Yazar: 12:05 İnceleme, Kitap İncelemesi

Kafes: Bir Ağacın Bir Dalı İçin

“Ama çocuk bilmiyor ki bu zincirin o güzel beynine vurulmasına izin verirse bir süre sonra boynunda yavaş yavaş bir ağırlık hissetmeye başlayacak. Sonra bir bakmış ki haberi olmadan o beynindeki zincirin aynısı bir de boynuna takılmış. İşte o zaman bu insanların hedefledikleri şey olacak. Onu istedikleri yere çekip sürükleyebilecekler. Onlara da böyleleri lazım zaten. Beyni ve boynu zincire vurulmuş olanlar.”

Özgür Boran’ın KDY etiketiyle yayımlanan ilk romanı Kafes, okuyucusuna kendi vicdanıyla hesaplaşma fırsatını, yüzüne çarpmadan ama ağırlığını hissettirerek sunarken; bir yandan da tutsaklıkların soğuk zincirlerini, adeta kafesinden kaçmaya çalışan bir ardıç kuşunun kanadını ağrıtarak koparır gibi anlatıyor.

Roman, edebiyat öğretmeni olan Kemal’in Kurşunlular Lisesi’ne sürgün edilmesiyle başlıyor. Ankara’nın uzak bir ilçesinde, tozun, toprağın ve esir olduğu inançlarının içine gömülmüş bu okula, -önceki okulunda deneyip de başarılı olamadığı- bir nevi ferahlık getiriyor Öğretmen Kemal. Isınma giderlerini öğrencilerin karşılamasını bekleyen okul müdürüne açıkça tepkisini gösterip, sonunda da kendini uzun bir otobüs yolculuğuyla varılan Kurşunlular Lisesi’nde buluyor. Aslında gocunmaz Kemal. O sabah da bunu konuşurlar fedakâr eşi Zeynep ile. Attıkları her adımın, yaşanan her talihsiz olayın sonunda önemli olanın sadece birlikte kalabilmek olduğundan bahseder Zeynep. Zeynep, kendi devrimci ideallerini bir kenara bırakıp çocuklarını büyütürken bir yandan da kocasının akıl hocası haline gelir zamanla.  Okuyucunun düşüncelerini, roman boyunca Kemal’e aktaran da aslında Zeynep’tir. Aklın sesidir, kocasının destekçisidir. Bu yönden bakıldığında, Özgür Boran’ın karakterlerine kattığı derinliğin boyutunu da çözümlemiş oluruz. Ancak bunun yanında Zeynep karakterini sadece kocasının yanında görüyor olmamız kendisinin romanda biraz geri planda kaldığını gösteriyor. Kendi idealleri olan bir kadın olarak çizilen Zeynep’i yine kendisi gibi geri planda kalan oğullarıyla görebiliyoruz sadece.

Kurşunlular’a ulaşmak için ilk durağı olan terminalde tanıştığı simitçi çocuk Ömer, Kemal’in o uzun yolu sabırla gitmesinin nedenlerinden biri haline gelir. Koyu bir Beşiktaşlı olan Ömer, yaşının heyecanı minik bedeninden taşan, sevecen bir çocuktur. Babası hapiste olduğundan ailesine ve kardeşlerine simit satarak deva olmaya çalışmaktadır. Yaşı on üçtür ancak yüreği çok daha büyüktür. Kemal’in ona hediyesi olan mavi parlak mont aslında bir hediyeden çok daha fazlasıdır. Kemal, bilginin ışığını sunmuştur sevgisi ve ilgisiyle, Ömer’e. Ömer, Kemal sayesinde öğrendiği her yeni bilgiyi yine öğretmenine anlatır, küçük dünyası zamanla şekillenir. Her gün sokakta gördüğümüz, hikâyesini bilmediğimiz çocuklardan sadece biridir Ömer. Kemal ise sevgili öğretmenidir onun, aslında hepimizin Kemal’den öğreneceği ne kadar çok şey vardır!

Yeni okuluna adımını attığı an bütün gözler üzerine çevrilir Kemal’in. Daha ilk günden okul müdürü Yasin ile yaşadığı sürtüşme ise okuyucuya net bir mesaj yollar: Kemal böyledir ve böyle de kalacaktır. Adaletten vazgeçmeyen, hakkını kör kuyularda arayacak kadar kararlı biridir o. Öyle ya da böyle, Kemal, seksenli ve doksanlı yıllardaki sol kesimin tipik bir temsilcisidir. Aşırılıktan uzak, sadelikten ise hilaf olan baş karakterimiz, sınıfa adım attığı ilk gün başına gelecekleri henüz bilmemektedir.

Kemal 1/A sınıfına yol aladursun, romanın ardıç kuşu diyebileceğimiz Mustafa girer sahneye. Mustafa’nın köyünden okula olan yarım saatlik mesafe, onun âşık kalbinden geçenleri anlamamız için de bir fırsat olur bize. Sohbetlerine katıldığı dergâhı, aşkın günahını, bir de Serkan’la yaşadıklarını düşünüyor Mustafa. Sorgulamaktan korktuğu, doğruyu göstermeyen bozuk pusulası korkutur Mustafa’yı. Dergâhın ve müritlerinin baskıyla öğretmeye çalıştığı her şeyi kendince sorgular, sorguladıkça da korkar. Üstelik ne bir yol göstereni vardır ne de sakladıklarını paylaşabileceği bir ruh. Kalbine Allah korkusu olduğunu sandığı ancak sadece cemaat müritlerinin ve hatta kendi ailesinin beklentilerini temsil eden zincirler ekilmiştir bir kere. Annesinin onlara yardım eden, evlatlarından ilgiyi eksik etmeyen Çendirliağa cemaatine olan güveni, Mustafa’yı doğrularını aramaktan alıkoymuştur uzunca bir süre. Ahlak adı altında dayatılan baskıları güzel gözlü Ayşegül’e yazdığı aşk şiirleriyle unutmaya çalışır genç âşık. Öğretmen Kemal ile de aslında böyle tanışırlar. Kemal’in sınıfta okuduğu “Seviyorum Seni” şiiri Mustafa’nın kalbinin doğruları ve öteki dünya korkuları arasında safını yavaş yavaş bulmasına yardımcı olmasında ilk kıvılcımı atar.

“Ve bir şiir yazılacaksa eğer sevgiliye, cehennem pahasına da olsa ondan ötesi var mıydı?”

Sınıfından şiir yazmalarını istiyor Öğretmen Kemal, şiiri sevseler de sevmeseler de onları bu şekilde tanıyabileceğini düşünüyor belki de. Mustafa, kafesiyle aşkını anlattığı şiirini Öğretmen Kemal’e teslim ediyor ve razıyım diyor. Razıyım, bırakın yanayım.

Küçük şairin şiiri şaşırtıyor Kemal’i. Ertesi gün onunla konuşup tebrik etmek için yanına çağırmayı düşünürken, öğretmenler odasında Dede Ersin’le karşılaşıyor. Ersin, Mustafa’nın Çendirliağa cemaatinden gördüğü özel muameleden bahsediyor ve okulda da cemaat müridi öğretmenler olduğunu ekliyor.

Eğitimin yozlaşması ve zamanla yapılanarak devletin içine kadar ilerleyen cemaatlerin varlığı okuyucunun yüzüne çarpılıyor. Fakir çocukları güya eğitip devletin içine monte eden bu tür yapılanmalar, eğitimin ülkemizde şu an geldiği halin adeta başlangıç noktası gibi. Sarmaşık gibi ülkemizin ruhuna dolanan bu yapılanmaların doksanlardan sonra gelebileceği hal, sanki tahmin edilircesine bahsediliyor. Kendilerini dergâha bırakan müritler ve beklenti içinde kıvranan aileler… Temiz zihinli çocukları kendi amaçlarına alet edip onları birer makine haline getiriyorlar. Örneğin, okul müdürü Yasin’in aile baskısıyla evlenip, cemaatine hizmet eden sadık müritlerden biri haline gelmesinin de aslında bu makineleştirme olduğunu anlıyoruz. Hayallerine hasret kalan çocuklar, büyüdüklerinde haksızlığa susmaya devam eden dilsiz cellatlara dönüşüyorlar.

Yazar, Çendirliağa cemaatinden çok da ayrıntılı bahsetmemiş. Cemaatin ortaya koyduğu işleri sadece karakterler üzerindeki etkisinden takip edebiliyoruz. Bir okuyucu olarak cemaatin kirli işlerinden bir nebze daha fazla bahsedilmesini tercih ederdim. Böylece cemaate karşı okuyucu bir düşünceye sahip olabilirdi. Didaktik diyaloglarla okuyucuya sunulan düşüncelere okuyucunun kendi çıkarımlarıyla kavuşması, karakterler arasındaki gerilimi de azaltabilirdi diye düşünüyorum.

Ben, farklı karakterlerin gözünden romanı değerlendirmemizin, okuyucular için öncelikli bir kazanç olduğunu düşünenlerdenim. Yazarın da bu konudaki başarısını belirtmeden geçmek olmaz. Kemal’in cengâver duruşundan Mustafa’nın tutsaklığına, Yasin’in geçmişe hasretinden Ömer’in kuş kalbine geçerken dalgasız bir denizde ilerlermiş gibi oluyorsunuz. Her karakter öyle bir ustalıkla yaratılmış ki, sanki köşe başından kahkahalarını ve çığlıklarını duyacakmışçasına dalıyorsunuz o durgun denize. Bununla beraber hikâyeler arasındaki zaman farkı da aynı üslupta sunuluyor okuyucuya. Bir bölümde 1975’e dönüp Yasin’in imkânsız aşkına üzülen okuyucu, diğer bölümde 1980’lere uzanıp İbrahim ve Eylem’in dönüşüne seviniyor. Okuduğumuz her bölümde, temel gerilim yavaş yavaş yükseldikçe bir bölüm daha okuyayım diyor ancak romanı elinizden bırakamıyorsunuz. Özgür Boran’ın olay akışının belli noktalarını okuyucudan gizli tutması, kendinizi romandan bir karaktermişsiniz de, gerçekleri ve yanlışları birlikte öğreniyormuşsunuz hissi veriyor.

“Bak Mustafa. Eğer bu bahsettiklerinin günah olduğunu söylüyorlarsa sana söz veriyorum o günahlarının hepsini ben kendi üzerime alıyorum.”

Aslında Özgür Boran bize şunu söylemek istiyor: herkesin kafesi kendine ve kafeste kalmak da kafesten kaçabilmek kadar cesaret istiyor. Kafestekiler sindirilmiş halde bir köşede bildiklerini sorgularken, kafesin dışındakiler ise hem kendileri hem de kafestekiler için çıkış yolu arıyor. İsyana duyarsızlık, isyanın ateşiyle çarpışıyor.

Öğretmen Kemal, bir kavak ağacı misali, köklerini Kurşunlular’da tanıdığı herkesin yüreğine bırakıyor. Yanlışa göz yummuyor, yumanların da gözlerini elinden geldiğince açıyor. Evlatları, Mustafa ve Ömer ise ağacın dalına konan ardıç kuşları. Çok sevdikleri öğretmenlerinin ağacını daha da güzelleştirebilmek için yetiştiriyorlar kendilerini. Ancak bazen kuşların da uçması gerekir. Mustafa, Serkan’la kendisine yaşatılanların intikamını alma planı yaparken, okuyucu Ömer’in yolculuğunu büyük bir heyecan ile takip eder. Tüm bu olanlar ise Kemal’de hayatı boyunca unutamayacağı bir iz bırakır.

Romanın sonunda, yazar bizi 2013 yılında, Gezi Parkı’nda karşılıyor. Mustafa, Kemal’in evlatları Devrim ve Deniz büyümüş olarak çıkıyor karşımıza. Adeta Kemal’in birer gölgesi gibi, belki ondan biraz daha fazla… 2013’ün hepimizde bıraktığı o yaraları ve seneler sonra hissettiğimiz o değişim tutkusunu, Ali İsmail Korkmaz’ı anarak hatırlatıyor bize yazar. Adalet için bir araya gelen binlerce insanın coşkusunu yüreğinizde hissediyorsunuz. Sonra Çarşı grubu giriyor parka, Kemal ile birlikte Ömer’i hatırlıyorsunuz.

“ÖĞRETMENİİİİM!”

Editör: Onur Özkoparan

Çisem Arslan
Latest posts by Çisem Arslan (see all)
Visited 18 times, 1 visit(s) today
Close