Yazar: 18:00 Öykü

Efsunlu Haller

                                                 

Sabah sporunu yapıp ılık bir duş aldı Efsun. Kahvaltısı çoktan hazırdı, hemencecik sofraya oturdu. Çocuklar okulda olduğundan, evin sessizliğini bozan tek şey bahçede ötüşen kuşlardı. Uzak diyarlardan evlilik yıldönümü hediyesi olarak sipariş edilip getirtilmişlerdi. Masadaki gazeteye uzandı. Arkadaşları, son zamanlarda pek dalga geçiyordu onunla. Sene olmuş bilmem kaç, her şey cepte, sen kâğıtlarla boğuşuyorsun cicim, diye. Seviyordu Efsun yazılı basını. Günün manşeti, öğrenci direnişine dairdi. Üniversite yönetimine karşı ayaklanmışlardı. Simsiyah koca puntoların altında yürek burkan fotoğraflar. Minik bir tebessümle göz gezdirdi habere. Tebessümünün sebebi hırpalanan öğrenciler değildi kuşkusuz. Genç bir kızın o hırpalanmaya göğüs gerişiydi. Gıpta yüklü bir haz kapladı yüreğini. Tüylerini hafifçe ürperten, burnunun direğini sızlatan. Derin bir nefesle omuzlarını kaldırıp indirdi. Başını sallayıp dudaklarını büzüştürerek, hızlıca diğer sayfalara geçti.

 Gazetenin magazin ekini açtı Efsun. Geçen akşam katıldıkları düğün, ilk sayfadaydı. Boy boy basılmış fotoğraflar arasında onun da bir pozu yayınlanmıştı. Londra’dan aldığı kırmızı tuvaletiyle, smokinli kocasının kolundaydı. Düşman çatlatacak denli güzel ve şık görünüyordu, üstelik de mutlu. Gururlandı apansız. Yazılanları keyifle okurken, bir yandan mango suyunu yudumluyor diğer yandan tabağına bırakılan sıcacık börekleri parmaklarını silkeleyerek geri gönderiyordu. Kahvaltıda ne istediği belliydi. Bol yeşillik, trüf mantarlı gouda peyniri ve kızartılmış bir dilim Alman çavdar ekmeği. Haftada iki kez de cevizle harmanlanan avokado. Hizmetçinin bunları halen ezberleyemeyip tabağına olur olmaz yiyecekleri koymasına şaşırıyordu doğrusu. Formunu korumalıydı o. Gram kilo alsa, dünya başına yıkılırdı.

Masadan kalktı Efsun. Elindeki cep telefonuyla havuz başındaki şezlonga uzandı. Sosyal medyada gezinecekti. Ekranı kaydırdıkça gördü ki, günün trend topic eğilimi, o muhteşem düğündü. Takibindekilerin çoğu, tüm çekicilikleriyle birbirinin benzeri fotoğraflar çektirmiş, sonra o fotoğrafların üzerlerine yeni türetilmiş kelimelerle mottolar yazmış, aman aman hepsi birer eren olmuş, yoldaş olmuş, ulaştıkları mertebenin ayrıcalığıyla bol bol hava basmış, her şeyi paylaşmış, kendilerini paylaşanları da paylaşmış, böylece mutluluklarını belki de ne denli sevildiklerini âleme duyurmuştu. Alaylı bir ifade belirdi yüzünde. Ayol diye mırıldandı, bilmesem ne halt olduğunuzu duygulanıp ağlayacağım.

Efsun, paylaşılan bir fotoğrafta kalakaldı. Parmak ucuyla iki kez tıklayıp fotoğrafı beğendi, akabinde büyüttü. Otuz iki dişini birden nezaketle sergileyebilmeyi beceren kadını inceliyordu. Epeydir tanışıyorlardı ya, güzel bir kadın mıydı, Efsun’a sorsan sayılmazdı. Fotoğrafı biraz daha büyüttü. Yüzüne gözüne bir şeyler yaptırmış olmalıydı. Geçen ay dudak uçuklatacak bir tazminatla kocasından boşanınca İsviçre’ye uçmuştu hava değişimi diye, günahı boynuna. Az kaynatıp gülmediler dernekte arkadaşlarıyla. Öyle yüksek bir meblağ koparabildiğine göre iki şey olmuş olabilirdi. Ya adam kadından kurtulmak adına her şeye razıydı ya da kadın, adamı mutlaka bir erkekle basmıştı. Hatırlayınca o günkü gibi kıkırdadı.

 Efsun kadının profiline girdi. Yüzündeki değişikliğin sebebini çözmeliydi. Eski fotoğrafları inceledi. Düğünde de karşılaşmışlardı ya, selamlaşmanın ötesine geçmediklerinden herhangi bir değişiklik sezmemişti kadında. Hangi doktora gittiyse, işinin ehli biriydi. Kesin. Geçmişteki hallerine nazaran belirgin bir hoşluk hissediliyordu suratında. Kadının Alplerde çekilen fotoğrafında durdu. Camları rengârenk parlayan, aynalı güneş gözlüğüne dikkat kesildi. Büyütüp köşesindeki minnacık amblemi tanıdığında ıslık çaldı. Vay, vay, vay… Paraları nereye harcadığı ortada. İyice büyüttü fotoğrafı. Büyüttü, büyüttü ve ansızın gördüğü bambaşka bir şeyle irkildi. Sağ camın ortasına yansıyan silüet… Ateşi avuçlamışçasına telefonu elinden fırlattı Efsun. Nefesi kesildi. Nabzı hızlandı. Yanlış mı görmüştü? Etrafında dolanan hizmetçiden su istedi. İyi misiniz sorularını defol diyerek yanıtladı. Gözlerini yumarak, burnundan derin derin soludu, soludu ve telefonu yerden kaptı. Tekrar büyüttü fotoğrafı ve demin gördüğünü tekrar gördü. Aynalı gözlüğün camına düşen siluet, kocasıydı.

 Efsun hezeyanlara daldı. Dinleyen, delirdiğini rahatlıkla düşünebilirdi. Geçmişi ve bugünü birbirine katıp önce geleceğe meydan okuyor sonra da çarçabuk altında eziliyordu. Sayıklıyordu Efsun. Sırasız ve anlamsız. Üşüyor, titriyordu. Giysileri çalınmış da karda kışta çırılçıplak kalmıştı adeta. Uzun bacakları, yerle bağını koparmış gibi boşlukta debeleniyordu. Basacak tek bir yer yoktu sanki. Soğukkanlılıkla düşünmeliydi oysa. Fotoğrafın tarihi, geçen aydı. Geçen ay kocası neredeydi? Nerede değildi ki? Sürekli seyahatlerdeydi zaten. İsviçre lafını duymuş muydu? Anımsayamadı. Başka bir yere gittiğini de söylemiş olabilirdi. Aptal, dedi kendine Efsun, aptal. Nerede olduğu ortada ya. Kafasına bir yumruk attı. Kemikli parmakları canını yaktı. Daha evvel de yaşadığı o eziklik, o hezimet, gömülüp saklandığı toprağından hortlayarak kalbinin, beyninin, ciğerlerinin hatta bağırsaklarının üzerine çöreklendi. Hani hataydı? Şeytana uymuştu. Tövbe etmişti. Hani? Bu sefer ne oldu? Nerede yanlış yapıyordu? Yeterince güzel değil miydi? Çok güzeldi. Tahsilliydi. Ülkenin en iyi, en pahalı üniversitesini bitirmişti, iki dil biliyordu. Eksik olan neydi? Neydi? Neydi? Aptal. Aptal.

 Çimlere yığıldı Efsun. Avuçladığı otları, çiçekleri yoluyor, yoluyor, fırlatıp atıyordu. Arkasında el pençe divan bekleyen hizmetçi ne bir adım ilerleyebiliyordu ona doğru, ne de çekip gidebiliyordu. Kocaman açılmış gözleriyle donakalmıştı. Şimdi yanına gitse, bu ne şımarıklık dese mesela, başına neler gelirdi. En iyisi çağrılmayı beklemek. Beyefendiyi mi arasa? Aramasa… En iyisi karışmamak. En iyisi, en iyisi mutfağa gitmek. Birazdan yatışırdı ecinni.

 Öfkeyle bağırıyordu Efsun. Bağırıyordu çünkü belleğinin karanlık dehlizlerine tıkıştırdıkları tek tek yüzeye çıkmaktaydı. O ise hepsinin arasında sıkışarak can çekişiyor da duyumsadığı acının katkısıyla aydınlanıyordu. Seyahatler, pahalı kıyafetler, yeni kokular, eve geç gelişler, yatakta sırt dönüşler… Hepsi, hepsi giydirilmiş gerçekliklerinden soyunup asıllarına büründü. İşte, yine aldatılmıştı Efsun. Doktorunun sesi, yıllar önce ona kurduğu cümleyle hatıralarından taşıp yankılanarak bahçeyi inletti.

“Ya bağışla, yaramaz bir çocuğu bağışlar gibi ya da bitir bu evliliği.”

Bağışlamayı seçmişti ilkinde Efsun. Peki şimdi? Şimdi ne yapacaktı? Doktorunun dağ gibi, taş gibi kararlı sesi cevabı verdi.                                                                                                      

 “Bitir!” 

Gökyüzünde bir başına dolanan, pamuk kıvamındaki buluta çevirdi bakışlarını. Doktor bulut olmuştu da tepesinde dolanıyordu güya.                                                                                                    

“Bitir demek kolay. Dalga geçecekler, sonunun böyle olacağı belliydi zaten diyecekler.” Doktor imdada yetişti.

“Desinler Efsun, desinler,”

“Demesinler doktor, demesinler,”

 Efsun’un aklına, bırakmaması tembihlendiği halde, bayağıdır içmediği ilacı geldi. Bir tane alırsa o ilaçtan rahatlayabilir, belki de uyurdu. Uyumak iyidir. Uyursa iyileşir insan. Bu kez akıllıca davranacaktı. Ortalığı tarumar etmeden halledecekti meselesini. Ama ilkin sakinleşip kafasını toparlamalıydı. Odasına gitti Efsun. Dağıttığı çekmecelerin hiçbirinde ilacını bulamadı. Banyoya koştu. Dolabı açacakken aynadaki yansımasını gördü. Yeşil gözlerinin etrafı kıpkırmızıyken, incecik bedeni halen titremekteydi. Tiksindi halinden. Bir yumruk da aynaya salladı. Yansıması da tıpkı kalbi gibi paramparçaydı artık. Kanayan elini bembeyaz havluya sarıp ilacını dolaptan kaptı. Yatağına geçip şişeyi kucağına boşalttı. İlaçlardan ikisini içerek arkasına yaslandı. İçli içli ağlıyordu Efsun. Tıpkı, evlilik kararına itiraz eden babasının karşısında ağladığı gibi.

 “El bebek gül bebek büyüttüm seni. Bir çulsuza varıp yüreğime mi indirmek istiyorsun?”

 Babasından o an işittikleri, ara sıra olduğu üzere gene kulaklarında çınlıyor sanırken, merhum babası yatağının karşısındaki koltuğa kondu. Pırıl pırıl parlayan kanatları, odayı ışıtıyordu. Adamın kırgın, kızgın, hayal kırıklığıyla dolu sesi, Efsun’un yüreğine oturdu. Ardından merhume annesi uçup yetişti. Onu görünce bir ilaç daha içti Efsun. Duyacaklarını biliyordu.

 “Akıllı davranırsan, sayemizde adam olduğunu ona hissettirirsen dizinin dibinden ayrılmaz.”

Akıllı davranamamıştı Efsun. Zamanında söylediği, ayıp değil mi kocam o benim, itirazlarını parmağını şıklatarak çalıştırdığı bir banttan dinletiyordu annesi ona. Yatak odası kalabalıklaşmaktaydı. Koşa koşa arkadaşları da geldiler. Her birinin dilinde ayrı bir yergi, yüzlerinde ayrı bir alay…

 “Şekerim, kocan iyi adam da biraz ezik,”

“Ay evet, neydi o partilerdeki hali öyle,”

 “Kocan olduğunu bilmesem garson diye sipariş verirdim,”

 Kahkahalar patladı. İşten kovdurduğu sekreter de tıpır tıpır merdivenlerden çıkıyordu. Topuklu ayakkabılarının sesi beynini deşti. Öfkeli sekreter Efsun’un başında dikilip höykürürken, o bir ilaç daha yuttu.

“Günahıma girdin. Kovdurdun da ne oldu? Sarı yelloz, oh sana oh!”

 Bir ilaç daha. Tanımadığı insanlar da doluştu odaya. Gördüklerinin gerçek mi yoksa hayal mi olduğunu anlayamıyordu. Ölülerle diriler el ele, kol kola, basbayağı etrafını sarıyordu da ne istiyorlardı ondan? Herkes bir ağızdan konuşuyor, gülüyor, ağlıyordu. Uğultulara dayanamayınca bir ilaç daha aldı Efsun. Derhal uyumalıydı. Birkaç gün sürecek uzun bir uykuya ihtiyacı vardı. Çocuklar anne, diye seslendi. Efendim diyecekken kucağında kalan ilaçların topunu birden yuttu. Kendi de şaşırdı yaptığına. Tatlı bir uyuşma peydahlanmıştı ya bedeninde, başı da dönüyordu. Efsun’un gözkapakları artık istemsizce kapanırken, an be an puslanan odayı süzmekten de geri durmuyordu. Kalabalığın ortasında, kıpkırmızı elbisesiyle genç bir kız zafer işareti yapmış, gülümsüyordu ona. Gazetedeki öğrenci değil miydi o? Kestiremedi. Gözlerini henüz tamamen kapamamışken, pencereye dek dayanan buluta bakarak acaba, dedi. Soluk soluğa, fısır fısır, kesik kesik…

 “Acaba doktor, başka bir hayat mümkün müydü? Bambaşka. Uyuyup uyansam baştan başlayabilir miyim? Öğrenci olsam mesela. Uçuk kaçık, asi, özgür… Mesela yani. Olmaz mı doktor, ha ne dersin?”

Editör: Hatice Akalın

Ömür Müzeyyen Yılmaz
Latest posts by Ömür Müzeyyen Yılmaz (see all)
Visited 42 times, 1 visit(s) today
Close