Yazar: 19:25 Öykü

Buzsuz Olmaz Halit

“Ustam, bana bir şey de, gözünü seveyim. Gökteki yıldızlar kadar uzak sandığım, hayal ettiğim her şey benim oldu. Onca yoksulluktan sonra, para satın alır zannettim her istediğimi. Neden mutsuzum ben bu kadar?

İki tane buzla cebelleşip duruyordu o sıra. Kıllı parmakları ıslandı. Eskimiş kazağına kuruladı ellerini. Ekledi eciş bücüş buzları rakı bardağına, bir iç çekti derinden.  Kafasını kaldırdı. Dolunay’a baktı uzun uzun.

“Bunları da çıkarmak ne zormuş yuvasından. Bin bir nazı ile usandıran sevgili gibi hani. Kaynamış suyu soğutur gibi Halit! Zorlasa da devam, buzsuz olmaz evlat.  Bu ilaç buzsuz olmaz.’’

Hâlâ bir parça iyot kokan denizin yosunundan bir nefes çekti içine.

“Hayat işte be koçum, sen neyi ne kadar çok istiyorsan sana onu veriyor. Mutluluk mu istemedin acaba?”

“İstedim ustam, çok istedim. Senelerce süründüm. Önüme, engel üstüne engel çıkardı hayat. Önce cezasını çektim sonra kapımın önünde buldum hediyemi’’

Bir yudum buzlu rakısından aldı, bir çatal da yağlı peynirden. Ağzını şapırdatarak sordu.

“Ne yaptın? Açtın mı paketi?’’

“Bomba çıktı. Patladım. Boş ver şimdi beni. Ben seni merak ediyorum koca ustam.’’

Peynir bulaşmış bıyığının altından yamuk yumuk güldü. Dedim ki, geliyor hayatın sırrı şimdi.

Herkes gelip bir şeyler danışıyor ona sanayide. Herkese dediği bir şeyler var. Çaycı bile işini gücünü bırakıyor, Usta’ya bir danışıp çıkacağım, diyor.

Şehrin en zenginlerinden geliyor, düşük suratla gelen, gülerek çıkıyor atölyeden. Ne var bu adamda? Bana da deyiversin iki cümle.

Ağzının içinde bir parça peynir dolanıyor bir de bana söyleyecekleri. Bense bilge bir derviş bulmuşçasına bekliyorum diyeceklerini.

“Ben hediye görmedim ki hayatımda oğlum. Tırnaklarımla kazımayı bildim ben. Başka da bir yolum yoktu. Ulaşılamayana ulaşmayı, imkânsızın peşindeki o sancıyı sevdim. Baksana şu nasırlı, boyalı ellere anlatmıyor mu sana hikâyemi?’’

“Anlayamıyorum. Affet. Kafam güzel olmuş olacak. Sen anlatsana ustam. Anlat bana.’’

Soruyorum işte gelişine. Sanıyorum ki çocukluğumdaki balıkçılar gibi, babam gibi, fener tutacak önüme, ‘’balık tutmak için önce yem arayacaksın’’ diyecek. Tam da anlatmayacak, yarım bırakacak.  Ben bulacağım sonunu. 

Öylesine hazırım diyeceklerine. Bekliyorum. Bunun için üşenmeyip ortam bile hazırlamışım inceden.

Sanki karşımdaki adam, hayatın sırrını korkunç mağarada saklayan o koca dev.

Usta bir türlü istediğim gibi konuşmuyor. Ne vardıysa ufacık masada, bir ona bir buna atıyor yağlı paslı ellerini.

Motorumu kilitledim arkamızı yasladığımız tellere. Öyle bir sote buldum ki, benden başka bilen yok. Arkamız sağlam. Önümüz alabildiğine deniz. Görebildiğimizce yıldız gökyüzü. 

Siyah poşete sarılı biraları dizdim portatif küçük masaya. Ustam rakı sever diye de alıp koyduydum bir ellilik. Buzlar yalıtımlı gri çantada. Bakkalın verdiği hediye sanmayın çantayı sakın. Paramla aldım internetten. Bu katlanır masayı da. Önce bir tane alacaktım kamp sandalyesinden. Dedim, dosttur, yarendir, belki bir gün, sarı saçlı bir sevgilidir, ayakta kalmasın kimse. Ekledim ikincisini de hesaba.

Üç gün sonra geldi kargo dükkâna. Poşetlerinden sıyırıp motoruma sığdırıverdim hepsini. 

“Kamp sandalyesi de amma rahatmış” diyorum. Usta oturmuyor bir türlü. Yarısı duvar, yarısı tel örgüye dayıyor sırtını. Nuh dese peygamber demiyor. Hayat yasaklamış ona oturup dinlenmeyi. Keyif yapacakken bile ağrıyacak illa baldırları. Gözünün içine bakıyorum. Küçülmüş göz bebekleri. Ağladı ağlayacak. Ağlamayı da yasaklamış ona hayat. Bu adam mı öğretecek bana tek başına olmayı, bunca yükü kaldırmayı?

Yanıldım mı acaba? 

Soruyorum sesli sesli. Gık çıkarmıyor. Masadaki kesilmemiş kavunda gözleri.

Benim de öyleydi. Gözlerim, taze domatesli salatadaydı hep.  Hep tek başıma yemek isterdim o koca tabağı kocaman ailede, tek bahçe, tek bir avlu beş odada büyürken hepimiz,  yemek yemek için masada sandalye bulamazken, tek kişilik bir yaşamda var olmaya çabalamayı istemek? Aile dediğin o kalabalık yalnızlıkta, birilerinin hep arkanı kollayacağını düşünürken, onlardan özgürleşmeye çalışmak. Hep ama hep uzağa kaçmayı istemek ne ki? Yapayalnız olmayı hiç istemedim ki ben.

Böyle ölülerin arkasından nasıl gerçek olacak tüm hayallerim? Ölenler birbirini çağırıyor olamaz değil mi öte taraftan? Hepsi dizi dizi sıralanır mı ya musalla taşında?

Önce, çilekeş büyük yenge yenildi hayata. Tabutuna yemenisini bağladık, koyduk toprağa gitti. Etkilenmedim. Üç gün sonra büyük amca kalbine tamam benden bu kadar, demiş. 

Cebime beş liradan fazla koymayan babam. Yahu sen niye gittin ki? Senin gücün yerinde değil miydi? Onlara üzülmüş olamazsın bu kadar. Sevmezdin ki açgözlü büyük amcayı. 

Ya, peşi sıra kim vurduya giden abime ne diyeyim? Onca senet verilir mi tefeci Adnan’a? Ödeyemezsen takarlar işte öyle kör bıçağı bağırsağına.

Anam kendini astı. Bunca cenazeden sonra. Onu ben buldum. Zor bunları anlatmak.  Babam ve abimden sonra yaşayamadı kadın. Beş burma bilezik, bir kordon, eski bir mendilin içinde birkaç yüzük, birkaç küpe bıraktı. Geriye, cenazeye bile gelmeyen Almanya’daki iki ablam, aynı bahçede büyüdüğümüz halden anlamayan kuzenler kaldı.

‘’Ne yaparsan yap” dedi Alaman olmuş Nebahat. “Kur hayatını işte sen de dilediğin gibi.”

Sebahat telefonlara cevap bile vermedi. Sadece yazdı. Gebe kalmış üçüncüye. N’apsınmış. Ölüyle ölünmezmiş. Yaşamaya bakacakmışım ben de.

Sınırları aşıp gitmişler, kocaları büyük otomobil fabrikalarında da ustabaşıları. Simsiyah saçlarını sapsarı yaptırmışlar kuaförlere. Bahtlarını açtırırlarmış gibi. Benim bahtımı kim açacak Nebahat? 

Elimde altın kolyeler, küpeler, bilezikler. Birini bile bozdurmadım kuyumcuya.  Madem beş aile o yoklukta oturacaktık o yer bulamadığım sofraya, ne yapayım bunca varlığı ben bu yalnızlıkla?

Dalgalar haşin haşin vuruyor kıyıya. Sırtımı hangi boşluğa yaslayayım. Dalgalar, benim hayatın kıyısına vurduğum gibi, vurup geri dönüyorlar o koca boşluğa.

Usta oldu üç duble rakıyla. Üç dubleye yuvasından zor bela çıkardığı altı küçük buzla. Demedi ki bir cümle bile. Bulayım yolumu ben de. 

‘’Yedik içtik olduk. Bir şey de bana be usta,’’

‘’Gideyim ben artık. Yengen bekler. Yengen kaynayan buz gibiydi eskiden Halit. Eritmezsem olmazdı. Her seferinde bir daha bir daha. Yengen şimdi rakıma buz gibi Halit’’

Kıçına bol gelen boyalı pantolonun belini yukarı kaldırdı. Koca ağzını aça aça esnedi. Tam yürüyüp gidecek derken, dönüp nasırlı koca parmaklarını sakalıma dayadı.

‘’Biri gelip seni de uslandıracak, seyreltecek. Birkaç yudumda alacaksın o mutluluk denen şeyin tadını. Sonra vazgeçemeyeceksin Halit!  Bekle. Bulursun bulmazsın. Bilemem. Yengenin soğuk yüzünün altındaki koynunda buldum ben hayatın sırrını. Önce ısıttım, sonra soğuttum.  Bekle Halit. Önce kendini ısıt sen. Soğursun sonra. Ardından gene kaynarsın. Düzene uymak lazım be çocuk. Üç, beş buz ister yanına. Buzsuz olmaz Halit. Unutma evlat. Buzsuz olmaz.”

Editör: Melike Kara 

Gökçe Çiçek Gönülaçar
Latest posts by Gökçe Çiçek Gönülaçar (see all)
Visited 26 times, 1 visit(s) today
Close