Kara, sabahın ilk ışıklarıyla açıldığı denizden üç kasa sünger, bir o kadar da mercan çıkarınca geceyi denizde geçirmeye lüzum görmedi. Şanslı bir günündeydi. Hemen kıyıya varıp hasılatı elden çıkaracak, cebine inen paranın birazını Solmaz’a verip kalanıyla da bahçeye bir masa kuracaktı. İçmeden sarhoş eden bir hayalle indi kıyıya. Teknenin ipini direğe bağlarken az ötede eğleşen Musa’yı gördü. Görmezden geldi. Pek iyi becerirdi görünmez olmayı da görünmez saymayı da. Yüküyle ağırlaşmış tekneyi kıyıya çekerken terledi, alnını ısıtan rüzgârı payladı, deniz kokan elleriyle terini sildi. Ayakları suyun içindeki taşlara dokundukça bacaklarından yukarılara doğru bir titreme musallat oldu. Kasaları bir bir indirirken halinde bir gariplik sezdi. Az evvel yaşadığı heyecandan eser kalmamıştı. Dönüp ona doğru yaklaşan adama baktı. “Bas git işine Musa,” dedi içinden. “Bok mu var da geliyorsun?” 

Musa basıp gitmedi işine, kafasını kaldırdığında denizden kıyıya yanaşan Kara’yı gördü. “Anasına hiç benzemiyor, hayret!” dedi içinden. Kimseye ilişmeyen, denizin dibindekilerden başka arkadaşı olmayan, konuşunca ağzından homurtudan başka bir şey çıkmayan bu delikanlı anasının seviciliğinden zerre almıştı. Ayağa kalkıp üstünü başını silkeledi, ellerini birbirine vurup kumları temizledi. Yüzünde pis bir sırıtışla Kara’ya doğru yürüdü.

Arkasındaki adam dibine kadar geldiğinde Kara son kasayı da kıyıya indirmiş, teknenin içindeki ağa takılan yosunları temizliyordu. Musa, “Vurmuşsun zulayı,” dedi. Diğeri cevap vermedi. Musa, kasaların etrafında gezeledi biraz, iri iri süngerlere bakınca içi geçti. “Kaç para kaldırırsın bunlardan?” diye sordu. Yine ses yok. Mercanların başına vardı. “Sığdan mı çektin bunları, cılız lan bunlar,” dedi. Sırıttı. Kendisi bir kez dalıp da bir çöp çıkarmış insan değildi. Bunu bilen Kara sinirlense de “Bas git işine,” diyemedi. Sonra masmavi bir mercana dokundu Musa’nın gözleri, aklına Solmaz’ın etekliği geldi. Rüzgârda uçuştukça kıyısından köşesinden görünen güneş yanığı bacakları hatırladı. O bacakların sertliğini, yatağın üzerinde kıvrılıp da oturunca sıkışan etlerini ve tenindeki tuz tadını… Musa zevklendi. Elindeki mercanın kayganlığı zihnini iyiden iyiye kaydırdı, çakısını çıkarıp mercanı orta yerinden ikiye ayırıverdi. Karşısındaki adamın gevşekliği Kara’yı çileden çıkardı. Dudaklarının arasından, “Ne yaptın lan piç?” dedi öfkeyle. Musa, oğlanın anasına giden aklını geri çağırdı. Cümlenin sonundaki piçi aldı, elindeki parçalanmış mercanın üzerine ekleyip Kara’nın suratına fırlattı. “Sensin lan piç, onun bunun çocuğu. Git de anana sor bakalım baban kimmiş senin?”

Kara, yüzüne yapışan mercan parçalarını elinin tersiyle sildi, dermanı kesilen bacaklarını şöyle bir salladı, ağ çekmekten kesik kesik olmuş avuçlarını sıktı, sıktı. Ölmüş babası, içinde yaraydı zaten. Kara kendini tutamadı. Ağzının içinde biriken küfrü karşı kıyıdakiler duydu, öfkesi tüm denizi salladı. Musa’nın yüzüne inen yumruk denizde koca bir dalga oldu. Yere yığılan adamın ağzından boşalan kan kumlara bulaştı, su geldi, kanı da alıp gerisin geri gitti dalgalarla. Musa yediği yumruğun sersemliğiyle doğruldu. “Yalan mı lan? Bütün kasaba üstünden geçmedi mi ananın?” dedi. Güçlü bir el, sağ omzundan suyun içine doğru çekti onu. Uzaklardan çocuk sesleri çalındı kulağına, ileride karabatakları gördü. Kara’nın ağzındaki homurtular ritmik birer nal sesi gibi “Geber piç, geber piç,” diyordu. Musa yarım kalan atı hatırladı ve elindeki çakıyı. Ensesine inen yumrukla yüzükoyun yatıyordu denizin içinde. Tuzlu suyu yutunca ayılır gibi oldu. “Seninle mi uğraşacağım lan gavat,” diye haykırıp çakıyı rast gele salladı. Kara’nın bacağına kuş kanadı kadar dokundu çakının ucu. Bu dokunuş gururdan köpüren öfkeyi iyice körükledi. Adamın elinden bıçağı kaptığı gibi şah damarına saplamaktan bir sakınca duymadı. Bunu neden yaptığının farkında değildi. Kan denizi kıpkırmızı boyarken başladı Kara’nın pişmanlığı. “Ne demeye öldürdün lan adamı? Ne demeye?”

Denizdeki adamı tekneye çektiğinde atı gördü. Eğilip aldı, pantolonun kenarına silerek kuruttu. Tekneye attı. Kasaları geri taşıdı. Çakı, yarım kalan bir oyma at ve gözlerinin dibi görünen Musa’yla birlikte süngerler, mercanlar içinde denize açıldı. Hava kararana kadar bir ata bir Musa’ya baktı durdu. Şaha kalkmış bir at oymak sahiden de zor olmalıydı. Musa’nın hüneri çekilmiş ellerini aldı avuçlarının içine, kanlı elleriyle değiştirmek istedi. Tahtadan atlar oymayı diledi. İyice açıldığına kanaat ettiğinde şafak sökmek üzereydi, Musa’yı omuzlarından kavradı. Cansız beden elleri arasında sallanıp dururken gözleri buluştu. “Niye?” dedi.  Musa’ya mı dedi, Allah’a mı bilinmez. Biri ölü, biri pişman iki adam, bir ölüm ve bir yaşam teknenin sağ yanında duruyordu. Tekne ha devrildi ha devrilecek. Kara son kez baktı kendi ellerine. Musa’nın ellerinden öptü, hünerini istedi. Sonra da cesedi denizin soğuk sularına bıraktı. Annesine laf attı diye tahtadan oyuncaklar yapan bu adamı öldürmüştü. Şimdi bu kan nasıl gidecekti? İki gece daha denizde kaldı. Hiç ağlamadığı kadar ağladı. Bağırdı, Allah’ı çağırdı. Ellerine, hep ellerine baktı. Teknenin orta yerinde yarım kalmış tahta at, bir de çakı olanları izledi. 

İkinci gecenin sabahında denizden topladığı ne varsa yüklendi, eve döndü. Su, tekneyi de üstünü başını da aklamıştı. Bir tek elindeki kan gitmedi, senelerce de gitmeyecekti. Onun bu gidip de gelmez, iki çift laf konuşmaz hallerini annesi yadırgamadı. Solmaz, Kara’nın getirdiği süngerlerden en iri olanları ayırdı, üç gece evvel geleceğine söz veren Musa’nın dükkanının önünden defalarca geçmek suretiyle hale gitti. Kara, uzak bir sessizliğin içinde ertesi sabaha kadar yattı. İlk o gece gördü devamı gelecek olan kâbusu. Şah damarındaki çakıyla şaha kalkmış bir atın üzerinde Musa vardı. Elinde Kara’nın kanlı ellerini tutuyordu. Kara, uzaktaki ellerine baktıkça eller daha çok kanıyordu. 

Açılan kapının sesiyle ter içinde doğruldu Kara. Annesinin mavi etekliğini, yürüdükçe kıvrılan kalçalarını gördü. Midesi bulandı. Avucunda bir mercan olaydı, şu çakıyla ortadan ikiye ayıracaktı onu. Musa’nın yaptığı gibi. Bir an annesinin kalbini yarmayı, içindeki zehri akıtıp onu kurtarmayı düşündü. Bu anlık zihin yitiminden vicdanındaki ağırlığı hatırlayınca sıyrıldı. Masanın üzerindeki ata kaydı gözü. Atı tamamlarsa geceki kâbusun ağırlığından kurtulacağını düşündü. Uzandı, atı aldı. Tamamlamalıydı… 

Kara dükkândan arkasına bakmadan çıktığı andan beri nefes nefese yürüyordu. Ağaçların arasında uzanan, hiç tanımadığı bir mezarın başına gelince durdu. Yirmi yıldır Musa’dan ödünç aldığı hünerle oyduğu tüm ağaçlar karşısına dikilmiş ona gülüyordu sanki. Ağaçların kanlı dalları, kalın gövdelerini tutmuş sarsıla sarıla gülüyordu Kara’ya. Gözündeki yaşları sildi, gözlerine yine kan bulaştı. Fakat bu sondu. 

“Müzeyyen kızı Solmaz Kanvar’ın ruhuna el-Fatiha” yazan mezar taşına baktı. Annesinin adına rast gelmek için günlerce dolaştığı mezarlıkta Kanvar soyadlı bu Solmaz’ı bulunca yerini yurdunu terk edip buralara kadar gelmesinin manasına eriştiğini zannetmişti Kara. Solmayacak bir kan vardı ellerinde, yüreğinde, ömrünce. 

Toprağın üstündeki dikenleri temizledi, kenarlardaki taşları tek tek topladı. Cebinden çakıyı ve tahta atı çıkardı. Atın gözlerine baktı, Musa hâlâ oradaydı. Buna sevindi. Yıllardır tamamlayamadığı atı şimdi, son bir hamleyle tamamlayacaktı. Ve yıllardır gelmeyen af, o son hamleyle gelecekti. Musa yüreğindeyken ve annesinin kucağındayken elbette affedilecekti. Topuklarına basarak giydiği kunduralarını çıkardı, Müzeyyen kızı Solmaz Kanvar’ın mezarının üzerine sırtüstü yattı. Tahta atı yüreğinin üzerine koydu. Çakıyı açtı, keskin ucu güneşte parladı. Çakı, atın şahlanan ayaklarının dibine, Kara’nın yüreğine saplandığında mezarlıkta bir ses yankılandı.  

“Affettim de!”

Esra Kahya
Latest posts by Esra Kahya (see all)
Visited 7 times, 1 visit(s) today
Close