Yazar: 19:00 Öykü

Eklenen

Bir yağmur ne kadar yağabilirse o kadar yağmıştı. Bütün sanrıları sahici bir zeminde yedi renkliyordu. Olup bitenlere dair hiçbir düşünceyi yürütmüyor, kötürüm dudaklarına ufacık kavisler veriyordu. Dirayetle baştan sona sarabilenler vardı -bir yerlerden duymuştu-. Devinimi başlattı. Dişliler kırıldı. Gözleri uçukladı. Bir daha, bir daha, bir daha derken ikilikte kayboldu. Parmak uçlarında gezinen kürdan batma hissini tanıyamadı. Her şey yerli yerinde olsa canı acırdı, canına yok battı. Dizlerinin ucundaki, düşmeye yüz tutmuş defterin isteğine sonsuz bir saygı duydu. Yerden çıkan sesi duymadı.

Oldu olası her şeyin derli toplu olmasından rahatsızlık duyardı. Dağınıklık içinde kendini bir huzurun parçası yapabiliyordu. Onca kalemin ve kâğıdın hengâmesinde kendine savaşlar açıyor, meydanlara çağıran bir çığırtkana dönüşüyordu. Yetiştirilmesi gereken yazıları, düzeltilmesi gereken taslakları olduğu yerde bıraktı. Bazen içine çığ düşerdi. Şimdi de o vakitlerden biriydi. Güneşin doğmasına ramak kala son kez üşümek istedi. Kahvesinin son telvesini sigarasının son dumanına eşitleyince denklem yerine oturdu. Olduğu yere çöktü ve kollarını Uzak Doğu hizasında uzattı. Her insancık gibi, “Başka bir iş yapsam ne olurdu?” diye düşünmeye başladı. Önce kendini turistik bir bölgede dondurmacı olarak hayal etti, ardından mızıka çalan bir Blues sanatçısı olarak düşledi. “En iyisi en uzak galaksileri görüntüleyen bir teleskop teknisyeni olmak,” dedi. Sonuçta her cıvata başka bir evrenin anahtarı olabilirdi. Düşlerini zorlamak, yanaklarına alaycı bir tebessüm konduruyordu.

İçinde bulunduğu durumu kabullenip cümlelerin başına geçti. Bütün gücüyle kendini zorladı. Bir türlü yapması gereken işleri tamamlamak içinden gelmiyordu. Silik anıların içinden en canlısına tutunmak istedi. Ucundan yakasına yapıştı.

Okul biteli üç ay olmuştu. Kapı kapı dolaşıp bir şekilde sistemin çarkında yer almak istiyordu. Bütün yaşamını çürümüşlüğün içinde yer almamak üzerine kurmuştu halbuki. Gerçekçi akıma bağlı Rus romanlarındaki karakterler gibi cebinde hiçbir değere tekabül etmeyen metallerin çıkardığı seslere irkiliyordu. Bütün umutlar tükenmek üzereyken olurdu her şey. Bütün umutları tükenmek üzereyken oldu her şey. Sakallarına çokluk sığdırmış solgun yelekli adamla tokalaştı. Tanımlayamadığı kuvvetli bir hisle onu kendine benzetmişti bir kere, geri dönüşü yoktu. İleri doğru gitmeye gayret etti hep. Öğrettiklerini belleğinin en taze yerinde sakladı senelerce. Günlerden bir gün gitti düzeltmeyi öğreten yaşlı adam. Söz vermişti bir kere, okuyacak ve yeniden yazacaktı.

Yokuş çıkmaktan titreyen dizleri nefesiyle münakaşaya giriyordu. “Bunu kaç kere yapacağım?” diye yumuşak bir isyanla söylendi durdu. Bu döngünün sonsuzlaşmasından korkuyor ama kendine yediremiyordu. Yaptığı işin inceliklerine artık hâkim olsa da iş aramak başlı başına bir yılgınlık süreciydi. “Bugünlük son olsun,” tükenmişliği ile zile bastı. Açılan kapıdan yarı kambur bir yorgunlukla girdi. Henüz otuzlu yaşların başında, zoraki gülümseyişlerden yüzünde izler kalmış sekreterle selamlaştı. İkisi de bitkinliğin başka bir halinde buluştukları için sözsüz bir şekilde birbirlerini yıpratmamaya ant içmişlerdi. Koltuğun köşesine misafirden hallice bir kıvraklıkla ilişti. Sefa Bey artık görüşme için müsait olduğunu bildirdi ve içeriye davet edildi. Kendini sabah talimine çıkmış bir asker gibi hazırladı. İlk intibaı iyi bırakmak, iş hayatına dair öğrendiği en önemli şeylerdendi. Normalde hiçbir insanın makamına, gücüne, parasına bakmaz, “Herkes etten kemiktendir,” düsturuyla hareket ederdi ancak bazı meseleler hayatta kalmayı gerektiriyordu. Sefa Bey gözlüğünün üstünden karşıladı tanışma anını. Nedendir bilinmez, kafasını omurgası ile aynı doğrultuya getirdi. Adamın bu hareketini, ciddiye alındığı şeklinde yorumladı. Adamın nazik bir el işaretiyle yerine geçti. Bu tavırların toplamı kuşluk vakti ile çiçek kokusu arasında bir hisse yerleşti. Hal ve hatır soruştuktan sonra asıl meseleye gelindi.

“Kaç senedir bu işi yapıyorsun?”

“Yedi sene doldu dün.”

“Hep aynı yerde mi çalıştın?”

“Yeni mezun olmuştum, iş arıyordum. Sonra Kızılderili bilgeliğinde bir adamla tanıştım. Bana bildiği her şeyi öğretti. Onun yanından hiç ayrılmadım.”

“Burada olduğuna göre ayrılmışsın.”

“Ben ayrılmadım, o ayrıldı benden. Bir gün yaşamayı bıraktı.”

“Bizim işimizin ne olduğunu biliyor musun?”

“Yayınevi olduğuna göre kitap, dergi, gazete… Bunları yayına hazırlıyorsunuzdur.”

“Senin ne iş yapacağını biliyor musun?”

“Yazılanları düzelteceğim, hep yaptığım gibi.”

“İnsanlar bize mektup yazar. Geçmişte başına gelenlerden tut da gelecekte istedikleri bütün şeylere kadar anlatırlar. Bazen ise sadece içini dökerler. Biz de onları yayınlarız.”

“Bunları düzeltmek zor olsa gerek. Sonuçta bunlar yaşanmışlık ya da yaşanamamışlık.”

“İçimden bir his bize en uygun insan olduğunu söylüyor.”

“Elimden geleni yapacağım, elimden geleni hep yaptım.”

Bu tuhaf iş görüşmesinden sonra kafasında onlarca soruyla dolaşmaya başladı. Eline tutuşturdukları çantayla kapıdan içeri süzüldü. Yaratımın sırrına duyulan meraktan daha büyük bir tutkuyla mektuplara göz gezdirmeye başladı. Her okuduğu mektup onu başka bir dünyanın içine sokuyor, bütün duyguları diliyle tatmaya çalışıyordu. Aradan geçen günlerin farkına varamıyor, uyanır uyanmaz sadece mektup okumak istiyordu. Artık uykuya sadece hayatta kalabilecek kadar ihtiyaç duyuyordu. Yazılanlar düzeltilmesi gereken şeyler değildi. İçinden eklemek geliyordu. Bazılarının geçmişine eklemeler yapıyor, bazılarının düşlerini eksik buluyor, tamamlıyordu. Durmadan yaptı bunu. İyice alışmış, başka bir iş yapmak istemiyordu. Yayınlanan mektuplar sadece ülkede değil dünyada büyük bir ilgi uyandırdı. Herkesin dikkatini çeken bu yayınevi her yerden ödüller alıyor ve taklitleri türüyordu. Sefa Bey olan bitenin farkındaydı. Mektupların bu kadar ilgi görme sebebinin yapılan eklemeler olduğunu biliyordu. O kadar çok para kazanıyordu ki nasılını hiç umursamıyordu. Sekreteri büyük bir telaşla içeri girdi. Son yayınlanan mektubu okuması için önüne uzattı.

“Kırlangıçlar göç ederken doğmuşum. Sordum soruşturdum, herkes havaya baktığı için kalmış akıllarında. ‘Yağmur yağmış,’ dediler. Gökkuşağı vurmuş camlara. Ezbere saymışım renkleri. Yediymiş. Pencereyi açardım kuşluk vakti. Çocuklar giderdi sırtında çantayla bir yerlere. Hepsinin üzerinde aynı kıyafet. Ben gitmezdim hiçbir yere. Harf diye bir şey vardı, duyardım. Yaşlı bir adam vardı mahallede. Hep yelek giyerdi. Yamacına vardım bir gün. Öğretti. Kalemi alırdım elime. Üstünü çizerdim sözcüklerin. Kendimden eklerdim üstüne. Hiç dondurma yememiştim ama nasıl yazılır bilirdim. Akşam olurdu. Kafamı çevirirdim gökyüzüne. Küçük bir delikli çubuk elimde. Üflerdim yıldızların üstüne. Günlerden bir gün zil çaldı. Gülüşü zoraki bir kadınla yüz yüze geldik. Tahminen otuz iki yaşındaydı. Onlara mektup yazmayı bırakmamı istedi. Sefa Bey’in böyle giderse mahkemeye vereceğini söyledi. Halbuki ben sadece kendimi arıyordum. Kim olduğumu hatırlayan son insan da yaşamayı bırakmıştı. Sizi tanıyan kimse kalmadığında yok olursunuz. Ben var olmak istemiştim. Okuduğum her şeyi düzelttim. Beni eklemeyi unuttular. Kapıyı nazikçe kapattım. Gözlerimi sonsuza kadar ovdum. Devinim başlamıştı bir kere. Bazen pencereden bakıyorum. İnsanlar telaş içinde bir yerlere yetişiyor. Ben hiç gitmedim. En son bir yokuş çıkmıştım. İnsanlar doğduğunda nefes alırmış, ben dışarı verdim, ekledim ve çürüdüm. Dizlerimde duran defter yere düştü. Büyük bir gümbürtü koptu. Sesi duydular.”

Mektubu ortasından katladı. Zarfa koymadı. Tuhaf bir yayınevine göndermeye karar verdi. Adres kısmına “Herhangi bir yer,” yazdı. Cebinde birkaç bozuk para şıngırdıyordu. Göndermeye yetmedi. Aniden gök gürledi. Bir yağmur ne kadar yağabilirse o kadar yağdı.

Editör: Hatice Akalın

Anıl Topçu
Latest posts by Anıl Topçu (see all)
Visited 26 times, 1 visit(s) today
Close