Yazar: 19:19 Öykü

Bir Kuple Müzeyyen 

“Bugün kalbimi eski bir plak gibi
Öyle çok tersine çevirdim ki
Bazı şarkılar vardır
Cızırtılı bir yağmur gününü anlatır.”

Didem Madak-İris’in Ölümü

Duvarların dili olsaydı anlatırdı elbet her bir şeyi. Lakin ben duvar değilim. Acizin tekiyim. Bilmem ki doğru olur mu tecelli etmiş kaderin adına konuşmak. Fakat öylesine ıstırap doluyum ki belki de iyi gelecek içimi boşaltmak.

Ah Münevver! Sen de az çekmedin, unuttun mu? Ne gözünün yaşı eksildi ne gönlünün yası. Zihnindeki o koca boşluklar belki de Yaratıcının sana bir ikramıdır ha! Ne dersin? Benim gibi biçare bir kaleme kızma ne olur. Bahtını yazan her ne kadar bensem de sen de bilirsin ki emir demiri keser. Kesmek demişken sözünü kesmişim; lütfen kusura bakma! Buyur sen devam et.

Kahve yaptım bey, içersin. Bak, suyu da yanında. Kime diyorum acaba. Başını çevirsen ya bu tarafa. İçmezsen bak ölümü gör. Gazete mi? Bulmaca ekine dokunmadım. Çözersin diye. Ama resimdeki köse adamcağıza kaş göz, bıyık yaptım ucundan. Onu da hoş görüver bir zahmet! Ben çengel mengel sevmem bilirsin. Karışık kuruşuk şeyler. Senelerce seni çözememişim, değil ki bulmaca… Amma velâkin hafızayı güçlendiriyormuş, öyle diyor ilimle iştigal edenler. 

Yahu bön bön bakacağına içsene! Ohh, elime sağlık! Pek de güzel olmuş. Hele baksan ya! Köpüğü üstünde. Bulaşık suyu mu? Hadi oradan! Üstüme iyilik sağlık. Onu da nereden çıkardın? Aman takdir etme. Anca sus sen! Yirmi sene sustuğun gibi. On beş miydi? Hey gidi on beşli. Öyle bir türkü vardı değil mi? Ne bileceksin sen? Anca Müzeyyen Sanar dinlersin. Senar mıydı o? “Kiimseye etmem şikâyeet.” Ah ah! Beni dinlemezdin ya. Onu dinler dururdun plaktan. Ben de etmedim şikâyet. Edemedim. Yuttum. Tabii. Hep içime attım. Unut dedin unuttum. Hoş, ananın dırdırı, babanın pasifliği neyse de Müzeyyen hep aramızdaydı. Evlendiğimizden beri her gün itinayla çivi gibi çaktığın o ad, aramıza ördüğün duvarda iz bıraktı. Yoksa gül gibi geçip giderdik. Geçirir miydik o? Yok yok geçer giderdik. Amaan giderdik işte. Nereye mi? Cehennemin dibine. Tövbee! Cayır cayırdır şimdi orası. Ne diyordum? Dilimin ucunda. Şeyin şeye baktığı gibi bakıp duruyorsun iki saattir boşluğa. Niye mi? Niyesi var mı bey? Ölü toprağı serpilmiş sanki üstüne. Ruhsuz sinameki ne olacak! 

Hâlâ dokunmamışsın kahvene. Baksana, bıraktığım yerde duruyor. Bırakan nedense hep kadın oluyor. Yanaklarını şişirme şimdi. Öyle öyle! Neleri bırakmadım ki senin için. Ahh ah! Yüksek tahsilimi bıraktım ilkin. Yetti mi? Yetmedi. Güzelim Çamlıca’yı bıraktım. En güzel yıllarım oralarda geçmişti hâlbuki. Hey gidi günler hey! Adalar’a birlikte gittiğimizi düşlerdim, faytona eşlik eden nal ve kuş seslerini. Bu tatlı hülyayla beraber başımı omzuna yaslamayı bıraktım. Bitti mi? Bitmedi. Çocuklarıma analık etmeyi bıraktım. Çünkü baba da oldum seni bulamadıklarında. Oysa pencerenin önündeki berjerdeydin hep. Nefes alsan duyacağımız kadar dibimizdeydin. Lakin benim bıraktıklarımın yanına sen de bedenini emanet bırakmıştın. Çoğu zaman kafesteki muhabbet kuşuna bakar dururdum içli içli. “Neyin var hanım?” demezdin. İmrenirdim o kuşcağıza. Neden gıpta ettiğimi biliyor musun? Keşke diyordum, ben de şu camın önünde ömür çürüten o adamın göğüs kafesine girebilseydim. Bunu başarabilseydim; gamı, kederi bırakırdım; ha bir de vakitli vakitsiz söylenmeyi. Yeşerirdik belki, tutardık, tutunurduk birbirimizin yüreğinden hayata. Saçımı taramayı bıraktığımdan haberin oldu mu mesela? Onun yerine sülün gibi saçlarımı size süpürge ettim. Canımı acıtan can bildiklerime… İnce belimi sarmayan parmaklarına kızıp kiloma dikkat etmeyi de bıraktım. Bildiklerim öyle ağırdı ki taşımayı bıraktım. Belki de bu yüzden kendimi unutmanın hafifliğine bıraktım. Oysa sen bunca şeye rağmen bırakmadın Müzeyyen’i müsait bir yerde. Bırakamadın. Dolaştırdın durdun durak durak evin içinde, kalbinde. Ölenle ölünmezdi hani. Ya sen, sen yaşayan cenaze değil miydin? Allah aşkına söyle! Of, her yer toz içinde! Öhhö öhö. Öksürtüyor beni. Yaş değil o! Toz tanecikleri. Temizliği de bıraktım zaten. Kafamı bozma seni de bırakırım! Bırakamam mı diyorsun? Bal gibi de bırakırım. Tamam tamam, haklısın. En fazla evde bırakırım. E ucunda ölüm yok ya! Amaan ölüm mölüm, neler diyorum ben? Tövbeler olsun! Unut gitsin iyisi mi bey, hiç söylenmemiş say!

Ay sallanıp durma gıcırdayan sandalye gibi karşımda. Ne diyeceğimi unutuyorum sonra. Susa susa unutur mu insan? Sustukça yutar mı kelimeleri? Hatırladın mı bu dizeleri? Nerdee? Kaçırma gözlerini de dinle! Niye unutmasın? Unutur da yutar da kadın kısmı değil mi? Sonra da şiire döker içini benim gibi. Türkülerle dertleşir. Senin sanat müziğin, Müzeyyen’in vardı tabii. Allah’ın her günü hayalet gibi dolaşırdı evde. Bana onun adıyla seslenirken, gizli gizli ağlarken lanetli gölgesi de bizimle gezerdi. Dertleştiğin duvarların adı bile Müzeyyen’di. Müzeyyen diye duvar mı olur? Görülmüş şey mi be adam! Çocuklar büyürken de sustun, yuvadan uçarken de. Ben miydim bunun suçlusu? Müzeyyen’e ben mi dedim gidip kendini köprüden at diye. Annenle baban sana layık bulmamış. Ne yapsaydım? Unutursun diye bekledim hep. “Bekledim de gelmedin. Hiç mi beni sevmedin?” İnsan sevdiğini alamazsa aldığını severmiş. Sen sevmedin. Çocukları da. Varsa yoksa Müzeyyen. Yemeklerden önce, gece tok karnına. Bilmem kaç doz Müzeyyen. Kimseye etmem şikâyet eşliğinde bir kuple Müzeyyen. Yeter yahu! Şimdi de belertme gözünü bana, sinirlerim zıplıyor. Hem, de bakayım bana, ne işi var elin karısının evimizde? Şuna bak! İnsan azmanı! Elinde tepsi, fingidi fingidi dolanıp duruyor. Yanındaki kılkuyruk da giymiş beyaz önlüğü, kendi hanesi gibi dolaşıyor ayakkabısıyla içeride. Her gün adamlar geziniyor odalarda. Olmaz ki canım. Çocuklara diyeyim çıkartsınlar şunları. Ben öyle kalabalık filan istemem. Gördükçe cinlerim enseme çıkıyor. Kefen giymişler sanki. Beyaz kelebeklere dönmüşler. “Ah kalbim! Ben senden çok çektim.” Kime diyorum be adam! Bir kusur mu işledim? Yemeğini, ütünü, temizliğini mi eksik ettim? Neyi yerine getirmedim? 

Hiç boşuna suçlama şimdi beni. Peşimden gelirsin diye kapıyı çekip çıktım. Anahtarın yok muydu? İlâhi Necip Bey! Yedeği sendeydi işte. Nerede miydi? O kadarını bilemem. Kapıyı çekip çıktım ben. Beni sahilde kaç saat beklettin. Balık ekmek yiyecektik. Müzeyyen gelemezdi oraya nasıl olsa. Şöyle baş başa denizin yosun kokusunu içimize çekeriz dediydik hani. Demedin mi? Dur şimdi kafamı karıştırma! Müzeyyen içerideydi sen dışarıda yoksa sen içerideydin de Müzeyyen mi kilitli kaldı dışarıda? Hay Allah!

Ne diyor gazetede? Yangın mı çıkmış? Aman aman evlerden ırak. Korkarım tabii. Sen korkmaz mısın? Bak ne diyeceğim bu misafirlik uzamadı mı? Gidelim, çocuklarda kalalım. Hangisi mi? Canım şey yok mu? Hani büyük olan. Biz evlendik diye aradıydı ya hani. Aramadı mı? Aramadan duramaz ki oğlum. Düşkündü bize. Gene düşkün de işleri var işte. Ne işi mi? Sen ne bileceksin? Başını kaşıyacak vakti yok kuzumun. El öpmeye bile gelemediler. Belki de Müzeyyen’in hayaleti korkutmuştur. Ne zillidir o. Niye kızmayacakmışım. Bal gibi kızarım işte. Sen anca öyle boş boş bak. Başçavuşun beygiri konuşuyor burada. Kahveyi de içmemişsin. Duru mu olmuş yoksa?

“Münevver Teyze ilaç saatin! Bu sefer nazlanmadan içiver hadi!”

“Ne ilacıymış o? Beni mi zehirleyeceksin mendebur kadın?”

“Aşkolsun bak kırıl…”

“Bana ne? Git evimizden! Bu adamları da götür!”

“Kimleri? Hasta bakıcıları mı?”

“Yahu sen de paylasana bey şu aşüfteyi!”

“Aaa çok ayıp ama! Hem unuttun mu? O Durmuş Amca,”

“Yalancı pislik seni! Çabuk söyle Müzeyyen mi gönderdi seni?”

“Hayır, doktor bey,”

“Geldin huzurumuzu kaçırdın. Adama kahvesini bile içirtmedin,”

“Kahve mi? Getir bakayım onu? Iıııy! Deterjan kokuyor bu. İçirmedim de,”

“Sen ne anlarsın kahvenin hasından tadili erkânsız yelloz! Terliği kafana yemeden defol git buradan! Heeey! Ne yapıyorsun? Dur! Alma! Bıraksana fincanı!”

“…”

“Doktor bey! Yedi numaradaki Münevver Teyze yine saldırgan davrandı bana. Üstelik ilaçlarını almayı da reddetti. Burayı hâlâ evi zannediyor,”

“Tamam ben hallederim. Order’ını değiştireceğim zaten,”

“…”

“Nasıl korkuttum kadını gördün mü bey?”

“…”

“Dikkat dikkat! Ziyaret saatimiz başlamıştır. Ziyaret kurallarına uymanız önemle rica olunur!”

“Annee!”

“…”

“Tanımadın mı beni?”

“Sen de kimsin? Ne işin var evimizde?”

“Evimizde mi? Unuttun mu evimiz yandı ya!”

“Na… Nasıl yandı? Ne demek yandı? Babana sor bakalım yanmış mı? İşte yüzü burda,”

“Allah’ım ben ne yapacağım!”

Münevver, kızının ne kadar üzüldüğünü keşke görebilseydi. Yahut benim size içimi dökmekten daha fazlası elimden gelebilseydi. Kaderi kara yazgılı biçare, ellerini başına götürdü. Yüzü umutsuzca gerildi, omuzları düştü. Derin bir nefes alıp yaşlı kadının çorak tarlayı andıran yüzünde feri çekilmiş iki küçük gölete benzeyen yeşil gözlerine döndü.

“Anneciğim o adam babam değil. Bakımevinde kalan hastalardan biri,”

“Yalancı seni! Defol git!”

“Tamam gideceğim ama önce dinle! Yalvarırım dinle! Bu adam babam değil. Benim babam iki sene önce öldü,”

“Hayıır! İmdaaat! Yardım ediiin! Komşulaaar çıkarın şu kadını evimdeeen!”

Münevver yine yaptı yapacağını. Genç kadın dalgalara karşı kulaç atmanın yılgınlığı içinde başını iki yana salladı. Ruhunu sıkan mengeneden kaçarcasına oradan uzaklaşmak istedi. O anda gök galeyana geldi. Esti, gürledi. Gözünden yağan damlaları elinin ucuyla sildi. Deri montunun kapüşonunu başına geçirdi. Çantasını omzuna taktı ve çıkış kapısına yöneldi. Zihnini bulutlar sarmış Münevver ise ocağın üstündeki yemeğin altını söndürmeden kapıyı kilitlediğini, kocasını içeride bıraktığını hatırlayamadan kızı Müzeyyen’in ardından boş gözlerle bakakaldı.

Editör: Hatice Akalın

Elmas Tunç
Latest posts by Elmas Tunç (see all)
Visited 15 times, 1 visit(s) today
Close