Yazar: 18:50 Öykü

Kameriyedeki Kadın ve Uğur Böceği

Bıraksalar gökyüzü kendini yıkayabilecekti. Çünkü iki kişiydik. / Cemal Süreya

Denizin dibinde eski bir otel. Maria Oteli. Otelin içinde derilerle kaplı koltuklar, saksı çiçekleri, duvarlarda oleografiler asılı. Bahçesinde kameriyeler kurulu. Etrafında begonviller. Ferforje sandalyelerle beyaz ahşap bir masa. Denizi seyretmek isteyenler burada oturuyor. Otuz yıllık otelin içindeki eşyalar, eski püskü. Dışarıdan şirin mi şirin görünen bu otelin işletmecisi bir Alman kadın. İsmi Maria. Kırklı yaşlarda. Yıllanmış bir şarap kıvamındaki güzelliği, fizik yasalarına meydan okuyor adeta. Yurtdışında üniversitede okuyan bir kızı var. Yıllardır annesi gibi gurbette. Ben, otelin kadın hizmetlisiyim. On yedi yaşlarında Almanya’dan Türkiye’ye tatile geldiğinden beri tanırım Maria’yı. Kocasıyla da bu otelde tanıştılar.

Maria, her gün otelin bahçesindeki kameriyede oturuyor. Denizi seyrediyor. Bir de onu büyüleyen tuvaline yağlı boya resimler çiziyor. Her zaman, keskin ve belirgin çizgilere sahip, taşbaskı ve renkli baskı resimler çiziyor. Otelin müşterileri çoğunlukla yaşlılar. Maria, yıllardır tanıdığı müşterileriyle benimle olduğu gibi ahbap. Bu insanlar, oteli evleri gibi görüyor. Odaları bile hiç değişmiyor.

Maria’nın evi Marmaris’te. O ise, hep burada kalıyor. Kocası ilgisiz. Evliler ama ayrı yaşıyorlar. Adam otelleriyle meşgul. Yedi oteli var. Zengin. Kalın kaşlı, siyah saçlı, kavruk tenli adam bu eski otelin işletmesini Maria’ya devrediyor. Ama zırnık koklatmıyor. Cimri. Otellerden elde ettiği gelirle yatırım yapıyor. Maria’nın evlendiğinden beri Almanya’ya sadece iki kere gittiğini biliyorum. Uçak parası ve akrabalarına aldığı hediyeler, kocasının gözüne batıyor. Kavga ediyorlar. Hep. En son otelin koltuklarını değiştirmek istediği için onu kocasının elinden zor kurtardık. Ellerimizde tutam tutam sarı saçları. Ülkesine dönmesini söyledik kaç kere. İstemiyor ülkesine gitmeyi. Türkçeyi kendine has, billur sesiyle çat pat konuşuyor. “Ben gitmek istemiyor. Çok seviyor Türkiye’m.” diyor. Ben anlıyorum ne demek istediğini. Buraları iyi tanıyor. Yazını, güzünü, ikindi rüzgârını, akşam imbatını, denizini. Bahçesinde baharda açan çiçekleri. Onlarca yıl, yüzlerce kilometre öteden de gelse doğasına, havasına alıştığı yer burası. Üstelik çocuğunu burada dünyaya getirdi.

Maria, uzun zamandır erkekler hakkında konuşurken onlardan kreatur diye söz ediyor. O kadar çok söyledi ki “yaratık” demek olduğunu da biliyorum artık. Kocasından dolayı acı, çok acı tecrübeler yaşıyor. Kameriyesinde tarçınlı, limonlu çayını yudumlarken kahkahasını kedere hediye eder gibi seyrediyor denizi. Sancılı kadınların kederleri dalgalanıyor kumsalda.

Bu sabah otele yeni gelen bir müşteri dikkatini çekiyor. Sarı saçlı, uzun boylu, saçına bandaj takmış genç bir adam. Sarışın, yeşil gözlü. Almanları anımsatıyor. Daha çok Maria’yı. Sahilde yalnız başına yürüyüşlere çıkan bu adama çok sık rastlıyoruz. Otele girip çıkarken de kameriyede gördüğü Maria’ya gülümsüyor. Maria, yalnız olduğu belli olan bu genç adamla arkadaş olmanın yanlış olmayacağını düşünüyor.

Yaşamayı tam da unuttuğu yerde sarışın adam, ona gülümseyen bakışlarla selam vermeye devam ediyor. Her gün. Varlığını çağlar ötesine taşıyan bu gülümsemelerin içinden seneler geçiyor. Yirmi koca yıl yaşadığı bu otelde onu hiç bu kadar mutlu görmedim.

Maria kameriyede resim çizerken sarışın adam, bir uğur böceğini yakalamak için onun yanına geliyor. Uğur böceğini yakalayıp, “Uç uç uğur böceği, beni çok güzel bir kadının diyarına götür,” diyerek Almanca selam veriyor.

“Hallo Maria. Kıvanç ıch,”[1] diyor. Almancası kötü. Ben bile daha iyi konuşuyorum. Maria, martıların utangaçlığıyla cevap veriyor.

“Es freut mich dich kennengelernt zu haben.”[2] diyor billur sesli Maria da.

Kendisinden on beş yaş büyük bir kadının gönlünde saklı kalmış bu sözleri, sigarasının dumanıyla üflüyor genç adam. Kreatur popülasyonundan saymadığı bu adam, Maria’nın gönül aynasından çiçekler devşiriyor. Maria’nın yükü hafifliyor. En çok da ona uğur böceği dediğinde. Uğur böceği, Maria’da tuvallere saçılan devasa ve belirsiz şekillerde aşk, romans, kadınlar gördüğünü söylüyor. Karşısında edebiyattan, resimden bahseden bu adamı hayretle takip ediyor. Zihnine aşina gelmeyen düşüncelerin onu dipsiz kuyulara çekeceğinden korkuyorum. Genç adama, Maria’nın mutsuz bir evlilik yaşadığını söylüyorum. Onu üzmemesini de. Beni dinlemiyor. Duygu, düşünce seraplarında boğuyor Maria’ı. Karşısında yanan gözlerin ayırdına iyi varmış Maria’ya şiirler okuyor. Daha önceleri Maria’ya kimse şiir okumadı.  

“Üzüldüğünü anlamayan seni mutlu edemez. Maria’m,” diyerek fısıldıyor mısraları. Kameriyede her fırsatta kucaklayıp öpüyor. Ateşli ateşli. Etrafta bir gören var mı diye endişelenen Maria, uğur böceğini odasına uçuruyor artık. Kendisine nasihat etmeye yeltenemiyorum. Bir kez hatırlatmak istedim kocasını. “Bitte Ihr Gescaft,”[3] dedi. Bana kızdığında hep söyler.

Ahbaplarına da, “Tanrı aşkına bunun hakkında konuşmayalım.” diyor.

İğreniyor kendinden. Geceleri hep ağlıyor. Ama umurunda değilmiş gibi davranıyor. Geçmişte depresyona girdiği anlarda aklına gelen her bir konu ile çok ilgilendiğini söylüyor.

Bir gün nasihat etmek yerine onu anladığımı göstermek için, “Onu çok mu seviyorsunuz?” diye soruyorum. Tekinsiz.

“Deli gibi…”

Uzun bir sessizlikten sonra, “Ama ne için olduğunu bilmeden sevmek mümkün müdür?” diyorum tiz sesimle. Uzun boyuyla omzuma doğru eğilerek koluma yapışıyor, hüngür hüngür ağlıyor.

 Maria’nın kocası ay sonu tahsilatı için otele geliyor. Genç adamla karısının yakınlaşmalarını fark ediyor. İkircikleniyor. Uyarıyor. Sonra, çok sonra da evliliğine sadakat göstermediğini söyleyerek onu dövüyor. Sarışın adamı, dayak yiyen Maria’yı odasındaki tül perdenin arkasından izlerken görüyorum. Tekinsiz. Maria, kameriyedeki kanları, yerdeki parçalanmış tuvalleri görünce donup kalıyor. Tuvalinden dökülen yaprakların çaresizliğiyle onu kocasının elinden kurtarıyorum. Ellerimde Maria’nın tutam tutam sarı saçları. Perdenin ardından her şeyi izleyen genç adam, otelden kaçıyor. Yaratık. Maria olsa demezdi. Elleri soğuk. Nabzı zayıf. Baygınlık geçiriyor. İnce, uzun yüzü ölü bir insanınki gibi. Solgun bir bal mumu rengine dönüşüyor. Maria’nın bu yaralarını tanıyorum. Aşkına sahip çıkmayan bir adamı unutması gerektiğini söylüyorum. Bu aşkı denize, çiçeklere, bahçesindeki uğur böceklerine bile unutturacağını söylüyor. Ama kreatur demiyor. Demeyecek. Çok seviyor. Bahçesi ona dar gelmeye başlıyor. Oturmuyor hiç. Kameriyede de. Otelden çıkmıyor.

Maria, genç adamın geçmişte tanıdığı alımlı, güzel, belki birkaç tanesini tutkuyla arzuladığı kadınlardan çok farklı. Geçici bir tatil hevesi değil. Anlıyor bunu. Uzun, uzun bir zaman sonra. Kaprissiz, sıcak, alçak gönüllü bu aşk kadınını bir türlü aklından çıkaramıyor ki oteli sürekli arıyor. Maria’ya söylemiyorum ama bir gün Maria açıyor telefonu.

“Uç uç uğur böceği… ‘Baktım gülüşünden güzel bir şiir olur/ Ben de sevdim gitti,’[4] Maria’m seni çok özledim. Affet,” diyor.

Maria’nın göğüs kafesinin orta yerinde uçuşuyor kelebekler. O vakit, uğur böceğine uçmak, sarılmak, öpmek istediğini söylüyor. Ağlıyor. Ağlıyor. Geri gelmesi için yalvarıyor. Sarışın adam, güzel günler göreceklerine söz veriyor.

“Wie?”[5] Bu imkânsız, nihayetinde evliyim. Beni kalbinizden sökün. Lebewohl,”[6] diyor. Aşka dair ümitvar bir tavırla ısrarını sürdüren genç adam, “Önümüzde uzun bir ömür var.” diyerek sanki kısa bir süre sonra çözüm bulacağından emin, uçup gidiyor.

Maria ise şimdi, kameriyede denizi seyrederek damıtılmış bir zamanın yaralarını sarmaya çalışıyor.


[1] Merhaba, ben Kıvanç.

[2] Seninle tanıştığıma memnun oldum.

[3] Lütfen işinize!

[4] Cemal Süreya

[5] Nasıl?

[6] Güle güle!

Editör: Hatice Akalın

Visited 7 times, 1 visit(s) today
Close