Yazar: 15:08 İnceleme, Kitap İncelemesi

Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde/Unutulmaz Bir İlk Kitap

Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde’yi ilk okuyuşumun üzerinden iki yıl geçti. İncelemesini yazmak için kitabı tekrar elime aldığımda, on dört öykünün her birinin ilk cümlesini okuduktan sonra bütün olaylar inci gibi dizildi hafızamda. Okuduğum her kitabı böyle hatırlayamadığımı bildiğimden, bu eksiksiz hatırlayışın sebebini biraz ölçüp biçtim kendimce. Aklıma gelen ilk sebep ölüm gibi, bir yerlerde her gün birilerinin başına gelen fakat öldükçe sıradanlaşmayıp daha da sarsıcı olan bir konunun sıkça işleniyor oluşu geldi. “Çok Sıkılır Arkadaşı Ölen Çocuklar” adlı ilk öyküde arkadaşının ölümüyle, birden bire ortadan yok olma halini anlamlandırmaya çalışan bir çocuktan bahsediliyor. Yere göğe sinen Marlbora kokusu, dokunulan her şeyde hissedilen o ucuzluk ve plastiklik hissi, alt sokakta işletilen kerhane, bir eve toplaşıp şeker ve limondan ağda yapan beyaz tenli tombul teyzeler, ağdaya eşlik eden bangır bangır Ferdi şarkıları 90’lı yılların mahalle panaromasını çizerken iki küçük çocuğun o yıllardaki arkadaşlığının neye benzediğini de hatırlatıyor okura. Arkadaşı onu bırakıp gitti diye biraz buruk biraz kızgın olan bu çocuğun hikayesi benim içimi en çok çizen öykülerden biri. 

“Kimi Sevse Gülderen” yine ölüm üzerine fakat bu kez birinin ölümünün, diğerlerinin hayatlarında nelere yol açabileceği ile ilgili iç burkan bir öykü. Tır şoförü olan babası yoldan gelsin de Gülderen’e hediyeler getirsin; getirmişken başını okşasın, gözüne baksın, onu sevsin diye beklerken birden cenazesi gelir eve. O günden sonra da başka erkekler onu sevsin diye bekler Gülderen. Hayatı beklemekle geçer ama bilmez ki sevilmeyi bekleyenin çilesi dolmaz. Lisedeki flörtü, mahalle berberinin çırağı, kendisinden bilmem kaç yaş büyük evli patronu, işleri bitince öylece bırakıverirler Gülderen’i, oynamaktan sıkıldıkları bir oyuncak gibi. Sevilmeyi beklemek gökyüzüne merdiven dayayıp bir gün ulaşmayı ummak gibidir ama insan sevilmeyince umuyor işte Gülderen gibi.

Öykülerin her birinin böyle akılda kalıcı olmasının bir diğer sebebini de hayatın çok içinden ve gerçekçi oluşlarına bağlıyorum. Dokunaklı her hikayede biraz mizah görmek sanırım hikayeleri gerçek hayata biraz daha yaklaştırıyor. Ayrıldığı kız arkadaşıyla tekrar bir buluşma ayarlayan ve barışma ümidi taşıyan gencin birden midesinin yumruk yemiş gibi kasılmasını, bağırsaklarının el ele tutuşup halaya durmasını ve gözünü alamadığı o bembeyaz gerdana kusmasını da sevdaya dahil edebiliriz sanırım. Aşk acısı çeken insanlar da hastalanabilir ve biz genellikle bir ayrılık veya barışma konuşmasında kusmaya, bayılmaya değil de ağlamaya ve romantik cümleler okumaya aşinayızdır.

“Hayatta en çok sevdiğim kadının bembeyaz elbisesiyle bembeyaz gerdanına, Rönesans resimlerindeki iblisler gibi kusuyordum ama kendime engel olmak bir yana kıpırdayamıyordum bile.”

Yazarın yalın fakat vurucu üslubu her öykünün ince ince işlendiğini, olabildiğince sadeleştirilip kaliteli bir öz haline getirildiğini hissettiriyor. “Her Kanser Erken Ölümdür ” öyküsünde, kocasının kendisini aldattığını öğrenen kadın, boşanmadan önce her türlü maddi zararı verebilmek adına önce özel bir hastanede check up yaptırıp sonra en lüzumsuzundan bir alışverişe çıkmayı planlar fakat hepimizin malumu, hayatın her zaman bizimkinden daha geçerli bir planı vardır. Öylesine yaptırdığı tetkiklerde memesinde kötü huylu bir tümör olduğunu öğrenen kadının, doktor kendisine kötü haberi verirken içinden geçirdiği monoloğa şahit oluruz. Bu birkaç sayfalık monologda üzüntüsünü gözyaşı ve kederle değil; doktorun dış görünüşüne, hitabına, yaklaşımına, kaçan çorabına, çok beğendiği memesini vermek istemeyişine öfke olarak okuruz. Masanın üzerindeki eşantiyon kalemleri istese doktordan mesela, aman ne gerek var acımış da vermiş gibi olmasın diye vazgeçer. Kaçan çorabı en azından siyah değil diye teselli bulur. Hastalığını ve ölümü önemsizleştirmeye çalışır ki bu tepki de en az bir insanın ağlaması kadar yürek burkar.

“Sahi, buradan çıkışta da derneğe gidecektim ölmeseydim. Her ölüm erken ölümdür, biliyorum doktor.”

Bahsettiğim yalınlık, bu kısa alıntıdan anlaşılabilir sanırım. İnsan birden ölüvermese aslında tamamlanacak ne çok işi var. Çocukları büyütmek lazım mesela, beğenilen bir çanta için para biriktirmek, kırılan saçları azıcık kestirmek, daha büyük bir eve çıkmak, çok beğendiği çay takımını almak, akşama yemek yapmak, arkadaşlarla buluşmaya gitmek, aidatı yatırmak…  Mahir Ünsal, bunlar yerine “Sahi, buradan çıkışta da derneğe gidecektim ölmeseydim. Her ölüm erken ölümdür, biliyorum doktor,” demiş ve bu yarım kalmışlığı kısacık bir cümleyle çok daha vurucu bir şekilde okura aktarmış.

“Mektup Yazacak Gün” 35 yaşında ve yalnız yaşayan bir adamın bu yaşa kadar eve hırsız girecek korkusuyla yaşamasını konu alıyor. Eski sevgilisine on iki sayfa mektup yazıp zarfa koyduğu gece eve hırsızın gireceği tutunca bir tomar para diye mektubu alıp gidiyor hırsız. Üstüne bir de sokakta zarfı açıp para olmadığını fark edip fırlatıp atınca elden ele dolaşan mektupla mahalledekilerin ağzına sakız oluyor genç adamın ümitsiz aşkı. İşin tek iyi yanı, bir eve üst üste iki gece hırsız girmeyeceğine güvenerek ilk kez huzurlu bir uykuya dalıyor adam. İnsanlar korkularını istemeden de olsa ısrarla çağırıyor olabilir mi?

“Hep Klinsman Yüzünden” isimli öyküde, yine çocuklukta yaşanan bir kayıp konu ediliyor. Söz gelimi bir yetişkinin başına bir şey geldiğinde nasıl tepki vereceği tahmin edilebilirdir. Mesela bir ölüm karşısında ağlayabilir veya daha dirayetli olmayı seçebilir. Aşağı yukarı öğrenilmiş ve beklenilen tepkilerdir bunlar. Fakat bir çocuğun yaşadığı bir acı veya kayıp sonrası verdiği tepki çok daha spesifik ve katıksızdır. Bu anlamda bir çocuğun gözünden bakabilmek, belki de çocukluğundaki bir acıyı zihne çağırabilmek zordur gibi geliyor bana. Yazar her öyküsünde bu işin üstesinden alnının akıyla çıkıyor.

“Evlenmeyi Boşanmaktan Daha Çok Seviyorum” diye bir öykü var ki boşanmayı bu kadar olaysız ve düz anlatan az hikaye vardır diye düşündürtüyor. Bu düzlüğün insanın içini örseleyen bir yanı var. Belki de kavgalı gürültülü ayrılıklarda yaşanan çekişmeden insanın üzülmeye vakit bulamamasıyla ilgisi olabilir, bilemiyorum. “Anlaşamamışlar, ayrılmışlar,” cümlesinde basitçe söylenen iki sözcüğün, iki insan için uzun yıllara tekabül ettiğini ve bir gün bir yerden çıkıp ilk kez aynı değil de ayrı yönlere giderken yuvadan düşmüş sersem bir kuş gibi yalpaladıklarını okuyacağınız etkileyici bir öykü.

Beni en çok sarsan “Kadınlar Hep olmadık Zamanlarda ” isimli öykü oldu. Çocukluğunda çok sevdiği babaannesini, ilk gençliğinde babasını, askerdeyken annesini kaybeden; ölümüne sevdiği kadından ayrılan bir adamın acıklı hikayesini okurken birden bire o adamın, küçücük kızı için yoğun bakım kapısında beklediğini fark ediyorsunuz. Altını en çok çizdiğim, kalbimi de en çok çizen öykü bu oldu, anne oluşumun bunda payı var mıydı bilemiyorum ama insanı alıp duvara çarpan cinsten bir sondu.

“Hayat boşluk kaldırmıyordu çünkü, boş bıraktığın yeri gelip kendi dolduruyordu.”

“Çok kısa sürdü beni kendine çekmesi, aradı, buldu, göründü. Gözüne göründüğünün aklından çıkmayacak kadar güzel bir tadı olduğunu biliyordu çünkü.”

“Çok sevdim onu ben, içim yırtılırcasına sevdim.”

“Kimseye ait olamamış insanlardık çünkü biz. En yakınlarını nemli çukurlara ya da çok uzaklara erken saklamış, sevgisizlikten ve sürekli birilerinin gitmesinden korkup kimseyi sevemeyişimizle perişan olmuş zavallılardık.”

Bizim memlekette, devlet dairelerinde derdini anlatamamak, anlatabildiğinde de artık çok geç olması alışılmadık şey değildir. “Vakitlice Gelmeyen Çiş” bu durumun insanın başına neler açabileceğini okuduğumuz çarpıcı bir öykü. Son olarak iç içe geçmiş üç kurgunun en sonda bir araya toplandığı “Biraz Uzunca Bir Diyet Hikayesi ” isimli farklı bir tür öyküyle sonlanıyor kitap.

Mahir Ünsal Eriş, ilk kitabı olmasına rağmen büyük küçük her yaştan insanın içine başka bir gözle alışıldık olandan farklı bir yerden bakarak ustalıkla yazmış öykülerini. Bu “bakabilme” yetisi de yazmak konusundaki yetkinliğini ispatlamış Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde ile.

Kalemi durmasın dilediklerimizden…

Editör: Elif Türkoğlu

Visited 14 times, 1 visit(s) today
Close