“Kadınlar yerlerini bilmelidir.” diyelim mi? Hayır, bunun kadar budala işi bir söz daha yok. “Kadınlar bizim her şeyimiz.” mi demeliyiz, bu durumda? Yine hayır. Söylenmesi gereken bu da değil. Söylenmesi gereken bu türden bir söz, kadın üzerine yapılması gereken herhangi bir çıkarım da yok açıkçası. Kadını rahat bırakmalıyız yalnızca. Ona bir rol, bir değer biçmek çabasından uzak durmalıyız. Üstüne bir de üzerimizdeki bu saldırganlığı, öfkeyi de yenmeyi başarırsak, o zaman tam anlamıyla bütün özgürlük susuzları kana kana tadacaktır, saf ve serin özgür ortamın tadını. 

     Buradan hareketle, söylenmesi gereken ancak çoğunlukla akıllara gelme olanağı bulmayan bir düşünceye varıyoruz. Bakınız! Ortada konuşulması gereken bir kadın sorunu olduğunu söylüyor gazeteler, radyolar ve sürekli şiddet dolu sahnelerle izlenilir kalmaya devam eden televizyonların, bu sahnelerden arda kalan sürede konuşan birkaç kişisi. “Bir kadın sorunu söz konusudur.” diyorlar. Çözümlenmesi gerektiğini düşündükleri birtakım problemler ortaya atıyorlar, içlerinden kimisi ileri gidiyor ve kadına nasıl yaşaması gerektiğini öğretmeye kalkarak, bütün bunların suçlusunun kadın olduğunu ortaya sürüyor. Kazara tutup da yargıç yapmış olsaydık böylesini, cesetlerin idam edildiği bir dünyaya açıyor olurduk gözlerimizi. Abartı mı? Nesi abartı bunun? Bir ölü bedeni sövgülerle, suçlamalarla, kendi ölümüne neden olduğuna ilişkin imalarla yolcu etmediler mi bu ülkede? Kaç gün geçti ki üzerinden o kara günün? Neden bu kadar çabuk unutuyoruz? O yüzden hiçbir örneğin abartı olamayacağı kadar derinleşmiş, çürümüş, ağrıdan başka bir getirisi olmayan bir diş tanesidir bu sorun. Ancak gelin, bir düşünün! Bu sorun kadın sorunu mudur? Sanmıyorum. Hep birlikte söylememiz, konuşmamız ve ortaya yeni çözümler koymaya çalışmamız gereken bu sorun, erkek sorunudur.  

     Saldırganlığımız artık yaşanmaz kılıyor bu dünyayı. Kadınların devlet yönetemeyeceklerini söylüyoruz, geçmişte batırdığımız nice devletleri unutarak. Birinci Dünya Savaşı’nın kararını veren erkekler olmuştu. Savaş için bir gerekçe yaratan şu Sırp milliyetçi, bu tanımlamadan anlaşılmıyor olabilir ama bir erkekti. İkinci Dünya Savaşı’nı başlatan deliyi zaten hepimiz tanıyoruz. Alman halkını suçlu, güçsüz, yenik kıldı. Erkekti kendisi de. Bunu unuttuk da tutup, kadınların devlet yönetemeyeceğini ve yönetirlerse de bunun çok uzun sürmeyeceğini söyledik. Bizans İmparatoru Justinianus’un bir ayaklanma sonucu tahttan indirilmek üzereyken kaçmasına engel olup, kalacaklarını ve sonuna kadar savaşacaklarını söyleyen İmparatoriçe Theodora’yı unuttuk. Şu az önce sözünü ettiğim, İkinci Dünya Savaşı’nı başlatan delinin yanılgılarını unuttuk, üzerine onu başarılı saydık. Tarihin en büyük askeri dehasıymış!  Sivastopol kentine bu deli tarafından salınan üç yüz dokuz erkeğin, keskin nişancı Lyudmilla Pavliçenko tarafından yok edildiğini unuttuk. “Kadınlar savaşamaz.” dedik. “Eli silah tutan cepheye gidecek! Kadınlar mı? Sanırım onların eli silah tutmuyor.” Nasıl tutmaz? Lyudmilla ya da Roza sapanla mı gösterdiler keskin nişancılıktaki olağanüstü yeteneklerini? 

     İki büyük keskin nişancı ve bir İmparatoriçe üzerinden örnek vermiş olmamdan ötürü, savaşı ya da saltanatı övmekle de suçlamayın sakın! Savaşları çıkaranın da erkekler olduğunu söylemiştim. Ortaya sürdüğüm sav, kadınların ya da erkeklerin herhangi bir işi yapıp yapamayacakları konusunda belirlenmiş çizgilerin bir saçmalıktan ibaret olduğudur. Bugüne dek erkekler tarafından yönetilen devletlerin nasıl yıkıldıklarını, nasıl sarsıntılara uğradıklarını da söyledim. Bu demektir ki, “Kadınlar ne yapmalı da bizler onlara saldırmayı aklımızdan geçirmeyiz?” diye sormak yerine, kendimize nasıl çeki düzen vereceğimizin hesaplarını yapmak gereklidir.  

     Kötülük üstüne kötülük ediyoruz kadınlara. Üstelik öyle sistemli, düzenli işleyen bir kötülük ki tarafımızca uygulanan, akıl sır ermiyor buna. Düşündünüz mü hiç? Kadınları neden pek çok alanda geride görüyoruz? Neden adını bildiğimiz kadın yönetmenlerin, yazarların, futbolcuların, savaşçıların sayısı bu kadar az? Bunda yanıt veremeyecek ne var? Biz olanak vermedik. İlk nasıl başladıysa bu kötülük, geri dönüş çok zor oldu bundan. Belki dönemedik bile. Kadınları evlerine kapattık ve okumayı, eğitim görmeyi onlara yasakladık. Bunu yasaların yardımıyla yaptık. Kadınların eğitim hakkı ne kadar eski? Eğitimden yoksun bırakılan bir kimsenin çeşitli yetenekler kazanması ya da var olan bir yeteneğini ileriye taşıması ne kadar olasıdır? İnanın, biz erkekler bu soruları yeni aklımıza getirmiş değiliz. Kadınlara ettiğimiz kötülüklerin başlangıcında bile bu sorular aklımızdan geçmekteydi. Bu kurnazlığımıza karşın, onları bizden daha kurnaz olmakla da suçladık. Neden? Kurnaz olana önlem almak gereklidir de ondan. Gerekli midir sahi? Palavradan başka bir şey değil. 

Boston Maratonu’nu koşan ve tüm engellemelere karşın tamamlamayı başaran ilk kadın Kathrine Switzer.

     Futbol okuluna gönderilen bir erkeğin futbolcu olması ve evini temizlemesi zorunlu kılınan bir kadının da temizlikçi olması kadar doğal bir iş yoktur. Futbol okuluna gönderilen bir kadının futbolcu olması ve evini temizlemesi zorunlu kılınan bir erkeğin temizlikçi olması kadar da doğal bir iş yoktur. Görüyorsunuz ya, insan ne tür koşullara tabi kılınırsa, o yönde ilerliyor. Kadını beceriksiz olmakla suçladığımız geçmişteki yüzlerce yılı, kurnazlığımızın ödülünü alarak ve dünyayı yöneterek geçirdik. Bu iş, öyle acımasız bir noktaya geldi ki; bir kadını öldürdüğümüzde de aynı pişkin tavır içerisine girdik. “Ölmeyi hak etmeseydin, seni hiçbirimiz öldürmezdik.” dedik. Katil olduğumuzu unuttuk. Yüzlerce yılı, gözcüsü olduğu tutukluları acımasızca davranışlarıyla yıldıran birer gardiyan olarak geçirdik ve utanmadan, sıkılmadan, bu tutukluları hiçbir iş yapamamakla suçladık. Oysa bir tutuklunun elinden gelecek tek iş, duvar seyretmektir. Biz, bu gerçeği ya anlamadık ya da kurnazlığımızın getirisi bir aptalca bakış yerleştirdik gözlerimize. Öylece baktık, yaşamın öteki yarısına, acımadan. 

     Geldiğimiz yüzyıl, kadın için olağanüstü bir özgürlük ortamının oluştuğu bir yüzyıl mı? Kuşkusuz değil. Ancak görülüyor ki, geçmiş yüzyıllara göre daha insanca koşulların sağlandığı zamanlar ve yerler oldu. Bakıldığında, İstanbul Sözleşmesi gibi bir adımın atılabilmiş olması da sevinç vericiydi. Şimdilerde bu sözleşmeden çekilmek gibi bir tasarı ortaya atılmakta. Kadınları artık rahat bırakmamız ve onların özgürlüklerinin, yaşayışlarının belirleyicisi olmak gibi bir iddiada bulunmamamız gereken bir dönemde, neden yaşamı onlar için daha da karanlık bir zindana çevirecek bir iş yapmaya çalışıyoruz? İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasının, kadınların özgürce yaşamasının ne zararı olacak bizlere? 

     En sonunda söylenmesi gerekenin ne olduğunu kesin bir biçimde görüyoruz. Ortada bir kadın sorunu değil, erkek sorunu var. Bu sorunun çözümü de erkeklerin artık insanca yaşamayı öğreneceği, şiddet ve tecavüz cezalarının daha caydırıcı olacağı, kadınların da büsbütün rahat bırakılıp özgürlüklerine kavuşacakları önlemleri almaktır.

     Açıklığa kavuşturmak gereken bir nokta daha var. Kadınları yaşamın tüm alanlarında hiç de geride görmememiz gerekiyor. İnsanlık olarak en çok önemsediğimiz sinema, edebiyat, politika, spor gibi alanları ele aldığımızda, görülmesi gerekli olan pek çok büyük isimle karşılaşırız. İşinde olağanüstü derecede başarılı olmasına karşın, kadın olmanın bedelini adlarını yeteri kadar duyuramamakla ödeyen büyük insanlardır onlar. En tanınır olanları bile bu durumdadır. Kısacası, kadınlar tüm bu alanlardan uzak tutularak geri bırakılmış ve tüm bu engellemelere başkaldırmış olup da ileriye gidenleri ise adlarının ve başarılarının gölgede bırakılmasıyla, bu düzenden payına düşen haksızlığı görmüştür.  

     Yazıyı, şu tümceler ile bitirmek istiyorum: Kadın için gerekli olan kurtuluş yolunun ne olduğu oldukça açık. Bizlere -kadın ya da erkek fark etmeksizin- eşitliğin gerçekten ve tümüyle var olduğu bir ortamda soluk aldıracak olan yol, üretime ortak bir biçimde katılmaktan geçmektedir. Ekonomik bağımsızlığın, kadın başkaldırısının en önemli rotası olduğu görüşündeyim. Kaldı ki kadınların vermiş oldukları mücadelede, iş yaşamında eşit bir biçimde yer alma konusunda verdikleri kavga da boşuna değil. İnsanlığın yarısı erkekten oluşuyorsa, öteki yarısı da kadından oluşuyor. İş yaşamına katılmış kadınların sayısı ise erkek sayısı ile denk duruma gelmedikçe asla yeterli olmamalıdır. Kadın istihdamı, lütufmuş gibi sunulan düşük kontenjanlarla değil, en az yarı yarıya olacak bir biçimde sağlanmalıdır. İnanın, bir insanın kendi geçimini sağlayabiliyor olması, özgürlük yolunda ele geçirebileceği en etkili silahtır.

Varol Mengüverdi
Latest posts by Varol Mengüverdi (see all)
Visited 7 times, 1 visit(s) today
Close