Yazar: 19:00 Öykü

Gölge Düşü

Bir mum yakan bir gölge yaratır.

Ursula Le Guin

Parkta oynayan çocukların neşeli cıvıltıları arasında pencereden yansıyan mavi, mor, turuncu ışıklar odanın içinde kavisler çiziyor, bir bibloyu andıran elleri gölge oyununun kıvraklığını çağrıştırarak açılıp kapanıyordu. İpek sabahlığının arasından taşan beyaz bacakları odanın ortasında kımıltısız ve gövdesini taşımaktan yorgun iki beyaz güvercin gibi seğirdi. Uzun bacaklarını saran ten rengi naylon çorabı jartiyerine takıp kadife koltuğun kenarına ilişti. Koltuğun sağında duran metal kaptan iri, sulu, kırmızı elmayı alıp şehvetle ısırdı. Odayı saran loş ışığın altında pürüzsüz görünen bacaklarına baktı bir süre. Oysa gün ışığında böyle görünmüyorlardı. Kapı çaldı.

“Hoş geldin şekerim.”

Kapıda beliren siluet tedirgin bakışlarını saklamaya çalışarak sessiz gövdesiyle içeri süzüldü. Kulaklıklarını çıkarıp konsolun üstüne bıraktı. Ne yapacaktı şimdi? Huzursuzdu besbelli.

“Otur şöyle hadi.”

Meraklı gözlerle salonu incelemeye koyulan oğlana gözlerini dikti. Çiçekli koltuklar, çeşit çeşit fincanlar, sayısız biblo, çiçek, örtü, dantel… Her şey cıvıltılı bir bahçenin parçası gibi ahenk içindeydi. Uzanıp başını oğlanın dizlerine yasladı. Tanıştıkları günü düşündü. Bir kitap kulübünde tanışmışlardı.  Kitap kulübüne katılmaya karar verdiğinde en büyük korkusu ondan yaşça küçük insanlarla karşılaşmaktı. Düşündüğü gibi olmamıştı. Çoğu kendi yaş grubundan insanları görünce epey rahatlamıştı. Çok sonraları bir gün Can da kulübe katılmıştı. Onu ilk gördüğünde bu sessiz çocuğun ne işi var bu yaşı geçkinler kulübünde diye düşünmüştü. Can efendi, saygılı tavırlarıyla kısa sürede herkesin sevgisini kazanmıştı. Leyla bu çocukla değil konuşmak selamlaşmazdı bile. Ekim sonu çok yağmurlu bir günde Ağa Cami durağında birlikte tramvayı beklediklerini fark edene kadar… Tramvaya binerken Can nazikçe elinden tutup tramvaya binmesine yardım etmişti. Sonraki haftalarda daha sık karşılaşır oldular. Bir tür tesadüf müydü anlam verememişti. Tıpkı bir gölge gibi onu farklı tesadüflerle görmek bir taraftan huzursuzluk bir taraftan da heyecan veriyordu. Kitap kulübü toplantılarını ayda bir değil haftada bir düzenlemeye karar vermişti üyeler. Tabii ki bu harika fikir Can’dan çıkmış olmalıydı. Kısa selamlaşmalar, minik tebessümler bir süre sonra koyu sohbetlere, muzip şakalaşmalara dönüştü. Bir akşamüstü evinin balkonundan taşan begonyaları sularken sokaktan geçen birini ona benzetmiş, yanaklarının pembeleştiğini hissetmişti yıllar sonra ilk kez. Oysaki bundan birkaç ay önce hayatı ne kadar da farklıydı. Kocası çok sık seyahat ediyordu. Apartman komşularıyla kahve günleri, alışveriş, mutfakta geçen saatler, temizlik… Çocuğu olmamıştı. Bu yüzden komşu günlerinde bahsi geçen çoluk çocuk, okul, kreş, öğretmen konularına hiç dahil olmazdı. Kocası Adnan Bey de kendisini işine vermiş, evin yolunu çoktan unutmuştu. Tüm bu yalnızlığın içinde sığındığı yuvası ona dar gelir olmuştu. Şimdiye kadar hiçbir ilgisi olmayan kitaplara birden merak salması belki de bir iç bunaltısının tezahürü olabilirdi ancak. Başlarda kendi kendine birkaç sahaf, kitabevi gezdi. Sonra bir gün bir kitap kafe keşfetti. Bir okuma kulübünün afişini görünce katılmaya karar verdi. Kendini daha anlamlı hissetmeye başlamıştı. Artık komşu gezmeleri, dantel ve yemek tarifleri yerini kitaplara bırakmıştı. Fark etmeden bir dönüşüm hali tüm hücrelerini işgal etmişti. Bu hal hem bedenen hem zihnen hem de ruhen onu bambaşka bir insana dönüştürmüştü. Bazen aynaya baktığında gördüğü yüzü tanımadığını düşünüyordu.

“Biliyor musun? Senden çok hoşlanıyorum.”

Bu cümleyi eskiden olsa zihninden dahi geçiremezdi. Tüm o ahlak kuralları bir diktatör gibi tepesinde dikilip böyle şeyler yapmasına izin vermezdi. Şimdi benliğinde ona suçluluk duygusu hissettirecek her şeyden azade olmuş, dünyanın en özgür insanı gibi hissediyordu. Can da bu sözleri duymayı bekliyor gibi birden uzanıp onun göz kapaklarını, boynunu ve dudağının kenarını öptü. Bir Fransız filminde gördüğü bu sahneyi canlandırırken kendini dünyanın en romantik erkeği gibi hissetmiş olmalıydı… Dönüşmek bu iki ayrı kafanın içinde bambaşka şekillerde vücut bulmuştu. İkisinin de asla hiç olmadıkları gibi davranmaları karanlıkta kalan benliklerinin ışığa çıkmasına sebep olmuştu. Sanki biri bir mum yakmıştı ve sihirli bir gölge oluşmasına sebep olmuştu. Gölge ve ışık… Odanın loşluğu ipek bir tül gibi vücutlarından aktı. Bu iki ruh kendini yakan aleve sarılı* halde günün ilk ışıklarına değin gölgeleri ile yarıştı.

***

Perşembe günkü kitap kulübü toplantısı yine aynı yerde ve saatte olacaktı. Leyla kendini daha genç gösteren bir jean ve üzerine açık mavi şifon bir bluz giydi. Saçlarını tepeden topladı, hafif bir makyaj yapıp neşeyle evden çıktı. Kitap kafenin sokağına vardığında utanmasa topuklarını birbirine vuracaktı. Herkes çoktan gelmiş, haftanın kitabı üzerine sohbete dalmıştı bile. Işıltısı dikkatli gözlerden kaçmadı. Hatta birkaç kişiden hoş iltifatlar aldı. Heyecanını gizlemeye çalışarak boş sandalyelerden birine ilişti. Aklı, birazdan kapıda belirmesini dört gözle beklediği Can’da idi. Etrafındakilerin hararetli fikir telakkileri ile zihninden geçen düşünceler tam bir kakofoniye dönüşüyordu. Bir türlü konuşulanlara kendini veremiyordu. “Nerede bu çocuk Allah aşkına?” Belki de tramvayı kaçırmıştı. Birden cesaretini toplayıp onu sormayı düşündü fakat birkaç kişi daha gelmemişti. Sadece onu sorarsa fazla dikkat çekeceğini düşündü. En sevimli halini takınıp yanındaki şişman kadına döndü.

“Bu hafta epeyce kişi gelememiş. Kimler yok bugün acaba Nermin Hanım?”

“İsmail Bey grip olmuş. Nalan Hanım da pek üzgündü. Kedisi ölmüş. Aslı ile Kenan tatile gitmişler. Ah bir de neydi şu yeni gelen kızın adı? Hah. Ceren… Mahkemesi varmış bugün.”

Kadın bir taraftan tıkınıyor bir taraftan aile şecerelerini sorsan söyleyecek gibi bilgiç bilgiç izahat veriyordu. Can hakkında bir bilgisi yoktu ki onunla ilgili bir şey söylememişti. Leyla hem sıkıntıdan hem de meraktan ölecek gibi hissediyordu. Başka kime sorabilirdi ki… O gün eve dönüş yolunda kafası türlü düşünce ile dopdoluydu. Telefon numarasını almayı neden akıl edememişti? “Mutlaka başına bir şey gelmiş olmalı.” Kendini bu sözlerle teselli mi ediyordu yoksa daha da evhamlanıyor muydu bilinmez.  O akşam yemeği yaktı, ayağını biblo dolabına çarptı, çok sevdiği fincanlardan birini düşürüp kırdı. Adnan Bey olanlara bir anlam veremedi. Leyla tüm haftayı merak ve endişe içinde geçirdi. Nihayet perşembe günü gelip çattığında Can’ı yine göremeyince onun kendisini görmek istemediğini düşündü. Kemiklerine dek içini sızlatan bir acı gelip başköşeye kuruldu. Ne yapmalıydı? Cesaretini toplayıp Aslı bir şey biliyor mu diye sormaya karar verdi. “Ah onu yalnız yakalayıversem bir…” Kenan hiç fırsat vermiyordu ki. Sonunda onu tuvalete giderken görünce hemen peşinden koştu.

“Aslı’cığım, bugün ne kadar hoş olmuşsun böyle. Tatil yaramış sana.”

“Harikaydı gerçekten. Resmen arındım. Bol bol kitap okudum.”

Bu entel görünümlü kadın konuşmayı pek sevmezdi. O yüzden sohbeti bir şekilde Can’a getirmeliydi.

“Valla geçen hafta sizi, Nalan Hanım ve Can’ı göremeyince çok sıkıldım. Nalan Hanım’ın kedisi ölmüş. Çok üzücü. Fakat Can niye gelmedi iki haftadır bilemiyorum. Belki de kulübü bırakmıştır.”

Son sözlerini laf olsun diye geçiştirerek söylemeye gayret etmişti. Aslı, şaşkın gözlerle Leyla’yı dinliyordu.

“Ah canım. Nalan Hanım’ a ben de pek üzüldüm. Fakat Can kimdi? Yeni katılanlardan biri mi?”

***

Kendisini bir nehir gibi akan sokağa bıraktığında hafiften bir yağmur çiselemeye başladı. Tramvay önünden bir kuğu gibi süzülüp geçti. Bu upuzun ve bir ömre bedel günün sonunda eve vardığında akşamın solgun ışıkları gölgeleri saklamıştı çoktan.

“Ah delilik bu. Delilik bu…” mırıltıları göğsünden boşluğa çarpıp kulaklarına doluyor, anlamını kavrayamadığı, benzersiz ve dünyanın çok eski zamanlarından kalma bir ezgi gibi tekrarlanıyordu dudaklarında. Tüllerin hışırtısıyla yüreklendi. Salon şehrin karanlığına gömülürken cam büfeye yansıyan görüntüsüne dikkatle baktı. Kırışmış elleri cama yansıyan görüntünün üzerinde huzursuzca gezindi. Bu görüntü her sabah aynaya baktığında karşısında beliren görüntüden ne kadar uzaktı. Dış kapının sesiyle irkildi. Saate baktı. Birazdan kapı çalınacak, kapıcı Muzaffer Bey çöpleri isteyecek, siparişi olup olmadığını soracaktı. İçindeki şüphe karanlık odanın içine yayılıp gözden kayboldu.

Merdivenlerden gelen ayak seslerine dikkat kesildi. Karanlıkta bir ümit etrafına bakındı. Yapayalnızdı. “Yapayalnızım,” dedi. Sanki sesini duyması gereken biri varmış gibi… Tavus kuşu desenli terliklerini giydi, bozulan saçlarını düzeltti. Dudaklarına sevecen bir gülümseme yerleştirip kapıyı açtı. İşte orada, sırt çantası omzunda, merdivenlerin başında duruyordu.

“Ben hiç var olmadım. Senin zihninin yarattığı bir hayalden başka bir şey değilim. Can sıkıntının yarattığı bir şey…”

“Mümkün değil bu. Aklımı kaçırmış değilim. İşte tam burada kanlı canlı duruyorsun karşımda. O kadar içten o kadar sahicisin ki…”

Taş basamakların yankısı boşluğa çarpıyordu. Eşikte, dünyanın tam ortasında, uzaklaşan gölgeye öylece bakıp kaldı.

*Dante

Editör: Gülhan Tuba Çelik

Ebru Özdemir
Latest posts by Ebru Özdemir (see all)
Visited 8 times, 1 visit(s) today
Close