Yazar: 11:11 Röportaj

Murat Ercan ile Söyleşi

Murat Bey, öncelikle merhabalar. Bugün sizinle öykü kitabınız ve edebiyata bakışınıza dair bir söyleşi gerçekleştireceğiz. Kitabınız Kemik Kokusu, çiçeği burnunda bir öykü kitabı olarak yakın zamanda okuruyla buluştu. Sizi tebrik ediyoruz. Sumru Yayınevi’nden çıkan ilk kitabınız, içinde insana dair birçok şey barındırıyor. Özellikle dikkat çeken yanlarından biri de sayfa sayısına oranla içinde çok sayıda öykü barındırması. Bu sayede birçok meseleye farklı açılardan bakıldığını ve içeriğin katmerlendiğini görebiliyoruz. Bu söyleşimde size, sorulması beklenenlerden ziyade okurken merak ettiklerimi sormak istiyorum.

Kapak resminde, yakından çekilmiş çürük bir portakal var. Turuncu isimli öyküde de babasının cenazesine elinde bir poşet portakalla giden ve oradaki insanların davranışlarını gözlemleyen bir genci okuyoruz. Çürük portakal, aramızdaki çürüklere bir gönderme imgesi midir?

Kapak resminin oluşumuna temel oluşturan öykü Turuncu’ydu. Ölüm, yaşam ve arasındaki geçişi ifade etmek adına öyküden de yola çıkarak çürümeye yüz tutmuş bir portakal imgelemi kullanmaya karar verdik. Bu, editörümün, kapak tasarımcımızın ve benim ortak karar verdiğimiz bir düzenleme oldu. Çürümenin üç aşamasını, renk tonlarıyla aktarmaya çalıştık. Dönüşlerin genelde beğeni şeklinde olması insanı mutlu kılıyor tabii. Diğer taraftan dediğiniz üzere, insanın ve fikirlerin çürümeye yüz tutmuş yanlarına dikkat çeken bir görsel de oldu. Özellikle içinden geçtiğimiz/içimizden geçen çağın kesif kokusunu da ifade ettiğini düşünüyorum. Bu anlamda kitabın genel havasını okura aktardığı ve ilgi çekici olduğu kanısındayım.

Öykülerinizin çoğunda, şarkılardan bahsediyorsunuz veya bir durumu ifade etmek için şarkı sözlerinden faydalanıyorsunuz. Hatta öykülerde geçen şarkıları dinleyebilmemiz için bir de karekod bulunuyor kitapta. Şarkıların hayatınızdaki yeri nedir? Yazma yolculuğunuza ne gibi etkileri var?

Her güne müzikle başlayan birinin, yazdıklarına bu durumun sirayet etmesi kadar normal bir şeyin daha olmadığını düşünüyorum. Zaten filmler, müzikler, kitaplar hayatın birer yansıması değil midir? O hâlde, birbiri içine geçmesi de son derece doğal sanırım. Bahsettiğim türlerin tamamında genel olarak insan hikâyeleri ve hâlleri anlatılmakta. Derdimizi türlü biçimde okuyucuya, dinleyiciye, izleyiciye sunuyoruz. Çıkış noktamız insan olduğundan bu durumun sarmal şekilde ilerlediği fikrindeyim. Birbirlerini besleyerek ilerlediklerinde ise daha kalbe dokunur yanları oluyor. En azından benim için durum böyle.

 Öyküleri yazarken ve yazım aşamasından sonraki okumalarda her metnin bir ritmi olduğunu fark ettim. Neden bunları bir liste hâlinde okura sunmayalım ki diye düşünürken, fikrimi editörümle paylaştım. Serbun Bey de duruma çok sıcak bakıp heyecanla yaklaşınca on sekiz şarkılık bir Spotify listesi oluşturduk. Kitabın arka kapağında bulunan karekodla bu listeye ulaşmak mümkün. Kahramanları melodileriyle keşfetmek keyifli olacaktır.

Öykülerin konusu oldukça çeşitli olmakla birlikte, aşk acısı, ayrılık, aldatma, terk edilme gibi duygusal ilişkilere dair yoğun bir anlatım göze çarpıyor. Bu bağlamda, insan en çok anlamaya çalıştığı şeyi anlatmak ister görüşü doğru bir yorum olabilir mi?

Muhakkak büyük payı var anlamanın ve anlaşılmanın. Bir önceki sorunuza verdiğim yanıtta da belirttiğim gibi, her öykünün çıkış noktası insan. İnsanlık hâllerini anlamak, anlamlandırmak, aktarmak bir ömre eş neredeyse. Anlam arayışıyla geçirdiğimiz yaşamın içinde aşk, ayrılık, aldatmak/aldatılmak, ölüm ve bin türlü hâl var. Yalnızca ben değil, okumayı tercih ettiğim yazar ve şairlerin de aynı konular etrafında dolandığını fark ediyorum. Benzer konular binlerce kez anlatılmıştır belki, fakat hepimizin merkez noktasının etrafında turladığını ve en fazla dairenin yarıçapı kadar yaklaşıp anlamlandırdığını düşünüyorum. Bunun sonu yok sanırım. Duyguyu, en fazla davranışlarla anlayıp aktarabiliyoruz. İnsanın da bin türlü duygusu olduğunu düşünecek olursak, anlamaya çalışarak aktarmak eylemi bir ömür sürecek gibi.

Kızıl Öfke, İçlenmeler Bir Gün İçimi, Anı Kesiği, Düş Bozgunu isimli öykülerde kadın karakterleri işliyorsunuz. Kadının hayal kırıklığını, öfkesini, acısını yazmak, o kadınlarla özdeşim kurmak bir erkek olarak sizin için zor oldu mu?

Erkek ağızlı ve erk yapılı öykülerin çoğunlukta olduğu, kadın yazarların bile genelde erkek kahramanlar tercih ettiği kitaplarına denk gelmiştim bir dönem. Üst üste okuyunca tam tersi kahramanlar yaratma isteği uyandı zihnimde. Bahsi geçen öykülerdeki kadınlar çok da yabancısı olmadığımız; annemiz, kız kardeşimiz, öğretmenimiz, yakın arkadaşımız aslında. Kendi yaşamımdan yola çıkacak olursam, aynı evde altı kadınla büyüyünce kadını anlamak ve kadın meselelerini ele almak bu anlamda çok da zorlamadı beni. Hatta büyük keyifle dile getirdim diyebilirim. Kadının hayal kırıklığı da öfkesi de sevinci de çekinmeden, özgürce, cesur bir dille, erkek bakış açısıyla söze gelmelidir.

Öyküleriniz, şiirsel bir dil ve akıcılıkla yazılmış. Bazılarına da sarkastik anlatım hakim. Sizin için bir öyküyü öykü yapan temel unsurlar nelerdir?

Düzyazıdan ziyade şiir okumamdan kaynaklanıyor sanırım. Kimi şairler ve şiirleri, bilgisayar başına geçip öykü yazmama vesile olmuştur. Sağlam şiirler, bir öykünün veya romanın sayfalarca anlatmaya çalıştığı duygu durumunu tek sayfada/birkaç dizede verebiliyor. Etkileyiciliği bu denli yüksek olan şiirleri okuyunca yazmak kaçınılmaz oluyor. Duygu yoğunluğu olan öykülerimde muhakkak şiirin etkisi vardır bu sebeple. Bunun yanında hicvi ve mizahı da çok seviyorum. Bazı karakterlerim çok eğlenceli mesela, içinde bulundukları düzene ve çevrelerindeki insanlara alaycılıkla yaklaşmayı biliyorlar. Duygusal yönü ağır basan öyküler beni de okuyucuyu da yorabilir düşüncesi beni zamanla sarkazma itti. Bundan çok memnunum açıkçası, ilerleyen zamanlarda bu eğlenceli ve iğneleyici dilin hakim olduğu öykülerden oluşan bir dosya hazırlamayı da çok isterim.

On sekiz öykü içerisinden sizde yeri ayrı olan, özel bir öykü var mı?

Sanırım çok düşünmeden İçlenmeler, Bir Gün İçimi diyebilirim. Hikâyenin kahramanı olan kadının evli olan Bay E. karakterinden vazgeçememesi fakat kuyruğu hep dik tutma çabasının vermiş olduğu bezginliği, aşık olduğu adamın evli olmasına rağmen hislerini korkusuzca dile getirmesi ama aynı zamanda ona boyun eğmek zorunda kalması, siyahı ve beyazı aynı anda yaşaması, bıçak sırtı duygularından bir an olsun kopmaması güçlü hissettiriyor. Aylin Balboa’nın bir dergiye yazdığı öykü serisinden etkilenerek yazmıştım. Çok severek takip ettiğim bir yazardan öykündüğüm için de ayrı severim bu öykümü. Dilerim okuyan herkeste aynı kuvvetli hisleri uyandırır.

Bulgaristan’dan zorunlu göçü ve Cumartesi Anneleri’ni anlattığınız oldukça politik öyküleriniz de var. Özellikle Tahta Bavul öyküsü eminim okuyanların içini sızlatacaktır. Yaşantımızın tamamının zaten politik olduğunu düşünen biri olarak yine de sormak istiyorum, politik olayların edebiyattaki yeri nedir?

Tahta Bavul, yazarken beni de sarsan ve okuyucusundan çok güzel dönüşler aldığım bir öykü oldu. Göç meselesi, her dönemin iç sızlatan bir başlığı oldu sanırım. Yaşantılarımızın izleri, ülkenin meseleleriyle çok alakalı elbette. Yola çıkış amacımız dert anlatmaksa eğer, politik söylemlerden uzak kalmak imkânsız olur. Yüzlerce kişi tarafından anlatıldı belki de bu meseleler fakat ne kadar anlatılırsa anlatılsın hep yarım, hep eksik kalıyormuş gibi geliyor. Evladından yıllarca haber alamayan bir annenin dramını da, göçle birlikte anılarını yitirmiş insanların da, sebepsiz yere öldürülmüş bir düşünce suçlusunun yarım kalmış hikâyesini de dilimizin döndüğünce anlatmamız gerekir, ancak onların yaşadığı kadarını asla hissettiremeyiz. Bu açıdan politik söylemi olan metinlerin bir derdi olması hasebiyle kıymet taşıdığı kanısındayım.

Yazma yolculuğunuzda sizi öyküye yönelten, yolunuza ışık tutan kişiler kimlerdir? Bu yolculuk öykülerle mi devam edecek yoksa okurlar sizden bir roman da beklesinler mi?

Öykü yazma sebebim, çok dolandırmadan derdimi bir çırpıda söyleme isteğim olsa gerek. Fakat yalnızca öykü yazarları değil, çok kıymetli ve çeşitli türde yazan insanlar bana yazma konusunda ışık tutmuştur. Sait Faik bunların başında gelir, lise yıllarımdan beri ders çalışır gibi okurum yazdıklarını. Aslı Erdoğan, Ayfer Tunç, Barış Bıçakçı, Sevim Burak, Mine Söğüt, Ferit Edgü, Sema Kaygusuz, Sevgi Soysal, Bilge Karasu aklıma ilk gelenler fakat liste böyle uzar gider.

Şu an öykü yazma konusunda gelişimimi izlemek istiyorum doğrusu. Diğer türlerde asla yazmam diye beylik laflar edemem, zamanın neler getireceğini hep birlikte göreceğiz.

Yanıtlarınız için teşekkürler. Okuru bol, kıymeti bilinen bir kitap olsun.

Ben teşekkür ederim güzel sorularınız ve nezaketiniz için. Sevgiler…

Röportaj: Ayşenur Kıvanç

Editör: Hatice Akalın

Visited 54 times, 1 visit(s) today
Close