Yazar: 14:35 Öykü

Faniliğin Ölümü

Ecelinden kaçamayacağını kabullenen son faninin öldüğü günün akşamında Attika, ölümsüzlüğü buldu. Zaten Attika yıllar boyu çoğu konuda, özellikle kendi sektörü olan teknoloji konusunda, öncü bir firma olarak adını dünyaya duyurmuştu. Hele hele savaştan sonra Kapital Bahar’ın öncüsü olmuş, özerklik kazanan ilk firma olarak adını tarihe altın harflerle kazımıştı. Ardından özerk kapitalizm akımı diğer firmalara da ilham olmuş ve dünya tarihinde ilk defa kapitalizm politikaya karşı açık ara farkla, resmi olarak galip gelmişti. Tabii devletler, politikacılar ve nice vatanseverler bu devrimi bir yenilgi olarak görmüyorlardı. Büyük bir çoğunluk bunu devletin iş yükünü azaltan, mutualist bir yenilik olarak görürken muhafazakârlar ise intikam ateşiyle yanıp tutuşarak kükreyecekleri vakti bekliyorlardı.

Özerk firmaların kendi toprakları vardı fakat ikametgâhları yoktu. Silahlandırdığı kolluk kuvvetleri vardı, ordusu yoktu. Ürünü ve parası vardı, ekonomisi yoktu. Ürünlerini kendi topraklarında satamıyorlardı. Bu yüzden komşusu olduğu ülkelerin topraklarına muhtaçlardı. Komşu ülkeler özerk bir firmayı regüle edemezdi fakat firmanın sattığı ürünü yahut servisi denetleyebilirdi. Üretimine, Ar-ge’sine karışamaz fakat teslimatı sınırlandırabilir, son ürün içeriğini kontrol edebilirdi.

İşte böylesine büyük bir devrimin öncüsü olduğundan Attika hem beyaz yakanın hem de politikacıların saygısını kazanmış, tarihin seyrini değiştirmişti. Tüm insanlık Attika’nın en büyük başarısının hep Kapital Bahar olacağını, gelecekte sunacağı hiçbir yeniliğin bu başarının üstüne çıkamayacağını düşünüyordu. İşte böyle bir akşamda, ecelinden kaçamayacağını kabullenen son faninin öldüğü günün akşamında Attika ölümsüzlüğü buldu.

Aleksandr Aleksandroviç Bogdanov, hayatının seyrini kalıcı biçimde değiştirecek bu sarsıcı haberi elini yaraladığı o günün akşamında öğrenecekti. Bogdanov, bir kriptomaden mühendisiydi. St. Petersburg’daki Mechtat isimli özerk olmayan küçük bir kriptomaden firmasında çalışıyordu. Görevi işlemci ve VGA güncellemelerini yapıp cihazlara teknik destek sağlamaktı. Kariyerine Mechtat’ta başlamış, hatta güncel işletim sisteminin programlamasında büyük payı olmuştu. Şirket için vazgeçilmezdi. Bunu kendi de biliyordu fakat işini severek yaptığı söylenemezdi. Rusya’daki diğer proleterler gibi o da karın tokluğuna çalışıyordu. Başka bir firmada da çalışmak istemiyordu. Çünkü Mechtat’ta yaşantısı görece rahattı. Acil bir durum söz konusu olmadığı müddetçe işe giriş ve çıkışlarında esneklik sağlanıyordu kendisine.

“Bu makineler de sabah akşam horluyor,” diye bağırdı Sergey Zharkov kaşlarını kaldırarak. Birbirlerinden bir adım kadar uzakta olsalar da madendeki kuru gürültüden dolayı seslerini duyurmak için bağırmaları gerekiyordu. Bogdanov işini yarıda kesip Zharkov’a döndü ve bu çocuksu mizahına tebessümle karşılık verdi. Zharkov, şirketin yeni güvenlik elemanıydı. İşe başlayalı daha bir hafta olmuştu. Bu yüzden Bogdanov bu hevesli gence karşı kibar olmaya çalışıyordu. Fakat her seferinde Zharkov, Bogdanov’un tahammül sınırlarını zorluyordu. “Kafamda vır vır ötüyorlar. Bir süre kapatsalar da kafa dinlesem.”

Mechtat’ın kripto para madeni ufak bir stadyum büyüklüğündeki bir metal yığınıydı. Yapısı gereği bir hangara benzetilebilirdi. İçinde enlemesine sıralanmış raflara dizili soğutucu eklentili yüzlerce cihaz sabah akşam demeden kripto para madenciliği yapıyordu. Tek doğal ışık kaynağı çatısındaki küçük pencerelerdi. Cihazların soğutucularının yaydığı loş ışıklandırma ise en azından akşam olduğunda yakını görmeyi sağlıyordu. “Kapalı kaldıkları her saniye şirket için zarar,” diye bağırdı Bogdanov da. Ardından bir süre öksürdü. “Ki bunu zaten biliyorsun.”

“Biliyorum ama geceleri bir süre kapatsak eminim üsttekiler zararı fark etmez bile,” dedi Zharkov. “Espri yapıyorum, Bağımsızlık Günü’nde tatil yaptım. Kafa dinledim zaten. Sen ne yaptın tatilde? Memleketine gittin mi?”

“Ne?”

“Memleketine gittin mi?”

“Memleketimde görecek bir şey kalmadı,” dedi Bogdanov. Suratı asıldı. “Moskova doğumluyum ben.”

“Çok özür dilerim, bilmiyordum,” dedi Zharkov. Sonra Bogdanov’u teselli etme girişiminde bulundu. “On yıla kadar radyasyon güvenli seviyelere inecek deniyor. Belki o zaman görmeye gidebilirsin.”

“Gitsem bile görecek bir şey kalmadı Moskova’da,” diye homurdandı Bogdanov.

“Doğru,” dedi Zharkov. “Şehir yerle bir oldu. Kazazedelerin fotoğraflarını görünce içim sızlamıştı.”

Bogdanov işine döndü. Ama aklı işinde değildi. Çocukluğunu, gençliğini, Moskova’yı hatırladı. Sonra birden canı yandı. Cihazın parçalarını birleştirirken kullandığı el matkabını vidaya fazla bastırmış, baskıya dayanamayan el matkabı kayıp avucunda derin bir kesik açmıştı.

“İyi misin?” dedi Zharkov, endişeyle. Sonra kesiği gördü. “Çok kötü, çok kötü…”

“Bir şey yok,” dedi Bogdanov. Sakardı ve kesiklere alışkındı. Ön cebinden bir mendil çıkarıp elini sardı. Bu yarayla akşam evde ilgilenecekti. Öyle de yaptı. Akşam gettodaki tek odalı evine gidince kanlı mendili çöpe atıp yaraya merhem sürdü ve eline yeni bir mendil sardı. Tek kişilik koltuğunda soluklandı ve televizyonu açtı. İnternetin sonsuz içerik havuzuna tam dalmak üzereyken bir bilim kanalında milyonlar tarafından izlenen bir canlı yayın dikkatini çekti. Konu nanosentetiklik hakkındaydı. Bu terimi daha önce hiç duymamıştı ve duymaya niyeti de yoktu. Fakat açıklamayı yapan kadın Attika’nın icra kurulu başkanı Srishti Prajapati olunca konu ilgisini çekti. Yayını açıp hemen ekran başına kitlendi. Ekrandaki kadın İngilizce konuşuyor, televizyondaki yapay zekâ ise dediklerini Rusça’ya çevirip seslendiriyordu.

“Aslında vadettiğimiz şey mitolojik tanrılar gibi sonsuz bir yaşam değil. Bunun altını çizmekte fayda var. Yaptığımız şey basitçe nanoteknoloji yardımıyla katabolizmanın[1] ana etmenlerinden biri olan telomerin[2]kısalmasını yüz kata kadar geciktirmek. Bu gelişme aynı zamanda yaşlanmayı da yüz kata kadar geciktirecektir. Nanosentetikliğin insan yaşamına büyük ölçüde yansıması ise beslenme düzeninde görülecektir. Hepimizin bildiği gibi biz insanlar heterotrof beslenerek, yani gerekli besini dışarıdan alarak enerji üreten canlılarız. Besin bulabilmek, doyabilmek, tarih boyunca en büyük mücadelelerimizden biri olmuştur. Tüketilen besindeki enerjinin çoğunun sindirim ve boşaltım sistemimizin çalışması için harcandığına değinmiyorum bile. Nanosentetiklikle beraber kimyasal bağ enerjisi yardımıyla inorganik maddelerden organik besin sentezleyebilecek, hayatta kalmak için yemek yemek zorunda kalmayacağız. Kan dolaşımınızdaki organik nanobotlar sayesinde amonyağı nitrifikasyon[3] yardımı ile nitrata dönüştürüp enerji üretebileceğiz.”

“İnsanoğlunun çağı bitiyor ve siborgların[4] çağı başlıyor diyebilir miyiz?” diye sordu muhabir. Srishti’nin söylediklerini anlamakta tıpkı Bogdanov gibi güçlük çekiyordu.

“Hayır,” diye itiraz etti Srishti. “Vücut dengenizi düzenleyecek olan nanobotlar tamamıyla organik olarak sizin kök hücrelerinizden üretilecekler. Bir siborga dönüşmeyeceksiniz. İnsan olmaya devam edeceksiniz. Yenilmez olmayacaksınız. Vücudunuza yine kurşun işleyecek, öldürülebilir olacaksınız ama ölmeyeceksiniz. Yine yaralanacaksınız ama bu sefer çok daha çabuk iyileşeceksiniz. Hatta hücre bölünmelerinin tam denetimi nanobotlarınızda olacağından kanser riskiniz bile olmayacak. Yine yaşamdan zevk alacaksınız, hatta bu sefer daha tatlı gelecek. Yine hata yapacaksınız, mutlu olacaksınız, üzüleceksiniz, âşık olacaksınız…”

“Herkesin aklında tek bir soru var: Kimler bunu karşılayabilecek?”

“Attika, kurulduğu günden beri hep teknoloji öncüsü olmuş, topluma sadakatini defalarca kanıtlamış bir firmadır. Elimizdeki gelişmekte olan bir teknoloji olduğundan şimdilik bu işlemin maliyeti kişinin DNA yapısına göre astronomik rakamlara ulaşabiliyor. Fakat önümüzdeki on yıl içinde herkesin faydalanabileceği uygun maliyetli bir servis sunabilmek için Ar-ge departmanımız gece gündüz demeden çalışıyor.”

Gözleri ağırlaşan Bogdanov, televizyonu kapatıp kendini yatağa attı. O gece başını yastığa koyduğunda tarihe tanıklık ettiğinden bihaberdi.

Attika’nın duyurduğu bu yeni teknolojinin üzerinden daha iki hafta bile geçmemişti ama Bogdanov yaşadığı dünyayı tanımakta güçlük çekiyordu. Nanosentetiklik artık herkesin dilindeydi. Dünya bu radikal değişime henüz adapte olamamıştı. Yeni dünya düzenine geçiş aşaması sancılı ve bir o kadar da yıkıcı olacağa benziyordu. Her geçen gün varlıklı kesimin nanosentetikliğe talebi artıyor, zenginler sonsuz yaşama erişmenin ortak mutluluğunu paylaşıyorlardı. Sonsuz yaşamı karşılamaya gücü yeten film yıldızları, müzisyenler, sporcular ve daha niceleri televizyon programlarına katılıyor ve muhabirlerin alışılagelmedik sorularını yanıtlıyorlardı. Kimi milyarderler, kurulan vakıflar yardımıyla ölümcül hastalığı olanların da bu hizmetten faydalanabilmesi için yüksek meblağlarda bağışlar yapıyorlardı. Bazı ülkelerdeki tanınmış politikacıların Attika topraklarına seyahat ettiğine dair spekülatif haberler ortaya çıkıyor ve bu haberler bir politikacının böylesine büyük bütçeli hizmeti nasıl karşılayabileceğini sorgulayan halkı galeyana getiriyordu. Din adamları, bu yeni teknolojiyi Tanrı’ya ortak koşmak olarak görürken, bilim insanları nanosentetikliğin ve Attika’nın güvenilirliğini tartışıyorlardı. Bazı haber kanallarında bu servisin belli ülkelerde yasaklanıp yasaklanmayacağı konuşuluyordu. Attika firmasına her geçen gün yüz binlerce elektronik posta yağıyordu. Kimileri ölüm tehditleri savururken kimileri de kendileri ya da yakınları için ücretsiz hizmeti talebinde bulunuyorlardı. Her gün yeni bir azınlık, Attika’nın Marsilya’daki ana merkezinin önüne gelip daha tam olarak neyi protesto ettiğini bilmeden sloganlar savuruyordu.

Bogdanov ise bütün bu olanlara kayıtsızdı. Ölmekten korkmuyordu. Daha doğrusu öyle sanıyordu. Tabii nanosentetikliği karşılayabilecek maddi gücü yoktu ve değil bir, on ömür boyu çalışsa da bu refaha asla kavuşamayacaktı. Sağlığına da dikkat ettiği söylenemezdi. Elindeki derin kesik zamanla iltihaplanmıştı. Buna karşın Bogdanov’un yaptığı tek şey, merhem sürmeye devam etmek olmuştu. Hastaneye gitmeyi aklının ucundan bile geçirmemişti. Hatta son zamanlarda yoğunlaşan ve ciğerini söküp atabilecek şiddetteki öksürükleri bile onu hastane kapısından geçmeye ikna edememişti.

“Yara halen geçmedi mi?” diye bağırdı Zharkov.

“Ne?”

“Yara halen geçmedi mi?”

“Geçmedi,” dedi Bogdanov. Zharkov her zamanki gibi gevezelik ediyordu.

“Halen öksürüyorsun.”

“Biliyorum.”

Zharkov, bazen tam bir baş belası olabiliyordu. Şımarık bir çocuktu. Dengesiz konuşup sinir bozmakta üstüne yoktu. Bogdanov, madendeki mesaisini bitirip metroya doğru yürürken bunları düşünerek Zharkov’a kabaran nefretini körüklüyor, iç sesiyle dedikodu ediyordu. Sonra birdenbire etrafındaki dünya ondan uzaklaştı. Öksürdü fakat ardından nefes alamadı. Sanki görünmez bir el ciğerlerini sıkıp soluklanmasını engelliyordu. Kalp atışlarının hızlanan ritmini duydu. Yere yığıldı. Gözlerini kapayıp kaderine teslim oldu.

“Merhaba Bay Bogdanov,” dedi tepesinde dikilen beyaz önlüklü genç adam. Bogdanov kendini toparlayıp doğrulacak gücü bulmaya çalıştı ama beceremedi. Etrafı süzdü. Varlığını unuttuğu bir yerde, bir hastanedeydi. Çıplaktı. Koluna serum, burun deliklerine nazal kateter bağlıydı. “Hareketlenmeyin. Dinlenmeniz gerek.”

“Benim buna param yetmez,” dedi Bogdanov. “Çıkarın beni buradan.”

“Merak etmeyin,” dedi doktor. “Sigortanız muayenenin bir kısmını karşılıyor. Kalanını şirketiniz karşılayabileceğini söyledi. Belli ki seveniniz çok. Şimdi size birkaç soru sormam gerekiyor.”

Doktor Bogdanov’a sağlık geçmişini, kullandığı ilaçları, son zamanlarda yaşadığı zorlukları ve benzeri birkaç rutin soru daha sordu.

“Neyim var benim?” dedi sabrı taşan Bogdanov. “Elime merhem sürdüm hep. Neden böyle kötüleştim?”

“Ne merhemi? Anladım, elinizdeki yarayı kastediyorsunuz,” dedi doktor. Surat astı. “Rahatsızlığınızın elinizdeki yarayla bir ilgisi yok. İleri derecede akciğer kanserisiniz.”

“Saçmalık,” diye bağırdı Bogdanov. “Ben ağzıma sigara bile sürmedim.”

“Son yıllarda hiç radyoaktiviteye maruz kaldınız mı?”

Bogdanov’un yüzü düştü. Doktorun neyi kastettiğini iyi biliyordu. Moskova’yı hatırladı. Gözleri doldu. Bogdanov o an hayatında ilk defa ölmek istemediğini kendine itiraf etti.

“Ne kadar kaldı?” diye sordu Bogdanov. “Yani, ölmeme…”

“Şimdilik bir şey söylemek güç,” dedi doktor. “Fakat sizin gibi 3A evresindeki hastaların ortalama yaşam süresi üç yıldan beş yıla kadar değişiklik gösterebiliyor. Umutsuzluğa kapılmayın, gerekli tedavi prosedürlerini uygularsak atlatma şansımız var. Haber vermemi istediğiniz bir yakınınız var mı?”

“Yok.”

Bogdanov ücretini karşılayamayacağı bu teklifi geri çevirdi. Taburcu oldu ve tek odalı evine doğru yola çıktı. Çaresizdi. Ne yapacağını bilmiyor ve aynı zamanda içinde bulunduğu bu talihsiz durumu kabullenemiyordu. Eve doğru yürürken tıpkı tüm dünyada olduğu gibi St. Petersburg sokaklarını da ele geçiren furyayı fark etti. Attika’nın gagasıyla zeytin dalı tutan o ünlü baykuş maskotu dijital reklam panolarından Bogdanov’un gözlerinin içine bakıyordu. Maskotun altında ise şu sözler yazılıydı:

Attika, Geleceğin Sesi

Bogdanov, içinde gitgide büyüyen şeytani bir fikrin tüm vücudunu sarmaladığını hissetti. Başta suçluluk duydu. Ardından umutlandı. Ne yapması gerektiğine karar vermişti artık. Kanseri nasıl yeneceğini biliyordu. Parayı nasıl bulacağını da…

***

“Prajapati, şirketin İcra Kurulu Başkanı olmasına rağmen nanosentetik tedaviyi reddetmiş diyorlar,” dedi Zharkov. “Ne büyük rezillik!”

“Saçmalama,” dedi Bogdanov. Madende işini yaparken Zharkov’un başında dikilmesinden nefret ediyordu. “Öyle şey mi olur? Palavra sıkıyorsun.”

“Bilemiyorum artık. Fakat kadın nanosentetikliği yaymak için baya çabalıyor. Her ülkedeki Attika merkezine gidip tedavileri yerinde inceliyor. Hatta duyduğuma göre önümüzdeki ay St. Petersburg’taki merkezi ziyaret edecekmiş,” dedi Zharkov. “Ben su döküp geleceğim.”

Zharkov uzaklaşınca Bogdanov derin bir nefes aldı. Ardından hiç vakit kaybetmeden dizüstü bilgisayarını açıp üzerinde çalıştığı işlemcinin arayüzüne giriş yaptı. Geçmişte şirketin işletim sisteminin altyapısını hazırlayan ekipte bulunmuştu, bu yüzden sistemi nasıl manipüle edebileceğini de biliyordu. Firmaya kayıtlı cüzdanın adresini silip kişisel hesabının otuz dört haneli adresini girdi. Kaynak kodundaki birkaç modifikasyonun ardından ise işlemci artık Bogdanov’un hesabına kripto para üretmeye başlamıştı bile.

Bogdanov bu işlemi kanser olduğunu öğrendiğinden beri, yaklaşık bir aydır tekrarlıyordu.  Bu süreçte on yılda kazanabileceği para bir ayda birikmişti. Ama nanosentetiklik için bunun onlarca katı lazımdı. Bu da onlarca kat daha fazla işlemcinin manipüle edilmesi gerektiği anlamına geliyordu. Hırsızlığa bir ay daha devam etti. Sağlık durumu ise beklediğinden çok daha hızlı kötüleşiyor, Bogdanov için evden çıkmak gitgide işkenceye dönüşüyordu artık.

Yatakta derin düşüncelere daldığı bir gecede Bogdanov yolun sonunu gördü. Ne kadar çabalarsa çabalasın hesabına periyodik olarak yatan para, uzun vadede nanosentetikliğe yetmeyecek gibi görünüyordu. Daha büyük çaplı bir plan yapması gerekiyordu. Birden zihninde bir kıvılcım çaktı. Güçlükle yatağından kalktı. Planı o gece madene gidip bütün işlemcileri manipüle ederek gereken parayı sabaha kadar toplayabilmekti. Üstünü giyindi, dizüstü bilgisayarını ve alet çantasını aldı. Ardından madene doğru yola koyuldu.

Mechtat’ın siber güvenliği yüksek kalitede olmasına rağmen tesis güvenliği için aynısı söylenemezdi. Uzun yıllardır firmanın bünyesinde çalışan ve tesisi avucunun içi gibi bilen biri madene kolayca sızabilirdi. Bu yüzden Bogdanov, kimseye görünmeden madene girmekte bir zorluk yaşamadı. İçeri girdiği gibi işe koyuldu. Dizüstü bilgisayarını her cihazın işlemcisine teker teker bağlayıp işlemcinin arayüzüne giriyor, sisteme kayıtlı cüzdan adresini kendininkiyle değiştiriyordu. Sabaha kadar bu işlemi tekrarladı. Madenin kirli havasına maruz kaldığından öksürükleri şiddetlendi. Mendiline defalarca kan tükürdü. Gözleri ağrıdı ama tuvalet molası bile vermeden işine devam etti. Ölümsüz olduğunda çektiği bütün bu çilelerin hiçbir anlamı kalmayacaktı.

Bogdanov sonrasını da planlamıştı. Nanosentetik tedavinin ertesi gecesi madene sızıp her şeyi eski haline geri döndürecekti. Patronları bir gecelik zararı uzun süre fark etmeyecekti bile.

Sabaha doğru ihtiyacı olan para hesabındaydı. Başarmıştı.

Bogdanov, hayallere dalmış ölümsüzlüğü arzularken birdenbire her yer aydınlandı. Gözlerini ani bir refleksle kısmasıyla hayal dünyasından çıkması bir oldu. Işık kaynağına doğru yüzünü çevirdi. Elinde fenerle ona dönük, ayakta dikilen silueti fark etti. Vücudu adrenalin pompaladı ve dizlerinin bağı çözüldü. Panikledi. Çömeldiği yerden kalkmadan önce fark edilmeden alet çantasından el matkabını çıkardı.

“Aleksandr,” diye bağırdı figür. “Sen misin?”

Bogdanov sesi tanıdı. Bu beklenmedik ziyaretçi Zharkov’du.

“Evet Sergey.”

“Burada ne arıyorsun?” diye sordu Zharkov. “Bir arıza mı var? Bana kimse bir şey demedi.”

“Sen burada ne arıyorsun?” diye karşılık verdi Bogdanov. Zharkov’a doğru ağır adımlarla ilerledi. “Dışarıda olman gerekmiyor mu?”

“Ne yapıyorsun?” diye sordu Zharkov. Bogdanov’un davranışlarını garipsedi. Bogdanov, Zharkov’a el matkabını gösterdi ve çalıştırdı. Kendi de ne yaptığından emin değildi. Hareketleri mekanikleşmişti. Sanki bedenini bir başkası kontrol ediyordu. Zharkov’un gözleri büyüdü.

“Tamam, dur lütfen. Sadece cihazları bir süreliğine kapatmaya gelmiştim. Başımı ağrıtıyorlar. Yemin ederim. Bunu aylardır yapıyorum. Kimse fark etmiyor zaten. İzin ver gideyim. Burada ne yaptığını bilmiyorum ve kimseye söylemem, yemin ederim…”

Bogdanov, hızlı düşünmek zorundaydı. Birdenbire Zharkov’un üstüne atladı ve kafasını el matkabıyla yardı. Zharkov’un kafatasından kanlar fışkırırken çığlıkları madenin kuru gürültüsünde boğulup yok oluyordu. Kısa bir süre boğuştular. Zharkov, Bogdanov’a oranla çok daha güçlüydü fakat Bogdanov çevik bir hamleyle Zharkov’un üstüne çıktığından avantajlı konumdaydı. Bogdanov Zharkov’un kafatasını delerken Zharkov çırpınıyor fakat pek fayda etmiyordu. Bogdanov kendine geldiğinde her şey için çok geçti. Bir katildi artık. Dizüstü bilgisayarını matkapla parçalayıp tuvalete koştu. Üstündeki kanı temizledi ve giysilerini çöpe attı. Zharkov’un güvenlik kulübesinde bıraktığı sivil kıyafetleri üstüne geçirip tesisten ayrıldı. Bir taksiye atladı ve Attika’ya doğru yola çıktı. Tan yeri ağarıyordu. St. Petersburg yeni bir güne gözlerini açıyordu. Bogdanov soluklandı. Bütün her şeyi arkasında bırakmıştı artık. Attika topraklarına girdiğinde güvende olacaktı.

“Merhaba,” dedi Attika kampüsünün girişindeki görevliye. Görevli içine gömüldüğü dizüstü bilgisayarından başını kaldırıp Bogdanov’u sıcak bir tebessümle selamladı.

“Attika’ya hoş geldiniz efendim,” dedi. “Size nasıl yardımcı olabiliriz?”

“Ben şey için geldim,” dedi Bogdanov. “Ölümsüzlük için.”

“Nanosentetik tedavi için mi efendim?”

“Her neyse işte. Biraz acele edebilir miyiz?”

“Sizi kısa bir süre bekleteceğim. Kimliğinizi alabilir miyim?” dedi görevli. Bogdanov denileni yaptı. Görevli koridorun köşesini işaret etti. “Şöyle geçebilirsiniz.”

Bogdanov’un sürecin nasıl işleyeceği konusunda hiçbir fikri yoktu. Köşeye geçip oturdu. Bir yandan pencereden dışarı, Rusya topraklarına bakıyor ve işlediği suçların izini kimsenin sürmediğinden emin olmak istiyordu. Alnından soğuk terler boşalıyordu. Bir süre daha bekledi. Sanki yıllardır bekliyor gibiydi.

“Bay Bogdanov,” dedi görevli. “Sizi kampüs içine alalım.”

Firma önce ödemenin bir kısmını aldı. Sonra Bognadov’u kapsamlı bir sağlık testinden geçirdiler. DNA haritasını çıkarttılar ve kök hücre örnekleri aldılar. Kalan ücreti de ödedikten sonra Bogdanov akşama doğru ameliyat masasına yatmaya hazırdı. Yaklaşık on saatlik bir ameliyatın ardından gözlerini açtığında rahat nefes alabildiğini fark etti. Değişim Bogdanov için anlık gerçekleşmişti ve bir o kadar da sarsıcıydı. Saçlarına kırağı düşmeden önceki zamanlardaki gibi hissediyordu. Enerjikti. Yenilmez hissediyordu.

Klinikten çıkarken ağzı kulaklarındaydı. Fakat mutluluğu çok uzun sürmedi.

“Bay Bogdanov?” dedi kliniğin kapısının önünde bekleyen bir Attika güvenliği. Yanında iki görevli daha vardı.

“Neler oluyor?”

“Sınır dışında bir dedektif ve iki polis memuru sizlere karakola kadar eşlik etmek için bekliyor efendim,” dedi güvenlik. “Bizim görevimiz ise Attika sınırlarının dışına kadar size eşlik etmek.”

“Şu anda Attika topraklarındayım,” dedi Bogdanov. “Beni Rusya’ya vermeyin. Veremezsiniz. Size bir dolu para ödedim.”

“Maalesef prosedür böyle işlemiyor efendim.”

“Lütfen,” dedi Bogdanov. Makul davranmadığının kendi de farkındaydı ama yenilgiyi kabullenemiyordu. “Buraya taşınayım. Attika vatandaşı olayım. Size daha çok para öderim. Söz veriyorum.”

“Maalesef böyle bir şey imkânsız efendim,” dedi güvenlik görevlisi. “Özerk bir firmanın topraklarında konaklayamazsınız.”

Bogdanov etrafı süzdü. Bir kaçış yolu arıyordu. Eskiden kaderinde kanserden ölmek vardı. Kaderini bir kere aldatmıştı. Tekrar aldatabilirdi. Kolay kolay teslim olmayacaktı.

Birden güvenliği atlatıp var gücüyle kampüsün bahçesinde koşmaya başladı. Nereye gideceğini bilmiyordu, sadece neyden kaçtığını biliyordu: Kaderinden. Bahçedeki Attika çalışanları arkasına üç güvenlik memurunu takıp bahçede koşturan bu zırdeliye bakıp gülüyor, telefonlarıyla bu absürt durumu kayda alıyorlardı.

Bogdanov, çaresizce koşarken bahçede karşılaştığı onca sıfat arasından birini ayırt etmekte zorlanmadı. Kampüsün çıkışında telefonunu kurcalayan bu kadını hemen tanıdı. Bogdanov’un gözünde o kadın onu bu karmaşadan kurtarabilecek tek kişiydi.

Srishti Prajapati’nin üstüne doğru koştu. Srishti irkildi. Ne yapacağını şaşırdı. Dizlerinin üstüne çöktü Bogdanov ve Srishti’nin elini tuttu.

“Yalvarırım beni onlara verme,” diye bağırdı. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu. “Ne istersen yaparım. Yeter ki beni onlara verme…”

Srishti, Bogdanov’un söylediklerinin tek kelimesini bile anlamıyordu. Tiksintiyle elini çekti. Hemen ardından güvenlik Bogdanov’un üstüne atladı.

Bogdanov, işlediği suçlarla yüzleşmek adına Rusya’da mahkeme önüne çıktı. Dava uzun sürmedi. Cinayeti Bogdanov’un işlediğine dair elde bir dolu delil vardı. Mahkeme, Bogdanov’a cinayetten ve şirketin mal varlığını kötüye kullanmaktan müebbet hapis cezası verdi. Kripto para hesap adreslerinin takibi yapılamadığından hırsızlığı kanıtlanamadı ve bu yüzden Bogdanov’un mal varlığına da el konulamadı.

Hapishanede Bogdanov’un hikâyesi kulaktan kulağa dolaştı. Bogdanov ilk birkaç yıl bu konuda suskunluğunu korusa da mübalağalardan rahatsız olup olayı tüm gerçekliğiyle anlatmaya başladı. Her yeni mahkûm Bogdanov’a hikayesini sorar, Bogdanov da her seferinde aynı hevesle trajedisini anlatırdı. Bu hikâyeyi hatırladığında artık ilk yıllarındaki gibi ağlamıyordu, gülüyordu.

Aleksandr Aleksandroviç Bogdanov’un trajedisi ölümden kaçarken özgürlüğünü feda etmesiydi. Ve bu trajedi bir gün hücresinde kendi canına kıyana kadar Bogdanov’un peşini bırakmayacaktı.

Editör: Elif Türkoğlu


[1] Enerjice zengin ve büyük moleküllü moleküllerin daha küçük moleküllere parçalanması olayı ve bu işlemler sürecidir. Yani metabolizma yapım, katabolizma ise yıkımdır.

[2] Kromozomun yapısında bulunur. Telomer kısalması, hücre bölünme sayısını kısıtlar. Bu kısıt ortadan kalkarsa bir hücre sonuna kadar bölünebilir. Kendini yenileyebilir.

[3] Ortamda bulunan aerobik bakterilerin çeşitli formlarının azot, amonyum ve nitriti kullanarak kademe kademe nitrata dönüştürmesine nitrifikasyon denir. Amonyağın doğada önce nitrite, nitritin de nitrata dönüştürülmesi işlemidir.

[4] Biyolojik ve yapay (örneğin elektronik, mekanik veya robot) kısımları olan varlıklara verilen isimdir.

Berkay Oğuz Aykan
Latest posts by Berkay Oğuz Aykan (see all)
Visited 18 times, 1 visit(s) today
Close