Yazar: 19:50 İnceleme, Kitap İncelemesi

Bir Kendilik Hikâyesi: Kara Kitap

Efsunu kendinden bir kitap. Yazardan habersiz zihninde aniden belirivermiş hissi veren, büyürken yazarını büyüten, karakterlerin aralarında kulaktan kulağa/bölümden bölüme aktarılan sırlarla derinleşen kitap: Kara Kitap.

“Aşklarının aynı nişanından kızın da sol memesinin altında varmış”[1] Bu cümlenin sırlı bir aşkı barındırdığı gerçeğini kabul etmeden, bir hayal ürünü olduğu, böyle aşkları sadece destanlarda göreceğimizi, gerçekçi bir bakışla bunun sadece bir tesadüften ibaret olduğu düşüncesine kapılarak okunacak bir kitap olmadığını belirtmek isterim Kara Kitap’ın. Eğer aşkı aşk yapan şeyin; hiç kimseye, hiçbir şeye benzemeyen, bir görünüp bir kaybolan, adeta Alaattin’in sihirli lambasından aniden çıkıp umut saçan, bir anda Yunus peygamberin omzuna konup, balığın içinde günlerce saklanan yaramaz, efsunlu cücenin etkisi altında olduğuna inanıyorsak eğer; aynı yerden yaralı âşıkların olacağına da inanabiliriz. Buna ek olarak peşinizden gelecek olan; birkaç saniyeyle ceplerden çıkarılan ikiz çakmakların buluşması, farklı yıllarda aynı şehirde, aynı sokaklarda buluşmalar… Tüm bunlar, sizlere saçma ve olması sadece destanlarda, filmlerde mümkün görünüyorsa bu kitabın sırlarını size açması mümkün olmayacaktır.

İşaretler, Sırlar

Kitabın daha ilk sayfalarından itibaren kendini gösteren çok köşeli bir çerçevede; oradan oraya savrulur gibi bir hisse kapılacağınız okuma serüveniniz, birkaç bölüm okuduktan sonra bilmecelerle, işaretlerle, sırlarla dolu bir dünyaya dönüşüyor.

Dalgın, sanki başka bir âlemdeymiş gibi; sırlarını zihninin en derin kuytusuna gizlemiş karısını arayan Galip, bu yolculukta; şehrin sokaklarına, insan yüzlerine, vücudun belli yerlerine saklanmış izlere, sessizliklere saklanmış esrarı çözmek için Hurufilik’e temel olan eserlerin, Hallac-ı Mansur’un, Edgar Allan Poe’nun şifre formüllerinin yardımına başvurarak, kendi yüzündeki harflerin şifresini okumaya başlıyor. Sevdiği kadını ararken iç dünyasıyla, yüzündeki esrarla, şehrin daha önce fark etmediği gizleriyle ve anlamlarıyla karşılaşıyor.

Şu satırlarda, romandaki kurgusal bir kopukluktan bahsettiğimiz düşünülmesin; dallanıp budaklanan büyük bir çınarın ince damarlarında gezintiye çıkıyorsunuz sadece. Şehir işaretleri bölümünde “Çarşı iznine çıkmış erler, balık avlayanlar, vapura yetişmek için acele acele yürüyen çocuklu aileler görüyordu. Hepsi Galip’in çözmekte olduğu bu sırrın içinde yaşıyorlardı, ama farkında değillerdi.”[2] diyor. İnsanların ellerinin altında, gözlerinin önünde oynayan bu anlamlar diyarına kayıtsızlıklarına hayretle bakan Galip, romanın metafizik tarafını üstlenen rolüyle akılda kalıcı bir başkahraman olarak karşımızda çıkıyor. Hayatın tüm esrarını cellatların usturalarına saklanan şifrelerde, satranç taşlarının Türkçe anlamlarıyla yeniden yorumlanmasıyla oluşan bilgelikte arayan satırları okuduğunuzda, insana dair hiçbir duruma yabancılık hissetmeyeceğiniz bir anlatım buluyorsunuz.

Hafıza Bahçesi

İnsan zihninin karmaşıklığına bir de geçiciliğini eklemek lazım geldiğinde, dilimizde yerine geçebilecek bir sürü sözcük varken hafıza bahçesi ifadesini kullanan yazarın özgünlük arayışına düşmeden yakalayabildiği doğallığa rastlıyoruz. Hafıza bahçesinin incelikli taraflarını irdelemek, anlamaya çalışmak bizi hem kitaba hem de yazara yaklaştırabilir.

“Hafızanın bahçesi çoraklaşmaya başlayınca,” demişti o son akşamların birinde Celal, “insan elde kalan son ağaçların ve güllerin üzerine şefkatle titrer. Kuruyup gitmesinler diye, sabahtan akşama kadar onları sulayıp okşuyorum: Hatırlıyorum, hatırlıyorum ki unutmayayım!” [3]

Hafızanın insanla birlikte yaşlanan bu sıradan yönünü oldukça özgün, işlevsel, içinde capcanlı bir hikâyeyi de barındıran, sezilmesi zor bir hüzünle aktarışına bakacak olursak metaforik anlamlar silsilesinde, bahçe benzetmesinin belki de edebi bir metinde en çok yakıştığı, yerini bulduğu bir romanla karşı karşıyayız denebilir. “Bahçenin çoraklaşmasıyla beraber elde kalan son ağaçların” ilk dikilenler mi, daha genç olanlar mı olacağını ilk satırlarda anlayamayacağımız bir dünyanın içine girdikten sonra, yazarın sizi elinizden tutup gezdirdiği hafıza bahçesinde bazen ilk dikilen, fakat kökleriyle toprağına sımsıkı bağlı olması sebebiyle atlattığı fırtınalara rağmen ayakta kaldığını göreceğiniz-bazen şaşkınlık ve hayranlıkla karışık bir duyguyla-o ağaçların gölgesinde dinlenip, olgunlaşmış meyvelerinden yiyebileceğiniz cümlelerle örülü aykırılık, sizi daha romanın ilk bölümlerinden itibaren sarsarak etkili bir tanışma hikâyesi yaratıyor. Kuruyup gitmesinler diye sabahtan akşama kadar onları sulayıp, okşayan kahramanımız Celal’in gerileyen hafızasına acıklı bir bakış atıp, köşe yazarlığını sorgulamamanızı öneririm; zira ilerleyen bölümlerde, kalan birkaç izlek kırıntısının ona neler yazdırabileceğini gözler önüne serdiğine şahit olacaksınız.

Kara Kitap’ın “Öpüş” bölümünde tekrar kendini hatırlatacak olan hafızanın çoraklaşmış bahçesine bir de uykusuzluk hastalığı eklenince, unutma ve uykusuzluk üzerine müthiş bir analiz fırtınası karşımıza çıkıyor: “Bu iki hastalığın yan yana gelmesindeki korkunç yan, biriyle (uykusuzluk sonucu fazla zaman) ötekini (hafıza eksikleri) kapatacağınızı sanırken, tam tersi olmasıdır bunun: Uykusuzluk gecelerinde, tıpkı benim gibi, anılarını ihtiyardan öyle bir kaçıyormuş ki, bir türlü geçmeyen zamanın ve gecenin ortasında, kimliksiz, kişiliksiz, kokusuz, renksiz bir dünyada, o zamanlar yabancı dergilerden çeviri yazılarda sözü çok edilen Ay’ın öteki yüzünde” yapayalnız olduğunu sanıyormuş adam.” [4]

Melez Hareketler

Orhan Pamuk’un birçok romanında kültürel değişimin toplumsal hareketlere yansımasını defaatle görüyoruz fakat Kara Kitap’ın altıncı bölümünde “Bedii Usta’nın Evlatları” başlığıyla bizlere sunduğu, kitlesel değişimin insanların günlük hayatında edindiği yer oldukça ilgi çekici.

Bedii Usta’nın, modern yıkıcılığın görsel dünyası üzerindeki etkisine atıfta bulunduğu, içinde hem edebi zenginlik bakımından hem de yaratıcı zekâsını sunmaktan geri durmadığı kelime oyunlarına rastladığımız “saflığını kaybetmiş melez hareketler” tamlamasının üzerinde durulmayı hak ettiğini söylemeliyim. Melez hareketlerin yıllarca etkisinden kurtulamayışımızın hepimizi soktuğu kimlik bunalımına ilerleyen sayfalarda karşılaşacağımız “Kendim Olmalıyım” bölümüne aslında burada giriş yaptığını, biraz daha ileri giderek romancının kitabı zihninde bütün olarak gördüğünü, kafasında yazılıp bitirilmiş bir kitabı sayfalara döktüğünü görebiliriz. Edebiyatın sandığımızın ötesinde bir can taşıdığını, nefes aldığını, aramızda gezindiğini, aklımızın bir yerlerinde sürekli kımıldadığını bize hatırlatan bu yönüyle de romanın bütüncül başarısının işaretlerini de hissettiğimiz Kara Kitap Türk edebiyatına sunulmuş bir hediye niteliğini taşıyor. “Babası o yıllarda, bir milletin ‘hayat tarzını’ tarihini, teknolojisini, kültürünü, sanat ve edebiyatını değiştirebileceğini anlarmış; ama jestlerini değiştirebileceğine asla ihtimal vermezmiş.”[5] Çocukluktan kalma bir oyun yarattığı hissini veren bu ifadelerin, fikir dünyamızı zenginleştiren, ayrıntılarda saklanan gerçeklerin tuttuğu aynayı görmemizi hedefleyen cesur yapısıyla karşılaşıyorsunuz. Bilgelik dolu cümlelerine “babam insanımızın bir gün başkalarını taklit etmeyecek kadar mutlu olabileceğinden umudu kesmedi hiç!”[6] ifadelerinin eklendiği, kendi yolunda ilerleyen bir romana tanıklık ediyorsunuz!

Eşyaların ruhumuzun birer uzantısı olduğu, tek bir kelimenin şiiri şahlandıran tarafıyla; muhtevasındaki tüm anlamı içinize çekebildiğiniz, hayalle gerçeği birbirinden ayıramadığınız ve buna gerek duymadığınız, yüzlerdeki anlamı okumak için harflere ihtiyaç duymadığınız zamanlara duyulan hasreti oldukça etkileyici bir üslup ve kederli bir özlemle aktaran Kara Kitap; size zevkli ve düşünceli bir zaman yolculuğunun da kapılarını açıyor.

Yazarlık Dersleri

Muzip, içe dönük, kendi ahlak değerlerine sadık tavrıyla dikkat çeken köşe yazarı Celal’in kılığına giren yazar, ülkemizin ileri gelen üç yazarının cümlelerine sızıyor; içinde ince anlamlar barındıran birkaç yazı dersi veriyor bizlere.

29.A: Ölüm yazısını rahmetle başlayıp, ölüye hakaretle bitirme. 31.C: ‘Sonra’ kelimesi zaten sanatı bilmeyen acemi yazarlar içindir. 40.A: Üç büyük tema, tabii ki ölüm, aşk, ve müziktir. 49.A: Sokağa çık, yüzlere bak, işte sana bir konu.18.C: Okuyucu kedi gibi nankördür. 19.B: Akıllı bir hayvan olan kedi nankör değildir; yalnızca köpekleri seven yazarlara güvenilmeyeceğini bilir. 51.A: Bütün dünyanın bize düşman olduğunu unutma. 59.C: Sırrın aşktır unutma. Aşktır anahtar kelime. 61.A: Aşktır, aşktır, aşktır, aşk!64.B: Eski otobüsleri, çalakalem yazılmış kitapları, sabredenleri ve anlayanlar kadar anlamayanları da unutma.[7]

Böylece üç önemli kalemin birbirlerine yaptığı iğnelemeler de dahil olmak üzere, yazıyla ilgilenen okura bambaşka ufuklar açması yönüyle “Üç Silahşörler” adını verdiği bu bölüm, Türk edebiyatında unutulmayacak edebi satırlar arasına girmeyi hak ediyor.

Mesnevi’ye yaptığı esrarengiz ve cesurca göndermeleri hemen hemen her bölümde bulacağımız romanın bahsettiğim bu bölümünde ise, “62.B: İntihalden de korkma; çünkü bizim kıt kanaat okumamızın ve yazmamızın bütün sırrı, bütün sırrımız tasavvufi aynamızda gizlidir. Mevlana’nın Ressamlar Yarışması hikâyesini bilir misin? O da hikâyeyi başkalarından almıştır. Ama kendisi…(Bilirim, efendim, demiştim.)” Celal’e verilen bu kısa dersin etkilerini ilerleyen sayfalarda, “Esrarlı Resimler” başlığıyla, Mevlana’nın da başkasından esinlenerek yazdığı iddia edilen hikâyeden yaptığı intihale aldırmadan, hatta bunu bir görev bilinciyle yaparak, içinde; hayata, insan yüzlerine, hayal gücünün esrarlı keşfine göndermeler yaptığı müthiş bir hikâyeyle cevap veriyor.

Postmodern Bir Sevme/ Terk Etme Hikâyesi Olarak Kara Kitap

Attila İlhan bir şiirinde, sevmek kimi zaman rezilce korkuludur, der. Sevginin ruhunuzda açtığı melun derinlikte bazen korkuyla kaybolduğunuzu, ürperdiğinizi hissedersiniz. Sevginizin büyüklüğü ölçüsünde ayaklarınızın bağlarından özgürleşmesi ne kadar uzun sürerse, o kadar nefessiz kalırsınız. “Bak Kim Geldi” isimli bölümde, romanımızın acıklı kahramanı Galip’in hikâyesini, sevgisinin korkutan büyüklüğünü, rezalete dönüşmeye ramak kalan öfkesini açıkça okuduğumuz ifadeler oldukça akılda kalıcı. “Gözlerini kısıp uzaktaki bir noktaya bakarken başka bir yere gittiğini, başka bir şey düşündüğünü anlayınca seni endişeyle severdim. Aklının içindekilerin bildiğim kadarını ve daha çok da bilmediğim kadarını korkuyla, korkuyla severdim, Allah’ım!”[8] Sevgisine eşlik eden terk edilme korkusunun zamanla büyüyüp gerçeğe dönüşmesi, Galip’i takıntılı, huzursuz, şüpheci bir yolculuğa sürüklüyor. Bu yolculuk çok yıpratıcı olsa da, yolda yürürken kendine kılavuz olarak seçtiği Celal’in yazılarını okurken kendi cümlelerini, kalbinin keşfini yapacağı ruhsal bir yüzleşmeyi de beraberinde getiriyor.

Sevgilinin ahu gözlerine duyulan aşkın, şiirleri süslediği edebi gösterişten, basit ve marazlı görüntülerde bulduğumuz güzelliklere sığındığımız edebiyat serüvenine giden yolculukta Galip’in Rüya’nın sıradan günlük davranışlarına duyduğu hayranlığı örnek gösterebiliriz. “Annenden alıp giydiğin askılı mayonun sırtında bıraktığı askı izlerini, sinirlendiğin zaman saçlarını dalgın dalgın çekiştirmeni, filtresiz sigara içerken ortanca ve başparmaklarınla dilinin ucundaki tütün parçasını yalayışını, film seyrederken ağzını açışını, kitap okurken elinin altındaki bir tabakta bulduğun leblebileri ve fındıkları farkında olmadan yiyişini, anahtarlarını kaybedişini, miyopluğunu kabul etmediğin gözlerini kısışını severdim.”[9] Galip’in sevdiği bu küçük ayrıntıların içine saklanmış olan Rüya’nın karakter özelliklerini tek tek irdelemek yazarın esrarlı anlatımını bir defa daha hatırlamak açısından okura zevk verebilir.

Anneden alınan mayonun izleri; Rüya’nın annesinden aldığı kadınsı izleri, öfkesini dalgınlıkla saçlarından çıkaran Rüya’nın romanın başka bölümlerinde de yer verildiği üzere dalgınlığına yapılan bu gönderme bize dalgın, düşünceli, anlaşılmaya dair bir ümidi kalmayan ev kadınını resmediyor. Farkında olmadan leblebileri ağzına götüren, anahtarları kaybeden unutkan ve dalgın roman kahramanının, Rüya’nın aklında ne vardı? Uzun bir terk etme, kaybolma planı mı? Yoksa sadece kendi içine dönen bakışlarından kaçamadığı gözün takibinden mi sıkılmıştı? Âşık mıydı? Bıkmış mıydı? Kendini mi buluyordu? Yoksa kaybediyor muydu? Tüm bunların içinden bir cevap seçebilir ya da yepyeni bir cevapla da kitabın içinde gezinme özgürlüğünün tadını çıkarabilirsiniz, bu yönüyle; yazarın usta kalemine can veren dilin, Türkçe olması bakımından kendimizi şanslı görüyoruz.

Kendin Olmak

“Kendiniz olmakta güçlük çekiyor musunuz?” diye sormuştu Celal kitabın on altıncı bölümünde; alınganlıklarıyla kendisini hiç de etkilemeyen berberin saçlarını tıraş ettiği bir günde. İçinde belli zaman dilimlerinde ‘kendim olmalıyım, kendim olmalıyım, kendim olmalıyım…” diye kendisini hatırlatan o sesin etkisine girmiş; en son kendini kaybettiği yeri arıyordu.

Celal’in kendini bulduğu, deneysel arayışının sonlandığı yer hepimizi düşündürmeye, şaşırtmaya, kendi içimize dönmeye ve sorgulamaya doğru götürüyor: “Gece yarısı bütün kalabalıktan ve onların cuma vaazını veren imamın, öğretmenlerin, halamın, babamın, amcamın, politikacıların, hepsinin ‘hayat’ diyerek içine gömülmemi, gömülmemizi istedikleri o iğrenç kargaşanın çamurundan uzakta oturmakta ne kadar memnun olduğumu o zaman sezdim! Onların tatsız ve yavan masallarının değil de, kendi hayallerimin bahçesinde gezinmekten öyle memnundum ki, koltuktan sehpaya doğru uzanan bacaklarıma, zavallı ayaklarıma bile sevgiyle bakıyor, dumanını tavana üflediğim sigarayı ağzıma götürüp getiren çirkin elimi bile hoşgörüyle süzüyordum. Kırk yılın tekinde kendim olabilmiştim.”[10]  Celal’i bir resim çerçevesinde görsek ve onu genel kanıyla yorumlamaya kalkışsak; sigarasının dumanını hüzünle havaya bırakan, yalnız, yaşlanmaya yüz tutmuş uzuvlarına acıyarak bakan bir adam olarak tasvirini yapardık. Fakat Pamuk’un kahramanını, kendi olmaktan alıkoyan tüm gözlerden, değerlerden, hayallerine ket vurma olasılığı taşıyan her türlü ‘hayat’ belirtisinden uzakta, seçilmiş bir yalnızlıkta yaşatması; iç sesine, iç sesimize, öz benliğimize işaret ediyor.

 “Kendim Olmak” bölümünün genel tavrına baktığımızda tüm kendi olamamışların, bunun sancısını ince ince çekenlerin anlayabileceği bir hüzün duygusu var. Bu hüzne eşlik eden sitem dolu ifadeleri ise Celal’i okura yaklaştırıyor, okurla arasında sıcak bir bağ kuruyor: “Evet, berber efendi!” diyordum kendi kendime, “İnsanın kendi kendisi olmasına bir türlü izin vermezler, insanı bırakmazlar kendisi olsun diye, hiçbir zaman bırakmazlar.”[11]  Kitabın Şehir İşaretleri bölümünde yine bambaşka bir sitem görüyoruz: “Herkes artık kendisi gibi olsun ve kimsenin de hikâye anlatmasına gerek kalmasın.” [12] Çizdiği karamsar tabloya bakıp, kendimiz olmak adına ümitsizliğe düşmemize daha fazla dayanamayan yazar son cümlesiyle ise okurun dikkatini çekiyor: “Uzun bir günün, hatta akşamın ardından insanın yalnız başına kalıp, kendi koltuğuna oturup kendisi olabilmesi, yıllar süren uzun ve maceralı bir yolculuktan sonra yolcunun kendi evine dönmesine benziyor.”[13] Kendi olamadığı için, buna ek olarak kalıplara uyarak da yaşayamadığı için karşılaştığı güçlükleri benzettiği zorlu yolculuk hepimizin hayatından günlük hikâyeler barındırıyor aslında. Karşısında gerçek düşüncelerimizi söyleyemediğimiz patronlarımızı, sokakta gördüğümüz güzel bir kadına edemediğimiz iltifatı, kutsiyet atfedilen her türlü görevin altında isteksizce ezilişimizi… Yazarın büyük başarılarından biri de bu; hem çok tanıdık gelen, hem de gün yüzüne çıkarmaya cesaret edemediğimiz duyguları çekip çıkaran bir el olması.

“Şehir İşaretleri” bölümünde kendine yabancılaşmış insan manzaraları çiziyor Pamuk. Bu görüntülere hayret ve öfkeyle bakan Galip, bir ara onların bu gerçeküstü hallerine özlem duyuyor. Hayata kendilerini asla dinlemeden devam edebilme becerilerine neredeyse gıpta ediyor. Kendilerini çağıran bu düzenbaz, yapay dünyaya rahatlıkla bırakabilmelerini şaşkınlıkla karşılıyor. “Sinemadan çıkan insanların yüzünde bir hikâyeye gırtlaklarına kadar gömülebildikleri için kendi mutsuzluklarını unutan insanların huzuru vardı.”[14] 

Anılar Bırakarak

Çocukluk aşklarımızın, kaybolduğumuz şehirlerin, toplumsal değişimlerin, güncel dünyanın nesnelerine sıkışan mahlûkatın, kültürden, cinsiyetten, her türlü elbiseden sıyrılmış insan türünün yalın yüzünü cesurca gözler önüne seren Kara Kitap, okundukça kendini açan, insanın karanlık, derin bilincine nüfuz eden yönüyle edebiyatımızda bambaşka bir yerde; okunmayı, içselleştirilmeyi, değerlendirilmeyi, kendi insanıyla, mekânıyla özdeşleşmeyi bekliyor.

İnsanların okuyacağı kitapları seçtiğine değil de, kitapların okumasını istediği insanları seçtiğine inanmaya zorlayan bu esrarlı romanın beni uzun bir yolculuğa çıkardığını söyleyebilirim. Bu yolculukta; tanıştığım kayıp insanları, kalabalık şehirlerin yalnızlığını, yazarların katillerden devşirme hikâyelerini, yüzlerdeki harflerin esrarını, hayatı boyunca tek bir kadını yürekten sevmenin insan ruhundaki ağırlığını, bir kadının ortadan kaybolmasına engel olamayan o derin, büyük sevgiyi, bir erkeğin telaşlandıran gözyaşlarını, vücutlarının aynı yerinde iz taşıyan, sırlı aşkın mağdurlarını… Unutmayacağım.


[1] Orhan, Pamuk, Kara Kitap, YKY, 2018, İstanbul, s. 152.

[2] Orhan, Pamuk, a.g.e., s. 195.

[3] Orhan, Pamuk, a.g.e., s. 27.

[4]  Orhan, Pamuk, a.g.e., s. 123.

[5] Orhan, Pamuk, a.g.e., s. 63.

[6] Orhan, Pamuk, a.g.e., s. 65.

[7] Orhan, Pamuk, a.g.e., s. 84-85.

[8] Orhan, Pamuk, a.g.e., s. 133.

[9] Orhan, Pamuk, a.g.e., s. 132.

[10] Orhan, Pamuk, a.g.e., s. 165.

[11] Orhan, Pamuk, a.g.e., s. 168.

[12]Orhan, Pamuk, a.g.e., s. 193.

[13]Orhan, Pamuk, a.g.e., s. 168.

[14]Orhan, Pamuk, a.g.e., s. 203.

Editör: Hatice Akalın

Sümeyra Uğur
Latest posts by Sümeyra Uğur (see all)
Visited 35 times, 1 visit(s) today
Close