Yazar: 17:59 Öykü

Mebundur Zaman, Dosttur Kahpe

Sinek kanadı çırpışına benzer bir ses işittim. Frenk işi köstekli saatime baktım. Zaman durmuştu. Gittiğim yerlerde vakti bilmenin kıymet-i harbiyesi yoktu zaten. İcadımı takdir edecek birilerini ararken maksadımın aksiyle kötek yedim. Yedi düvel diz çökecek diye ant içmiştim. Bu ihtiyar, bu hakir ne bilsin. Göklere çıkardım ilmimi sanırken ayağa türap oldum. Değme kâhinlere taş çıkaracak icadım ne menem bir gafil olduğumu aşikâr etmekten başka bir işe yaramadı. Ben bir yola agâh oldum ki Eflatun bilmez benim bildiklerimi sandım. “Edemez def sakınmağla kazayı kimse, bin sakınsan yine ön son olacak olsa gerek.”

İtfaiyeciler küplerle su taşıyordu. Aba hırkalı bir dervişin selamını aldım. Bir Venedik galyotu demirlemişti Eminönü’ne. Şimendifer acı bir ıslık çaldı. Bütün Konstantinapol’e duyuramadan ismimi, bu zahir dünyadan vazgeçtim. 1050 Muharrem’inin Aşure gecesi bu fakir her şeyden vazgeçti. Ardımda benden zerre iz kalsın istemem, lakin bu cürüm ile Rabb’in divanına çıkacaksam herkes nedamet getirdiğimi bilsin diye yazmak isterim.

İcadımın zembereğini ilk kez çevirip zamana revan olduğumda başaramadım sandım. Gözlerimi kapayıp açtığımda halen aynı bedende ve aynı libas içerisinde idim. Yaşım ne ilerlemiş ne de gerilemişti, ama şöyle bir etrafımı kolaçan edince feleğim şaştı. Kendimi öyle bir âlemde buldum ki rüyadayım zehabına kapıldım. Bir ucu denize uzanan velvele-i Rum ve debdebe-i Rum diyarlarına benzeyen bir şehirdi burası. Ashab’ı Kehf’in başına gelenler benim de başıma gelmesin diye kimseye bir sual edemedim. Lakin Sultan’ımızın kızının derdi aklıma düşünce hareketleniverdim. Bütün bu icatlara ve seyahate başlamamın müsebbibi de Hakan’ımızın kızına uğrayan illettir. Her şeyin yaratıcısı, evvelin ve ahirin Rabb’i “Kün!” deyince her şey oluverir. Rabb’im kimine dermanı Kaf Dağı’nda kimine de hemen yanı başında buldurur. Benim çarem de kim bilir, zamanın ötesine saklanmıştır dedim. İmdi bana bir hekim, bir şifahane gerek deyip yola koyuldum. Sadece vakit mi değiştirdim yoksa muvazi bir aleme mi intikal ettim bilemedim. Pek de mühim değildi. Müstakim binalara, belki de bin havagazı lambasından ziyade ziya sızan pencerelere, buharlı alâttan misliyle kuvvetli ilerleyen ejderhavari atsız arabalara, yılankavi sürünürken çıngırak sesi çıkaran şimendiver nevinden asuf makinelere nefsimi kaptırmadan bir şifahane aradım. Nitekim buldum da. Kıyafetimden mütevellit avam beni gözleriyle didik didik etti ama ben oralı olmadım.

“Ey agâh hekim, Hakan’ımızın kızına öyle bir dert ilişti ki Frengistan ve Alman Vilayetinin hekimleri, Bulgar, Sırp, Acem cerrahları, Hindu ve Mecusi falcıları, sihirbazları derdine çare olamadı. İçten ve canı gönülden edilen dualar ve evliyaların şefaatleri bir işe yaramadı. Sen bu afifeye bir şifa bulursan, dile benden ne dilersen,” dedim. Hekim anasına sövmüşüm gibi ters ters baksa da kızın ne derdi olduğunu sual etmeyi bildi. “Başında ve sırtında şiddetli, saplanan sudâ, istifra, humma ve vücudun her yerinde kızıl cüduriyye zuhur buldu,” dedim. Hekim yine tersleyerek ve asabiyetle baktı. El işaretleriyle izah ederken envai çeşit teşbih ve izahatta bulundum. Hastayı niye getirmediğimi sordu. Anlamadığım bir sürü şeyler de söyledi. Feryad figan yalvarıp yakarıyordum. “Çiçek hastalığı,” dedi. Ayaklarına kapanıp öpmeye başladım. Demek böyle bir hastalık var ve keşfedilmiş diye içten içte sevindim. “Bulaşıcıdır dikkat et,” diye ikaz etti lakin ben yine anlamadım, ama hikmetli ve asabi hekim dilimden anlar olmuştu. “İleli sariyye, derler,” dedi. Eyvahlar olsun hemen geriye dönmem icap ediyordu. Arif hekim bir şeyler karalayıp elime tutuşturdu. “Bir eczaneden alırsın,” dedi. “Geldiğin köy mü nereyse artık herkese bulaşmadan aşısını da yaptırın. Oraya yazdım,” diye ekledi. Eczahane dediği şey daruhane idi kuvvetle ihtimal. Kâğıdı kapıp fırladım. Ah o ne muhteşem bir hane idi. Nefsimi yine zor tutarak hiçbir tiryak, edviye ve macuna göz ucuyla dahi bakmadan ilacımı alıp çıktım. Tezgâha bıraktığım altına en az hekim kadar şaşurup çekiştiler ve lakin benim kaybedecek zerre vaktim yoktu.

Zembereği geriye hareket ettirince kendimi yine Et Meydanı’nda buldum. Yıldırım gibi koşup saraya vardım. Muhafızlar tozumu yuttu. Yüce devletlumla haremgahında hususi bir ülfet içün beklemeye koyuldum. Lakin o telaş ve huruş içinde civarımı, yöremi pek seçemedim herhal. Tecessüs ve tetkiklerimde hiç böyle bir alametin zuhur edeceğini hesaba katmamıştım. Haşmetmeab içeri girince hemen haberi muştulamak istedim lakin kavuğun altındaki kelleyi görünce donakaldım. Padişah hazretlerimiz gitmiş, yerine hiç tanımadığım bir sima gelmişti. “Sen kimsin bre?” diye sual etmez mi bana! Ne diyeceğimi şaşırdım. “Tiryak, bint-i, ehyan-ı tarik…” diye geveleyip durunca hiddeti daha da arttı. “Bu cefalı vakütte beni meczuplarla uğraştırursunuz,” diye feryad edip celladını çağırdı. “Tiz kellesini vurun,” buyurdu. Beni yaka paça huzurundan aldılar. Yedi Kule Zindanında sıçanlarla dolu bir izbede buldum kendimi. Vakanın hayretinden bir şey de yapamadım. Sabah ezanından sonra kellemi gövdemden ayıracaklardı. Karanlıkta saati anlamayınca elim cebime gitti. Ah ah Frenk işi köstekli saatime haddad el koymuştu. O karanlık izbede aniden başımda şimşekler çakmaya başladı. Cenevreli Arlaud’un verdiği saati geri almak icap ediyordu. Eğri çark, zemberek ve dendane gibi zerreciklerin gaz-i mühlik maharetiyle alem-i deveranı tepetaklak edeceğini bilemedim. Hemen cellada feveran ettim. Homurdana homurdana gelip belinden çıkardığı gürzle zindan parmaklıklarına vurdu. Zindanda çınlayarak tepelere çıkan sese aldırmadan küfürler savurdu. Dedim ki “Ölmeden önce bir isteğim var. O mübarek padişahımızın ismini ağzıma almam bana helal değildir. Onun adını zikredebilmem için miski amberle abdest alıp, dilimi lavanta suyunda beklettikten sonra alicenap, alişan ve azam ismini kullanabilirim. Dua ederken padişahımızın ismini anma vakti gelince benim yerime söyler misin?” diye rica ettim. Gardiyan yine homurdandı, muteriz göründü lakin pek de itiraz edemedi. Ben derakap duaya koyuldum. Padişahın isminin zikredilmesi gereken yerde durup bekledim. Gardiyan “II. Selahaddin,” deyince şaşkınlıktan lisan-ı mizmarımı yutuyordum. Akabinde toparlayıp duamı ederken artık kesinkes emindim ki yaptığım seyahat alemin muvazenesini kaydırmıştı. “Padişahımızın bu aralar en büyük müşkülü nedir? O belanın defi için de niyaz edeyim,” dedim. “Sen ecel korkusuyla her şeyi unuttun herhalde,” dedi. “Veba istilası her yeri kasıp kavuruyor bundan âlâ dert mi olur.” Duamın sonunda gardiyandan bir ricada daha bulundum. “Ey merhametli cellat. Sabah namazında infaz edilmeden evvel son kez teheccüd namazı kılmak isterim. Benim Frenk işi köstekli saatimi kısacık bir müddet bana versen de son teheccüdümü eda etsem,” dedim. Gardiyan hiç oralı olmadı. “Fakat,” dedim. “Tabii ki bir iyilik mukabilinde. Padişahımızdan taltif, terfi ve bir kese altın almanın yolunu söyleyebilirim.” Hemen guş-i can ile dinlemeye başladı.

“Veba illetinin padişahımızın efradına isabet etmemesi için daha önce bir efsun yapılmıştı. Sultan Bayezid-i Veli Hazretleri zamanında yaptırılan dört köşe yüksek bir sütun var idi. Boyu yetmiş arşın. Gezbaz adında eski bir kâhin o sütunu veba için tılsımlı kıldı. Sütun durdukça Konstantin’e veba uğramadı, lakin Bayezid-i Veli’nin ortanca veledi adına yaptırılan hamam yüzünden o sütun yıkılmak zorunda kaldı. Bu defa de Gezbaz’a bir muska yapması için haber salındı. Lakin padişahımızın oğlu, Salat Bahçe’sinde vebadan ölünce muskaya da hacet kalmamıştı.” Boynumdan muskamı çıkarıp ona uzattım. “İşte bana bu illetin uğramamasına sebep muska Gezbaz’ın hazır ettiği muskadır. Sana da sarayın bütün kapılarını açacaktır.” Cellat kirli ellerini parmaklıkların arasından uzatınca biraz beri durdum. “Bana Frenk işi köstekli saatimi lütfetmez misin?” diye sordum. Gardiyan şahsına münhasır homurtularıyla ağır ağır yürüdü. Biraz sonra elinde köstekli saatle zuhur etti. Alışverişimizi yaptıktan sonra elimde sıkı sıkı tuttuğum muhit-i daire ile hemen köşeye geçiverdim. Gaz-i mühlik haznesinin dolu olup olmadığını teyit edince biraz rahatladım. Tırnaklarımla düzeneğin şaftını biraz gevşeterek gaz geçişini sağladım. Sinek kanadı çırpışına benzer ses işitildi. Gideceğim tarihi hesap edip salmastraya sıkıştırdığım pimi döndürünce dünyam da deveran etti.

Bu noktadan sonrası çok çetrefilli olup mahluk olan “kelam” meramımı anlatmaya yetmez. Hülasa, vaktin içinde bir vakte daha gidip hatamı telafi etmeye çalıştım. Lakin Selahaddin gitti Kayzer geldi, Kayzer gitti, Gürbüz geldi. Hal-i pür melalime çare olacak padişahımızı bulamadım. Devirler gitti, devirler geldi, alem-i ins ve cinste gezip dolaştım. Türlü türlü badireler, vartalar atlatıp yaralar aldım. Sakın ha sözlerime bakıp beni bedbin, küfre düşmüş biri olarak görmeyin. Bütün cihanı insan için, insanı da kendisinin bilinmesi için “Kün!” emriyle yaratan Kerim’e hamd olsun, gitmediğim yer kalmadı. Arşı azamın etrafındaki nehirleri, Lehv-i Mahfuz’u, Sidretülmünteha’yı, Tuba ağacını ve dahi İsrafil’in sûrunu gördüm. Fakat vakit denen Allah’ın yayından fırlamış siyamı eski haline getirmenin yolunu bulamadım.

Son denememde her şey pek bir yerli yerinde göründü. Muhafızlardan, kahvecibaşına herkes beni tanımış fart-ı muhabbetle karşılık vermişlerdi. “Hah işte, oldu bu iş,” dedim ve padişahımızın divanında beklemeye başladım. Şerefli ve pak bedeninin huzuruna iki büklüm çıktım. Yüzüne bakmaktan içtinap ediyordum. O mübarek sesiyle bana “Kalk,” diye emredince karşımdaki zatın mübarek olmadığını az çok idrak etmiştim zira sesi başka bir tanıdık geldi, yine de ümitvar olmak adına bütün vehimlerimi bir kenara bırakarak mübarek olmayan yüzüne baktım. “Geleceğini biliyordum,” dedi meymenetsiz adam.

Merih, Zöhre ve Utarit’e ant olsun ki bu ânı daha önce ne tasarladım ne de tahayyülüme girdi. “Frenk işi köstekli saatin yanında mı?” diye sordu.

“Seninki yanında değil midir?” dedim. Bed bed kahkaha attı. “Bu makama gelince artık işime yaramazdı. Kırıp attım,” dedi. Benim saatimi neden istediğini hemen kavrayıp nefsimden utandım.

“Her nefs ölümü tadacaktır, bu kesin emirdir,” dedim.

“Celal ve İkram sahibi olan Allah, kıyamet günü bütün alemleri yok eder. Kırk gün harap, boş ve virane kalan alemde onun keremine nail olan kişi sûrun dördüncü üfürülüşünü duyan tek canlı olacak ve ebediyette yaşayacaktır.

“Sinek kanadı çırpışına benzeyen ses,” dedim hayret nidasıyla. Cepkenimdeki köstekli saate sıkı sıkı sarıldım. Deyyus üzerime atıldı. Saç baş birbirimize girdik. Eline hiç kılıç kabzası almamış bir mühendis ve müfessir, pehlivanlar gibi çarpışacak değildi ya! Libaslarımız yırtıldı. Yüzlerimiz kan ve sıyrık içinde kaldı. İman tahtama oturup boğazıma sarıldığı anda ikimiz de epey takatten kesilmiştik. Ellerimi iki yana salıp cansız gibi yatarken fırsattan istifade cepkenimdeki saati aldı. Kanlı elleriyle havaya kaldırıp bana gösterdi. “Hak Teala alemin tamamını bir anda yaratmaya kadirken neden altı günde yaratıp yedinci günü boş bıraktı bilir misin?” diye sordu. Cevabı sen bildiğine göre ben de bilirim diyecek nefesim yoktu. Yüzümü çevirdim. Kızıl yakutlu kavuğu az ötede yerde durmaktaydı. Ayağa kalkıp Frenk işi köstekli saatimi havaya kaldırdı. “Çünkü zaman ölçülecek bir şey değil, karşısına geçip bakılacak bir aynadır. İnsü cins aynanın karşısında hem onu hem de kendini mülahaza eder.” Her şey hatm olup bitecekti. Saati tek bir hareketle yere çaldı. Dağılmış parçaları izlerken bütün ümidim de kesildi. Askerler içeri girdiğinde edna kahkahasına kendini kaptırmış gözü hiçbir şey görmüyordu. Yanımdaki kavuğa uzanıp başıma taktığımı görmedi. “Ey melun!” diye takatsiz sesimle var gücümle haykırdım. “Aynadakini görmek yerine aynayı hiç uğruna kırıp ardına geçenler umduğunu elbette bulamaz.” Ne yaptığımı idrak edince yüzü ay gibi solgunlaştı. “Tiz uçurun şu deyyusu.” diye emir verince gözleri açıldı. “Durun!” diye bağırması piştovların gürültüsüne karıştı.

Editör: Gülhan Tuba Çelik

Bülent Ayyıldız
Latest posts by Bülent Ayyıldız (see all)
Visited 50 times, 1 visit(s) today
Close