Yazar: 19:30 Mahal Dergi 6. Sayı, Öykü

Davul

“Beş para ver, beş para ver, beş para yoksa on para ver. Gel gel güzelim, gel; gel gel güzelim, gel. Düm teke tek. Düm teke tek. Düm teke, düm teke, düm teke tek. Düm düm teke tek tek.” Bu iki basit ritim size ne kadar kolay geliyorsa, bana da o kadar zor geliyordu. Kar da yağsa, kıyamet de kopsa bayram yapacağız. Bu sene bayramda bando takımı var. Yeni gelen öğretmen “Bando takımı kuracağız.” dediğinde, hepimiz ağzımız açık, “hee” dedik. Dedik demesine ya “Bando nedir, bilen var mı?” diye sorunca, ona da hep birlikte “yooo” diye cevap verdik.

Öğretmenimiz önce bandoyu anlattı. Bando takımında bulunacak vurmalıları anlattı. Sonra “Kim seçilmek istiyor?” deyince, bu sefer bütün okul parmak kaldırdık. Bütün okul diyorum; çünkü birleştirilmiş sınıf okuyoruz ve beş sınıf bir aradayız. Öğretmenimiz çaresiz, kendince bir eleme sınavı yaptı. Ellerimizle masaların üzerinde söylediği ritmi vurarak kendimizi göstermeye çalıştık. Yetenekli olanlardan on beş kişi seçti. Beş tane zil, sekiz trampet, iki de davul. Tabi benim seçildiğimi düşünüyorsunuz. Nerdee? Ben bir türlü “Beş para ver, beş para ver, beş para yoksa on para ver.” diye ritim tutturamıyorum. Kendi kendime, bando takımına seçilmek kolay; davul, trampet nasıl yaptıracaklar, diye düşünüyorum. Zil işini öğretmen halletti. Seçilenler evdeki bakır tencere kapaklarından iki tane getirecek. Bir de bando takımına seçilenlerin atleti, şortu olacak. 

Baktım ki bandoya seçilenlerin bir kaçı davul işini halledemeyecek; ben şansımı denemeye kara verdim. Eğitim enstitüsünde okurken sağcıların, okula girmesine izin vermediği amcamın oğlu, ağabeyim köyde. Eh, herkeste yetenek varsa bende de ağabey var. Anamın da Singer makinesi var, etti iki. Davul işinin de bir çaresine bakacağız. 

Anamla babam, sabah şafakla beraber ahıra gider; önce sığır ahırını temizleyip onları doyurur, sonra koyun ağılına gider, arkasından sığırları suya götürür, yorgun argın, eve en erken saat dokuzda gelebilirlerdi. Samanlık, ahırlara uzak olduğu için tüm bu işler onların sırtından geçerdi. Anamdan bir şey istemek için uygun zamanı beklemem lazım.

Sabah erkenden kalktım. Bayrama daha bir hafta var. Şansımı her türlü deneyeceğim. Bizim evin aşağısında bulunan amcamların evinin kapısına dayandım. Paldır küldür içeri daldım. Amcamın oğlu Çakır Ağabeyim kızgın kızgın; “Ne var lan!” dedi. Hiç geri adım yok. Yapıştım eline, “Bana bir atlet, bir de şort vereceksin.”

“Defol başımdan, seni şimdi karların içine basarım!”

Tehdit vız gelir, başladım tepinmeye. Baktı kurtuluş yok. Ona da eğence çıkmıştı. “Gel,” dedi. Sandığın yanına gittik. Sahibinden “aferin” bekleyen tazı gibi, gözlerimi sandığa diktim, bekliyorum.

“Eee, hadi versene.” “Bekle,” dedi, sandığın içinden beyaz bir atletle bir de renkli, paçalı don çıkardı. “Giy bakayım şunları“ dedi. Ben gönülsüz gönülsüz “Bunlar ne? Hani sen üniversite okuyordun? Senin atletin, şortun yok mu?” Biliyordum, vardı. Yazın çayırda top oynarken görmüştüm. Dedim ya, ona eğlence çıkmıştı. Beni yakaladı, soydu, atletle donu giydirdi. Elbiselerimi elimden alıp sokağa saldı. Eve kadar küfürleri yere sere sere geldim.

Ondan umudum kesilmişti. Anamı beklemeye koyuldum. Bu arada yağ çemberlisini gözüme kestirmiştim. Ağaç yağ kovalarının altını ve kapağını çıkarınca, bildiğin davul kasnağı olur. Kasnağı bulduk, kaldı derisi. Evin cümle kapısını kontrol ettim. Anamlar görünmüyor. Dedem kendi odasında. Ağabeyim babama yardım etmek için ahıra gitmiş, kız kardeşim daha bebek, uyuyor. Un ambarının üstüne çıkmam lazım. Ambarın boyu üç metre, benim varım yetmiş beş santim.

Ağaç sandalyeyi çeke sürüye ambarın önüne getirdim. Üstüne ot yastıkları yığdım. Ambarın kaşına tutunarak üstüne çıktım. Evin damı toprak olduğu için merteklerin arasından süzülen toprak, ambarın üstünde dört parmak toz biriktirmiş. Toza toprağa bulanarak eski yağ tulumunu buldum, aşağıya attım. Gene aynı cambazlıklarla ambardan indim. Her yerim toz içinde Anam ha geldi, ha gelecek. Üstümün başımın tozunu sildim, ama bu sefer, yerdeki kıl serginin üzeri olduğu gibi tozla kaplandı. Yağlı, toz tutmuş tulum, kilerin ortasına yayılmış. Ben kendimi kurtarmak için çare ararken, çare, eşikte gözlerini tuluma dikmiş bekliyordu. Tabi zavallı, her şeyden habersiz suça bulaştı. Ekmek dolabından bir parça ekmek alıp tulumun üzerine bıraktım. Beklediği fırsat doğmuş gibi, Mercan kedi hemen tulumun üstüne atladı. Merakına yenik düşmüştü. Fırsat bu fırsat kilerin kapısını Mercan’ın üzerine kapatıp çıktım. Bu da tamam olduğuna göre, gene anamın yolunu gözlemeye koyuldum.

Ağabeyim benden üç yaş büyüktü. Onun böyle işlerde gözü yoktu. O, okuluna gider, arkadaşlarıyla oynardı. Evdeki bütün şirretlikleri yapmak benim işimdi. Zorda kalınca da dedem arkamdaydı.

Mercan’ı kapattıktan sonra azıcık soluklandım. Saat sekiz buçuğa doğru babamla anam, sırtlarında dolu sepetlerle sokağın başında belirdiler. Ben, don katı kapıya fırladığım gibi anamın eteğine yapıştım. Bir zırıltı kopardım ki sormayın. O saatte hayvanlarını suya götüren komşular, hayvanlar, anam, babam, o saate kadar benim ne yaptığımdan habersiz dedem, herkes bana bakmaya başladı. Ben ağlıyor, yeri göğü yıkıyordum. Sanki etimden et kesiyorlar. “Şort isterim de şort isterim.” Anam sırtında sepetin ağırlığı, benim edepsizliğim, sokakta sesini çıkarmadan, ne olduğunu anlamaya çalışarak evin önüne kadar geldi. Dedem bastonu taşlara vura vura, sanki birisi bana bir şey yapmış gibi “Hangi köpek oğlu benim Baloşum’ a vurdu?” diye söylenerek kapının önünde bizi karşıladı. Ben ilgiden memnun, sümük dizime inmiş tepinip duruyorum. Amcaoğlu Çakır Ağabeyime ana avrat düz gidiyorum, ama her cümlenin sonunda, “Halam hariç,” diyorum. Annesi halam sayılırda.

“Beni sabahın köründe soydu, sokağa attı, karlara yatırdı.” O anda kimse sormuyor ki “Senin ne işin vardı da bunlar oldu?”

Tabi ben kantarın topuzunu kaçırdığımı, kulaktozuma babamdan iki sille yiyince anladım. Haklıyken haksız duruma düştüğümü anlayınca hemen kurtarıcımın kucağın atladım. Dedemin olduğu yerde artık kimse bana fiske vuramazdı.

Anam sepeti bırakıp bir hışımla yanıma geldi. “Bu hâlin ne, bunları kim giydirdi? Bir de başıma hasta olma.” Dedemin elini tutmuşum, bırakır mıyım? 

Dedemin elini bırakmadan, odasından içeri girdik. Arada, alttan alta anamın bakışlarını yakalamaya çalışıyorum. Anam saydırıyordu: ”İt eniği, hele bunun hâline bak. Sabah yataktan kalkar kalkmaz illaki bir belaya bulaşacak. O ömrü uzun çocuk (bu, amcamın oğlu Çakır ağabeyim oluyor) sanki o da bunu yaşıtı.” Sesini daha da yükselterek. “Cehennem ol, gözüme gözükme!” Anam beni haşlayınca, sus pus dedemin odasında sobanın yanına kıvrıldım. Dedem: “Baloşum, sen gel, bunlara kulak asma. Sen o müzevir dürzünün (bu da Çakır ağabeyim oluyor) yanına neden gittin, söyle bakayım?” deyince, hemen cana geldim. “Dede bayramda bandocu olacağım. Atlet şort giymem lazım. Çakır ağabeyimden şort istedim, bunları giydirdi. Dedemden yüz buldum ya, gene başladım; “Ben bandocu olacağım, davulum yok, davul yaptıracağım.” diye tepinmeye. Anam, kapının sövesine dayanmış, bizi izliyordu. Elimden tutup kendi odasına götürdü. Üstüme bir şeyler giydirip “Söyle bakalım, ne istiyorsun?” deyince, az önce dedeme yaptığım gibi şort-atlet-davul dedim. O arada babam içeri girdi. Davul kısmını duymuştu. “İyi de sen bando takımına seçilmemişsin, öğretmen söyledi.” deyince, dedemin yardımını almak için yeniden zile bastım, ama bu sefer tutmadı. Babam gözlerini ağartarak “Zırlamadan söyle bakalım.” dedi.

Usulünce, bandocu olmak istediğimi anlattım. Babam “İki günün var, çalmayı öğreneceksin. O zaman düşünürüz.” Babamı kazanmıştım. Anam elinde bir şeylerle odaya girip çıkıyordu. Geldi, odanın köşesinde üzeri özenle örtülü çeyizinde getirdiği Singer dikiş makinesinin başına oturdu. Evveliyatı abimin okul önlüğü olan siyah peştamaldan bana bir şort, elli kiloluk şeker çuvalının torbasından da bir atlet dikti. Artık yarım bandocu olmuştum, sıra ritim tutturmadaydı.  

Şortu atleti çekince doğru Çakır Ağabeyimin yanın koştum. Nisan ayının ikinci haftası olmasına rağmen, kar yığınları evlerin önünde duruyordu. Buzlu bir kartopu yaparak kapıya fırlattım. Bir daha, bir daha derken, Çakır Ağabeyim çıktı.: “Ooo, bandocu, çok yakışmış. Gel bakayım, kim dikti bunları? Belli, yengemin işi bu.” Yemi yutmuştum. Ben, şortu atleti göstereceğim ya, kartoplarını bırakıp hemen yanına koştum.

“Vay vay, ulan aynı bandocular da böyle giyiniyor. Kerata amma da yakışmış.” Ben iyice şişindim. O anda Çakır Ağabeyim beni kolumdan yakaladığı gibi sırtına vurdu, doğru bizim evin önüne. Bu arada benim sesim köyün alt başından duyuluyor. Gene halam hariç saydırıyorum. Çakır Ağabeyim, evin bahçesindeki tahta tuvaletin direğine bağlı çamaşır ipini kollarıma doladı, ayaklarımdan tepe üstü asarak gene ayazda bırakıp gitti. Bu sefer şansıma anam çıktı da darağacından erken kurtuldum.

Ben kurtulduğumu düşünüyorum. Anam yüzümü gözümü silip içeri sokunca kıyametin büyüğünün içerde olduğunu o zaman anladım. Bizim yağ tulumu beş yerinden parçalanmış, salonun ortasında öylece bana bakıyor. Anam elinde oklava yüklüğün, ambarın, sekinin altına bakıyor, bir taraftan da “Seni ellere kalmış seni! Koca evde yiyecek başka bir şey yok mu da tulumu yırttın?” diye Mercan’ı kovalıyordu. Pabucun pahalı olduğunu anlayan Mercan sekinin altına girmiş, anamın uzanamayacağı köşeye sinmiş duruyordu. Hırsını alamayan anam oklavanın yetişmediğini anlayınca, kilerden daha uzun olan yün çırpma çubuğunu alıp geldi. O gelene kadar Mercan, aralık duran cümle kapısından kendini dışarı attı. Mercan’ın kaçtığını gören anam: “İt eniği! Zannetme ki senin yaptığını anlamadım.” Anamın öfkesi dinmemiş olacak ki elindeki çubuğu, yerden bacaklarıma gelecek şekilde savurdu. Ben kaçacağım derken, çırpı, ayaklarıma dolanınca yüzükoyun yere kapaklandım. Yüzüm yere çarpınca burnumdan kan geldi. Anam bunu beklemiyordu. Yerdeki kanı görünce bir feryatla bana sarıldı. O anda ben her şeyi unuttum.

“Tamam ana kurban, deriyi Hafız’a götür, sana davul yapsın.”

“Oh be!” dedim, tabi içimden. Deriyi kaptığım gibi doğru Hafız Emmiye gittim.

Hafız Emmi bizim köyün fırıncısı, çobanı, çarıkçısı, en önemlisi de müzikten anlayan tek insanı. Askerde tulum çalmış. Kış geldi mi, evinde tulum yapar çalar. Elinden gelen iş olursa, kimseyi kırmaz, yapar. Tam bir gönül adamıdır. Fazla kiloların yakıştığı ender insanlardan biridir. Hafız Emmi’nin evi, ahırı ve fırınına tek bir kapıdan girilir. O yüzden içeri girdiğinizde sizi önce katrana bulanmış taşların is kokusu, arkasından ahırın ekşi mayıs kokusu ve sonra yanık ekmek kokusuna karışmış tütün kokusu karşılar. 

Cümle kapısının önüne gelince, birkaç ağız “Hafız Emmi!” diye bağırıp, buyur edilmeden içeri daldım. Hafız Emmi tek göz odasında, her zamanki gibi sobanın yanındaki minderine oturmuş; bir taraftan çinko mavi çaydanlıktan çay doldurup içiyor, bir taraftan da sarma cıgarasını tüttürüyordu. Odanın penceresinden içeri süzülen zayıf ışık, dumanlar arasından süzülüp aşağı inmeye çalışıyor, başaramayınca da dumanın griliğine karışıp yok oluyordu. Ben içeriye paldır küldür dalınca, “Hop, it eniği yavaş! Babanın evi mi zannettin burayı?” diye çıkıştı. Sonra her zamanki okşayıcı sesiyle: “O deriyi kimin kapısından kaçırdın?” diye takıldı. Ben bir çırpıda neden geldiğimi anlattım.

“O iş kolay. Bunu yaparsam, sen ne vereceksin?” 

“Ne istersen. “diye salladım.

Gülerek: “İyi o zaman, baban yarım kilo tütün alırsa yaparım.” deyince, “Tamam.” deyip fırladım. Köyün tek bakkalı Hacı Dede tuvaletten çıkmış, elinde taharet güğümü ile beni karşıladı. “Hayırdır ulan koçero? Sabah sabah bağından mı boşandın, ne istiyorsun? Yoksa aç kaldın da kapılara mı sardın?” diye iğneledi. Ben, bütün şirretliğimle: “Yarım kilo tütün alacağım.” dedim.

Hacı dede, “Olur, başka bir şey lazım mı?” diye yavaşça bana doğru yaklaştı. Hacı Dede tekin adam değildir. Olur olmaz isteklere bastonun tersini çevirir.

Kendimi sağlama alarak iki adım geri çıkıp: “Dede, kendime davul yaptıracağım, tütünleri Hafız Emmi’ye vereceğim, onun için istiyorum.” deyince, bardak dibi gözlüklerini yukarı doğru ittirip, gözlerine iyice yaklaştırarak, “Ha o zaman başka. Sen git, Hafız’a söyle, tütünleri bende”.  Tütün, çay, şeker karaborsa olduğu için bakkallar, kesin para alamayacağı kimseye kolay kolay mal vermiyorlar. Benim arkam sağlam, dedemin gazi maaşı var.

Ben artık her gün elimde iki çubuk; evde, ahırda, sokakta “Beş para ver, beş para ver, beş para yoksa on para ver. Gel gel güzelim, gel, gel gel güzelim, gel.” Hem çalıp, hem yürüyüş adımlarıyla sokakları arşınlıyorum. Tabi yolum günde en az iki kez Hafız Emmi’nin evindeki katran, mayıs, tütün üçlüsüne uğruyor. Her gittiğimde diğer çocukların getirdiği elek, kalbur, yağ kovası kasnaklar ve içlerindeki deri parçalarının köşede yığıldığını görüyorum.

Bayram akşamına kadar ritmi bulmuştum. Akşamüstü, dedem camiden dönüşte, elinde davulla gelince, havalara uçtum. Davulu boynuma astığım gibi, önce sokakta, sonra evin içinde başladım çalmaya.

Evin içinde kız kardeşimin uyanmasıyla davulumu elimden aldılar. Babam, “Oğlum arılar gürültüye uyanırlar; kovandaki balı yer bitirirlerse ölürler. Sonra bal yiyemezsin.” deyince,  o gecelik sanat hayatıma ara verdim.

Ağabeyim çerçeveli Atatürk portresini taşıyacak iki öğrenciden biriydi. Onun işi hazırdı. Ben takıma girememiş bandocu olarak, yarını bekliyorum. Babam davul çaldığımı görmüştü; mutlaka öğretmene söyler, beni bandocu yapar diye umuyorum.

Bu sabah erkenden kalktım. Bayram günleri köylülerin araziye gitmemesi âdettir. Herkes çiftini çubuğunu tarlada bırakır, töreni izler, sonra işe gider. Yarım yamalak kahvaltı yaptıktan sonra atletimi şortumu giydim, davulumu boynuma astım, dış kapıdan adımımı attım ki ne göreyim? Bir sulu kar yağıyor ki, ooof off! Kar taneleri suyun ağırlığıyla yere düşünce, önce buz rengi eteklerini yere yaymış gelinlik gibi oluyor, arkasından suya dönüşüp kar buz arası bir hâl alıyor, sokağın çamuruna karışınca eziyete dönüşüyor.

Kapının önünde öylece kalakaldım. Sokaklarda çeşmenin kürünlerinden su içmekten dönen sığırlar, fırtınayla esen sulu kardan korunmak için başlarını aşağı doğru indirip, yan yan yürüyor. Sabah turuna çıkıp, rüzgârı görünce köşelere saklanmış duran birkaç çoban köpeği, gelene geçene bakıyordu.

“Ama bu gün bayram yapacaktııık!” dedim, sesimi kendime duyuracak kadar.

Başladım davulu çalarak sokağa yukarı yürümeye. Yüz metre gitmemiştim ki suyu yiyen deri sağır olmuş, ses çıkarmıyordu.

  Düm tek tek.Düm tek tek.Dım toka dım tok, dum tuk tıp. 

Gel gel güzelim gel.

İdris Erdoğdu
Latest posts by İdris Erdoğdu (see all)
Visited 11 times, 1 visit(s) today
Close