Yazar: 18:00 Genel, Röportaj

Burak Soyer Söyleşisi

Burak Soyer’le Karakarga Yayınları tarafından yayımlanan son romanı Ring ekseninde Türkiye’de yeraltı edebiyatı ve yazım sürecine dair sohbet ettik.

İyi okumalar.

Ring yayımlanalı bir süre oldu, kutlarım. Bize biraz kitabın akla düşme hikâyesini ve yazım sürecinde neler yaşadığından bahsetmek ister misin?

Bir yeraltı boksörüyle ilgili gençlik romanı yazmak istiyordum ilk başta. Epey de yazdım da. Yine intikam konusunu merkezine alan bir metindi. Beğenmedim. Attım. İntikam, edebiyatta da sinemada da çok sevdiğim bir konu. Bunun üzerinden devam etmek istedim. Sonra da ortaya Ring çıktı.

Bir intikam hikâyesi anlatıyorsun ve bunu anlatırken de yeraltı edebiyatı sınırlarında gayet iyi iş başarıyorsun. Hikâyenin başlangıcından bitimine karakterin, Tolga’nın, neden bir intikam niyetinde olduğunu bilmiyoruz. Merak güdüsünü iyi gizlediğini düşünüyorum. Sormak istediğim nokta şu: Yeraltı edebiyatı türünü tercih etmenin temel bir nedeni var mı yoksa konu ve kurgu gereği metnin bize getirdiği bir gereklilik miydi?

Okumaya Beyaz Zenciler’le başladım. 17 kere okudum şu ana dek. Sonra Bukowski geldi. Sonra da diğerleri… Bundan 10 yıl öncesine kadar da -sağlık sorunlarım baş göstermeden önce- Beyaz Zenciler’deki gibi bir hayatım vardı. Konuşurken de yazarken de öyle afili cümleler kurmam. Düz adamım. Bunların birleşimi sonucunda da zaten yeraltı edebiyatı kendiliğinden ortaya çıktı. Ayrıca bir şey yapmama gerek kalmadı.

Yeraltı edebiyatı demişken ülkemizdeki bu türe dair düşüncelerini duymak isterim. Dünyada çok iyi seviyelerde eserler ortaya konulurken ülkemizde bu türün kanıksanmaması ve yaygınlaşmamasının sebebini nerede aramak gerekli sence?

Burada bir paradoks var: Her şeyden önce yeraltı edebiyatı ya da “yeraltı adamı” denince içmek, s.çmak, sevişmekten başka bir şey yapmayan adamlar geliyor insanların gözünün önüne. Birçok kişi de öyle yaşamak istiyor ama “yeraltı” derin mevzuları kapsar. Yine Beyaz Zenciler’e dönerek cevaplayayım: Earling Haefs şiir hastasıdır mesela. Keza Charlie de öyle. Proudhon’dan falan bahsederler. Ama beni de yeraltı edebiyatı yazarı olarak gördüğünüz için söylüyorum, biz işin diğer kısmıyla ilgileniyoruz çünkü ilgi gören yer orası. Zıvana çıktığında özellikle genç arkadaşlar hep şunu sordular: “Abi, harbiden o kadar içtin mi?” Evet, içtim. Ama orada 22 yaşında ne yapacağını bilemeyen, korkak, bencil bir adamı anlatmak istemiştim. Bu tarafıyla ilgilenen olmadı. Ağır Roman bana göre Türkiye’de yeraltı edebiyatının kralıdır ama o da Kolera Sokak ekseninde bir ton mevzuya değinir ve bu konu böyle uzar, gider.

Karakterlerinin iyi bir müzik zevki var. Ayrıca kitabın adından da anlayacağımız gibi bir spor salonunda geçiyor tüm bu olaylar. Spor, müzik, edebiyat, alkol, madde kullanımı… Bunların hepsi hepi topu 86 sayfalık bir novellanın içinde kendine yer buluyor: Bunca temayı ve konuyu bu kadar az bir alanda anlatmak nasıl bir dökme ihtiyacıydı? Karakterlerin bize neyi anlatmak istiyor?

Ruhen mahvolmuş birinin ne kadar ileri gidebileceğini anlatmak istiyordum. Diğerleri biraz Hoca’nın bilgeliği, biraz da ortamın mezesi…  Başka bir numarası yok.

Tolga karakterinden ziyade Hoca karakterinin ilgi çekici ve biraz daha hikâyesinin ön plana çıkmasını bekledim okurken. Basketbolcu olmak isteyen, ailesi tarafından ket vurulunca kendini salan, yazmaya başlayan, müzisyenlerle söyleşiler yapan, romanları çıkan ve nihayetinde bir antrenör olarak “akşamın olmasını” bekleyen bir karakter… İleride belki karakter olarak ayrıca bir romanını görürüz bu karakterin, ne dersin?

Yok göremeyiz. Özellikle sinemada bu konu çok işlendi. Merak eden Koç Carter’ı açıp izlesin. Kıyak filmdir.

Senin okuma ve yazma eylemiyle ilişkine de değinmek istiyorum. Pek çok alanda ve konuda, yine pek çok mecrada yazılar yazıyorsun, oldukça üretkensin. Kitap kritikleri, müzisyen ve yazar söyleşileri yapıyorsun. Bunca okuma ve yazma enerjisini sağlamak çok güçtür, kendi adıma konuşmak gerekirse… Bu disiplinini nasıl oturttun, nasıl yazıp nasıl okuyorsun?

Açıkçası etrafla didişmeyi bıraktım. Hâlâ ters bir şey gördüğümde söylerim, yazarım, orası ayrı. Sabah en geç 6’da günün ilk yazısı gitmiş olur. İki kitap bir arada okuyorum iş gereği. Zaten antrenmanlarım dışında evden çıkmıyorum. Dışarıda ilgimi çeken bir şey yok çünkü. Okumak da kafamı dağıtıyor. Ama akşam maç, film, dizi her neyse o iş bittikten sonra uyuyana kadar kendim için ayırdığım kitapları okurum 2 saat kadar. Onu es geçmem. Şu an Léve’nin İntihar’ını okuyorum bahsettiğim saatlerde. Burhan Sönmez’in Franz K. Âşıkları’nı yeni bitirdim. O da güzeldi.

Yayımlanmasının üzerinden geçen bu zamanda Ring’e dair gelen dönüşler nasıldı; biliyorum ki bir yazarın okur dönüşlerinden ve yorumlarından hem pozitif hem de negatif olarak etkilenmesi mümkün. Sen okur dönüşlerini nasıl yorumluyorsun?

Genel olarak sizin de bahsettiğiniz üzere, “Sonuna kadar çok merak ettik,” şeklinde dönüşler oldu. Doğaçlama yazıyorum ben. Öyle not mot tutmam. Fikir aklıma gelir. Başlarım yazmaya. Zaten o yolunu bulur. Bulmazsa anında cayarım. Dönmem bir daha aynı işe. Ama Ring’de önce kendimi o salona kilitlemek istedim. Orada önce ben kalmalıydım ki; okur da dışarı çıkamasın.

Son olarak halihazırda yazmakta olduğun ya da zihin masanda dönen yeni bir hikâye var mı, yakın zamanda senden bir şeyler okuyacak mıyız?

Evet, başladım yazmaya. Ve yazarken acayip sinirleniyorum. Çünkü insanın içini acayip sıkan bir kitap.

Editör: Buse Karabulut

Caner Almaz
Latest posts by Caner Almaz (see all)
Visited 30 times, 1 visit(s) today
Close