Üzerime düşen bu değildi. Yalnızca seyirci kalmak istemiyordum yaşama. Dışarı çıkmayı ve doğaya karışmayı düşlüyordum. Odama tıkılıp kalmıştım ve yaşama tanıklık edebilmek adına iki seçeneğim bulunuyordu. İlki, kendi içimde bir eğlence bulmaktı ki bu mümkün değildi. Oyuncaklarımdan haz etmiyordum ve odamda, bir başıma, kendimi eğlendirebilecek güce de sahip değildim. İkinci ve son seçenek, pencereye çıkmak ve neredeyse her gününü, iki bina arasındaki ortak avluda bir başına oturarak geçiren kır saçlı ve kır sakallı adamı seyretmekti. Bunu yapıyordum. Zaman zaman tuhaf hareketler yapıyor ve sebebini anlamadığım bu hareketlerle, beni bir şekilde güldürmeyi başarıyordu. Bazı zamanlar okuduğu ya da okur göründüğü bir çocuk kitabı vardı ve her zamanki gibi arada bir ona göz atıyordu. Kaşları dahi beyazlamış bir insanın elinde bunu görmek pek acayipti. Kendisine gülüyordum ancak bunun yanında beni, ciddi bir merakla kuşatmayı da başarmıştı. Bu kadar uzun süre, bir koltukta sıkılmadan oturmak bana pek imkansız görünüyordu ki zaten bu duruma da bu yüzden şahitlik ediyordum. Bakışlarını olabilildiğince zeminde tutuyor ve adeta kimseye, kendisi hakkında tek bir kelime etmemekte diretirmişçesine, kendini bu vaziyette tutarak, sancılarını, sıkıntılarını yaşıyor görünüyordu. Bir aralık, başını kaldırdı ve bana doğru baktı. Uzun yıllar sonra öğrendiğime göre, sürekli zemine bakmış olsa da beni fark etmiş olması normaldi çünkü insan zihni, çevreyi bir şekilde sezebiliyordu. Yaşlı adam, yaşam fonksiyonlarını kaybetmiş gibi görünse de, hala genç bir bünyenin dikkatine sahipti. Bana bakmış olduğu sırada, gözlerinin bir an için gri rengine büründüğüne eminim. Belki de odaya kapatılmama sebep olan sanrılarımdan biriydi bu. -O vakitler, yaşadığım ve şahit olduğum onca şey arasında, neyin gerçek neyin sanrı olduğunu hala ayırt edemiyorum.- Gözleri, bir an içerisinde yeniden renk değiştirdi ve birdenbire karşımda, neşeli bir insan peydah oluverdi. Sürekli olarak izlediğim ve kendisi hakkında tespitler yapmaya çalıştığım adam bu değildi ve tespitlerimin tümü bunu anladığımda, çöp yığınına dönüşmüştü.

Rüzgarın komutası altındaki dağınık saçları, gülümsediği andan itibaren, dudaksız bir tebessüm sergilemeye başlamışlardı. İçini saran sıkıntı her neyse, benim de onun tesiri altına girmemi istemiyor diye geçirdim içimden. Yine de bu suratındaki ani değişiklik, hiç de yapay durmuyordu. Anlamaya çalışıyordum. Ona, saatlerce zemine baktıran şey neydi? Üstelik bunu yaparken, dizlerini sürekli olarak oynatıyordu. Belki de başını aşağı eğdiğinde suratındaki o, belirli belirsiz görebildiğim ifade, üzüntü ve sıkıntı dolu bir ifade değil, dizlerindeki ile aynı ifadeydi: Sabırsızlık. Düşünmeyi kesip, gülümsemesine aynı şekilde karşılık verdim. Dayanamadım ve orada boş boş oturmakla ne yaptığını sordum. O an, olup biteni anlamamı sağlayan bir cevap verdi. Olup biteni anlayabilmem, hakkındaki detayları öğrenmemle ve verdiği cevabı kavrayabilecek kadar büyümemle mümkün olabildi ancak:

– Aydan’ı tanıyon mu sen kızım? Hani benim ufak torun, senin kadar daha. O gelcek, onu bekliyorum.

Sonradan öğrendim. Aydan diye biri sahiden vardı. Benimle aynı yıl doğmuştu. O günse, dünyada, öyle biri yoktu.

Varol Mengüverdi
Latest posts by Varol Mengüverdi (see all)
Visited 3 times, 1 visit(s) today
Close