I

“Çocukken hangi anın devam etmesini isterdin, Cemal?”

“Bilmem. Dur, düşüneyim. 23 Nisan gösterilerine seçilmiştim bir defa. Bir şiirin bir parçasını okumuştum. Devam etmek, sevdiğim bir kaç şiiri okumak isterdim sanırım. Peki sen, Suzan?”

Durdu. Düşündü. Düşünürken aklına bir şey geldi. Gülümsedi.

“Pek hatırlamıyorum ama çocukken, bir çocuk çıktı karşıma. Sonra ne oldu hatırlamıyorum. Konuşamadık. Bir şey söyleyecekti sanki. Hep merak ederim, ne söylemek istediğini.”

“Ya öncesinde ne söylediğini hatırlıyor musun?”

“Bir şey söylememişti ki!” dedi. Nerede olduğunu farkına varır gibi kaldırdı başını. “Ben gideyim artık” dedi. Çıkıp gitti. Kalktık. Bir taksi bulup, gitti. Ben de evime döndüm. Suzan’ı düşündüm, neden birdenbire çekip gittiğini. Bir sigara yaktım. Küllükte söndürüp, uyudum. Bu düşünceyle, daha fazla uyanık kalamayacağımı hissediyordum.

II

Bu uyanan ben miyim? Bir tuhaflık var bu işte. Ne oldu, bilmiyorum. Bacaklarım neden böyle kısa? İşte, kalktım yatağımdan. Ne oluyor böyle? Ne yatak benim yatağım, ne ev benim evim. Hatırladım galiba. Evimizin eski hali bu. Bu yer yatağı da işte, hamam böceği gelir korkusuyla zar zor uyuya kaldığım yatak. Televizyon var neyse ki! Tüplü, külüstür bir şey ama olsun! İdare eder. O kadar geçmişe gitmediğimin ispatıdır bu. Sahi, bir rüya mı bu? Ne çeşit bir rüya bu kadar uzun sürer ki?

İşte babam! Son gördüğüme göre daha genç. Neler oluyor böyle? İşsiz kaldığı günler olmalı. Yoksa babamı evde görür müydüm hiç? Televizyonun sesini işitmeye başladım sonra. “Milli takım, 2-0 öne geçtiği Letonya karşısında, talihsiz iki gol ile maalesef Euro 2004 biletini kaybetti.” Kasım ayı sanırım. Yıl 2003. Herkes öfkelidir şimdi memlekette, o kel kaleciye. Kimsenin üzerine gitmemek lazım. Ben de öfkeliydim ama on  yedi senede bu öfke soğudu tabi. On yedi sene! Çıkar yirmi dörtten. Yaşım yedi. Okul da vardır yarın. Sükut-u hayal içinde gidilir mi hiç okula? Bir gün içinde dönmeliyim kendi zamanıma.

Sonra, annem çıktı mutfaktan. “Anne, ne kadar güzelsin böyle!” deyiverdim, ağzımı tutamayıp. “Ne diyorsun sen yine oğlum?” deyip geçiştirdi neyse ki! Hemen pencereye çıkıp, sokağımızı seyre daldım. Ne güzel! O meşhur iki ağaç da, onların ardındaki teller de yerlerindeydi. Hayali kalemizi hala kaybetmediğimiz bir zamanda olmak, ne mutluluk verici! 

Sokakta bir ton maç analizi! “Kaleci mi lan o?” diyen bir yandan, “Adam ne yapsın, oğlum!” diyen bir yandan, pürneşe bir hava vardı sokakta. Tartışıyorlardı tartışmasına ama bu tartışmada öyle güzel bir yan vardı ki, içine dahil olmak istiyordum bu tartışmanın. Çıktım sokağa. Ne zaman döneceğimi bilmiyorsam da vakit varken istediğimi yapmalıyım diye düşünüyordum.

Arkadaşlarımla konuşurken, onların yaptığı zorbalıklar geldi aklıma. Bütün sokağın çocuklarının, hep beraber bana sırt çevirdiği zamanları hatırlayıverdim. Geçmiş bu kadar duygusal kılıyordu işte bizleri! Belleğimizden siliyorduk, kötü olan ne varsa. Kendimizle baş başa kaldığımız vakitlerde hatırlıyor, işte ancak o vakitler, hak ettiğimiz konuma gelip birer çilekeş oluyorduk. En iyisi, geleceğin güzel yanlarını geçmişe işlemek dedim sonra. Aklıma, Suzan ile son konuşmamız geldi, uzaklaştım arkadaşlarımdan. Sokağın başında, onların gözünde nasıl kaybolduğumu tahayyül ederek daldım caddeye. Beni izlemiş olmaları ne kadar mümkünse artık!

Çocuk başıma, yetişkin zekam ile, Suzan’ın evini arayıp durdum. Sokakların, binaların, meydanların ne kadar değiştiğini bu sırada anlamıştım. Annemin, benim için nasıl endişelenebilecek olduğu geldi aklıma. Olsun dedim, eve dönmek, dönünce temiz bir dayak yemek yoktu bugün. Kendi kendime mırıldanıyordum bir şeyler. “Madem düşmüşüm içine bu hayatın, neden seyretmeyeyim, sevdiğim insanın çocukluğunu?” Bunu duyan bir kaç kişi, bön bön baktı yüzüme. Umrumda olmadı tabi. İlk defa deli yerine konmuyordum.

Okuduğum lisenin inşaat halinde olduğunu gördüğümde, bacaklarımın yorulduğunu hissettim. Fiziken çocuk olduğumu unutmuş, kaptırmıştım kendimi yürümeye. Bir köşede dinlenmeye koyuldum. Okulun inşaatına baktım. İnşaatın tepesindeki bir işçi çekti dikkatimi. “Meraklanma ağabey.” dedim. “Yaptığın bu okulda bir çocuk yetişecek, alın terini savunacak meydanlarda. Bir bok değişmese de, savunacak.” Belki beni duysa, “Ulan, meymenetsiz! Başınıza iş alın diye mi yapıyoruz bu okulu?” derdi. Ben de o zaman yüzüne gülümseyip, “Yaşamak, başa bela almak için yeterli değil midir, ağabey?” derdim. Akşam eve gittiğinde, evlatlarına bir eğlence çıkardı böylece. Yerimden doğrulup, “Suzan bekler beni, ağabey! Gönül meselesi, anlarsın.” dedim, yine onca mesafe uzaktan. Duysaydı, yüzü gülerdi. Duymadı. Yürümeye devam ettim. 

Nihayet, Suzan’ın evinin bulunduğu siteye vardım. İçeri girmek zordu. Bu siteyi, karşımda görebildim ya, dert etmiyordum içeri girme fasılını. Neticede dünyada bir metre seksen beş yer kaplayan bir umutsuzluk değildim. Ufacık çocuktum. Siteye girmek, çok da zor olamazdı. Hem yakalandım diyelim, kim ne diyecekti yedi yaşında bir haylaza? Gözümü karartıp, doğruca daldım içeri. Güvenlik, gazeteye dalmıştı. Ne talih ama! Doğruca yürüdüm sitenin içlerine doğru. Kıyafetlerim eskiydi ama sorarlarsa, bodrum katta zar zor bir ev tutmuş bir ailenin çocuğu olduğumu söyleyecektim. Bu yaşta, bu kadar şeyi nasıl düşünebiliyordum böyle? Gel gelelim, bir şeyi düşünmeyi unutmuştum. On yedi sene sonrasında, yalnızca bir defa görmüştüm Suzan’ı buradan içeriye girerken. Onda da, sahici olmaktan uzak bir gülümsemeyle “Görüşürüz.” deyip girmişti kapıdan. Çok geçmeden, binaların arasında kaybolmuştu. Hangi binaya gideceğimi bilmiyordum, anlayacağınız. 

On yedi sene sonrasında, Suzan’ın sevgilisi değildim. Hoşlanıyordum ancak yaşamına dahil olamayacağımı, benimle konuşmaktan bile usandığını anladığım gün, vazgeçmiştim, varlığım ile onun yaşamı arasındaki duvarı geçmekten. Şimdi, ne diye Suzan’ın çocukluğunu görmek istiyordum? Ne hakkım vardı buna? Binaların arasında, oradan oraya döndükçe anlıyordum, burada ne işim olduğunu. Sadece bir şey söyleyecektim ona. Ondan sonra her şey, iyi istikamette ilerleyecek ve sonsuz bir mutluluk dolduracaktı içimi.

Aramakla, Suzan’ı bulamayacağımı anlamıştım. Bu yüzden beklemeye karar verdim. Öğle vaktiydi. O meşhur maçın, haftanın hangi günü oynandığını hatırlamıyordum, hangi günde olduğumu bilmiyordum ancak bir önemi yoktu bunun. Akşama kadar, dışarı çıkacaktı muhakkak. Bekleyecek ve görecektim. Güvenliğin göremediği, kör bir noktaya geçtim. Görse, enseler çıkarırdı beni buradan. Bir daha da giremezdim bu kapıdan içeri. Bir daha gazeteye dalmazdı, biraz olsun azar işittikten sonra.

Bir mesele daha vardı. Nasıl göründüğünü bilmiyordum. Nasıl tanıyacaktım onu? Güvenliğe gazete okutan talih, onu tanımamı da sağlar mıydı acaba? İşte, bir binadan bir aile çıktı. Hayır! Kim olduğuna emin olmadıkça çıkamam karşısına. Kimse rahatsız olmamalı bizim hüzünlü hikayemizden ötürü. İşte bir aile daha! Acaba o, uğrunda nice yollar yürüdüğüm talihimi kaçırıyor muydum? Bir adam çıktı şimdi de. Çıksın, bana ne? Kapıya döndü. Kollarını açtı. İşte! Bir küçük çocuk geliyor. “Suzan! Gel kızım!” dedi sonra. Suzan! Nasıl geleceğim yanına? Suzan! Çıkıp gidecek misin öylece? Haydi Kemal Amca! Bir şey unut, geri dön evine! Nasıl dönecek ki! Olamaz. Ceplerini yokladı. Cüzdan olmalı, telefonun ne yeri var bu dönemde cepte? “Suzan’a göz kulak olur musun Zafer Abi.” dedi ve döndü evine. 

Suzan, çevresine bakındı. Yere konmuş gülü aldı, kokladı. Beğenmesine sevinmiştim. Yanına koştum hemen. “Suzan!” dedim. “Kimsin sen?” diye karşılık verdi. “Bırak şimdi kim olduğumu! Bak! Bir gün…” Bir el hissettim ensemde. Hay ben senin amına koyayım Zafer Abi! Bıraksaydın, bir şey anlatacaktık. İç sesim söylemişti tabi bunu. Dış sesim “Ah!” diye inlemişti sadece. Kendimi kapının önünde bulmuştum. Talihsizliğim, sitenin henüz tamamlanmış, evlerin sadece çok küçük bir kısmının satılmış olmasıydı. Yoksa, kafası karışır, beni hatırlamaz ve inanırdı, bodrum kattaki yaşantıma bu Zafer Abi. Olmadı. Kendimi kapının önünde buldum. Yürüdüm. Büyük bir fırsatı kaçırmış olmanın üzüntüsü ile yolumu kaybettim. Oysa, sözüme devam edebilmiş olsaydım; “Yıllar sonra, Cemal diye biri çıkarsa karşına, soyadı da Kaya ise, uzak tut onu kendinden.” diyecektim. Bana inanmamış görünseydi, tanıştığımız yılı söylecektim. Her şekilde uzak tutacaktım onu kendimden. Böylece, on yedi sonrasına geri döndüğümde, onun beni sevmiyor olması, bir sorun olmaktan çıkacaktı çünkü onun beni sevmiyor olması diye bir şey olmayacaktı.

Yolumu kaybettim. Sonra, unuttum olup bitenleri. Şaşırtıcı bir biçimde, nerede olduğumu, buraya nasıl geldiğimi bilmeden yürümeye devam ettim. Yokuşu belirgin bir sokakta, iki çingene kız ile karşılaştım. Büyüklerdi benden. Geldiğim zamandakine göreyse aynı yaştaydık. Sordular ne olduğunu. “Kayboldum.” dedim. Olup biteni hatırlamadığımı söylemedim. Konuşmaya devam ettik. Ne keyifli bir sohbetti!

Dejavu yaşıyor gibi hissettim bir müddet geçince. Sonra bisikletiyle biri geldi. Kerem Abi’ydi bu. Mahalleden. “Cemal! Oğlum ne işin var senin burada!” dedi. Beni aramaya mı çıktı, yoksa rastgele mi buldu, bunu hiç sormadım. Bindim bisikletine. Kendimi yine evimde buldum. Bu sefer ağabeylerim de evdelerdi. Bir yığın azar işittim. Gerçek bir çocuk olsa, ağlardı. Ağlamadım. Oturup, kendi zamanıma geri dönmeyi bekledim. Uyudum. Uyandım. Gözlerimi açtım. 

III

“Uyandın mı?” diye sordu bir ses. Sonra da yanağıma bir öpücük bıraktı. Kapının sesi geldi. Çıkmıştı odadan.  Gözlerimi iyice açıp, kendime geldikten sonra, hızla kalktım yataktan. Evin içinde dört dönüp, Suzan’ı aradım. Tam hayal kırıklığına uğrayacaktım ki, salonun içinde beliriverdi. “Ne oldu?” diye sordu, tatlı tatlı yüzüme bakıp. Neler olmuştu böyle? Hiçbir şey hatırlamıyordum. Hatırladığım son şey, Suzan çekip gittikten sonra, evime dönüp uyuduğumdu. Olup bitene anlam veremeden, Suzan’ın, olup biteni anlatacağı anı yakalamayı beklemeye karar verdim. Telefonumu açıp, tarihe baktım. Uyuduğum gün ile aynı gündü bu. Ne tür bir olay, saatler içerisinde böyle bir değişime sebep olabilirdi ki?

Kahvaltı soframı hazır ettikten sonra, Suzan’a seslendim. “Gelsene, beraber yiyelim.” Nasıl olduysa geldi. Ne söylesem garip kaçacaktı. Susup, nasıl elde ettiğimi bilmediğim bu yaşamı sürmek, daha da garip olacaktı ancak. Dayanamadım. 

“Suzan!” dedim. “Sen evine gittikten sonra, ben gelip uyudum. Son hatırladığım bu. Ne oldu? Nasıl değişti böyle her şey?”

Güldü. Garip kaçacağını biliyordum işte! Bütün bu söylediklerim hiç yaşanmadıysa, daha da garip kaçacaktı. Acaba bu gülümseme, bunu mu ifade ediyordu? Yüzüme baktı. Sevgiyle bakıyordu. Hiçbir şey anlamıyordum. Sonra, beni daha fazla merakta bırakmayıp, anlatmaya başladı.

“Taksiye binip, eve giderken, bir şeyi hatırladım. Çok uzun zamandır merak ettiğim bir şeydi bu. Sana anlatmıştım ya, kafede otururken. Taksiyi gerisin geri buraya getirdim.”

Eve nasıl girdiğini merak ediyordum ki bunu da cevapladı.

“Kapı açık kalmış. Ben de girdim içeri. Uyuduğunu görünce ses etmedim, bekledim böyle, burada.”

Bu anda, elimi tuttu. Gözlerimin içine daha bir dikkatli baktı. 

“Hani bana bir olay anlatmıştın Cemal! Kayboldum demiştin çocukken. Nasıl, ne şekilde kaybolduğunu da hatırlamıyordun. Bizim sitenin yakınlarındaydı ya, hani! Hatırladın mı?”

“Evet.” diye karşılık verdim, sözlerine devam etmesini istediğimi gösterir bir tavırla. Neler olduğunu anlayamıyordum. Bir nihai açıklama, beni, ellerimi tuttuğu bu an kadar mesut edecekti.

“O gün, üzerinde hangi kıyafetler vardı?”

“Kırmızı bir kazak, bir de kot pantolon. Bir dizi de yırtıktı.”

“İşte!” deyip, daha sıkı tuttu ellerimi. Ben, tüm olup biteni bu anda kavrayıverdim. Kaybolup da iki çingeneyle karşılaştığım anın öncesinde ne olup bittiğini, bir çırpıda hatırladım. Gözlerim doldu. Bunu gördüğü anda, tuhaf bir şey hissettiğini anladım Suzan’ın.

“Ne söyleyecektin peki?” diye sordu.

Ne desem tuhaf kaçacaktı. Hatırlamadığımı söylesem, hayal kırıklığına uğrayacaktı. Doğrusunu söylemek istedim ben de. “Benden uzak durmanı.” dedim. Her şey tuzla buz oldu. Elleri, ellerinin tuttuğu ellerim, tüm varlığı, tüm varlığım bir kaç saniye içinde terk etti evimi. Onun yolu sokağa çıkmıştı, benim yolumsa, yerin en dibine. Kendisiyle dalga geçtiğimi düşünmüş olmalıydı. Belki de, bunu söylediğim sırada, birbirine kavuşmuş ellerimize bakmış olmam, söylemek istemediğim bir şey anlatmıştı ona. Ne söyleyecek, vaziyeti nasıl izah edecek, nasıl geri döndürecektim ki Suzan’ı bu odaya? Bir rüya görmüştüm sadece. Daha önce hiç hatırlamadığım bir anı hatırlamış, ona günün şartlarından bir kaç unsur aktarmıştım, benden uzak durması gibi. Bir an için, geçmişe uğrayabilmiş olduğum gibi bir yanılgının içine düşmüş ve orada ziyan olmuştum. Suzan’ın kafedeyken söylediği doğruydu. Bir şey söylememiştim ki! Gerçekte, Zafer Abi enseme yapışmadan önce bir şey söyleyememiştim. Suzan gittikten sonra hatırladım, o gülü kokladığında, ne söylemek istediğimi:

 “Bizim bahçe bu güllerle dolu. Her gün getiririm.”

Varol Mengüverdi
Latest posts by Varol Mengüverdi (see all)
Visited 3 times, 1 visit(s) today
Close