Yazar: 19:47 Öykü

Ardına Bile Bakmadı

Ardımda bıraktığım küçük ev ağlamaya devam ediyordu. Birkaç farenin tıkırtısı bana veda edişinin acemi senfonisiydi. Ardıma bakmadan gitmek konusunda kendimi birçok kez tembihlemiştim. Sonuçta tüm çocukluğum ve gençliğimin mütevazi şatosuydu burası. Şimdi kafamda o meşhur soru dolanıyordu. Terk etmek gidene mi zor yoksa kalana mı?

Küçük bir sırt çantam dışında bir şeyim yoktu. Her şeyi olduğu gibi bırakıp çıkmıştım. Rutubet kokan yatağım ve kumaşları yırtılmış koltuklarım, pas tutmuş pencerelerimden beni izlediler. Ardıma bakmadım. Gözümden süzülen tek damla yaşı silmedim. Öylece ağzıma kadar gelip tuzlu bir tat bıraktı. Çocukluğumun tadı. Yutkundum ve onu kafese hapsetmek zorunda kaldığım çocukluğumun yanına gönderdim. Ben çocukluğumu hep böyle besledim.

Güneşin batmaya yüz tuttuğu, yeryüzünü altına boyadığı romantik anlarda sessiz asfalt yolu yürüdüm. Bir kez bile ardıma bakmadım. Yaşlarla buğulanmış gözlerim etrafımdaki gerçekliği bir rüya gibi gördü. Aşina olduğum yollar öylesine yabancı geldi ki, yürüyüşüme korku eşlik etti. Belki terk etmenin korkusuydu. Belki de burnuma sinmiş rutubetin kokusuydu. Anlamaya çalışabilecek kadar berrak değildi zihnim.

Derme çatma, yorgun ve onlarca insanın pisliğinin sindiği küçük otel odasına girip sırt çantamı köşesi sararmış yatağın üzerine bıraktım. Çarşaf ve yorgan özensizce serilmişti. O sarı leke gözlerini bana dikmiş, her hareketimi izliyordu. Kendinden sonraki tüm müşterilerin hikayesini biliyordu. Yeni hikayelerle beraber şişmanlıyor, büyüyordu. Yanıp sönen masa lambası çökmüş karanlık içinde odayı bir korku filmine çeviriyordu. Sıcak su yoktu. Şükür ki odanın kendi tuvaleti vardı ancak o da bir kahvehanenin tuvaletinden halliceydi. En azından fareler yoktu. En azından penceresinden rüzgârın ıslıkları duyulmuyordu. Tek kat yorganla örtünmeyeli ne kadar zaman olmuştu? Aslına bakarsanız daha iyi bir oda tutacak param vardı. Ancak terk ettiğim evime ihanet etmek istemedim. En azından onun kadar eski ve yaralı başka bir yerde olursam her hareketimi hâlâ hissettiğine adım gibi emin olduğum biricik evimin içi daha rahat edecektir, diye düşündüm.

Yatağa kendimi fırlatıp ellerimi başımın arkasında birleştirdim ve tavandaki siyah lekeleri izlemeye koyuldum. Bir anda başka bir ünlü soru aklıma takıldı. Şimdiye kadar niye terk etmemiştim? Yüzlerce cevap geçti zihnimden. Onlarca çocukluk anımı hatırladım. Çocukluğumu biraz daha besledim. Koca göbekli, küçük, eski televizyonu açtım. Beyaz bir tabanda çılgınca dolanan aç karıncaları izledim. Eski evimde de en sevdiğim program buydu. Yağmurlu havalarda çatıya çıkıp anteni düzeltmeye üşendiğimde bu karınca belgeselini izlerdim saatlerce. Gülümsedim. Bu seferki karınca kolonisi daha çılgındı. Bir sigara yaktım. Rutubet kokusunu bastırdı. Derin bir nefes alıp kafamı yukarıya kaldırdım. Dumanı içimde tuttum. Gözlerimi açtım ve tavandaki diğer karınca kolonisini izledim. Kafamı indirip televizyondaki belgeselin cızırtılı sesine odaklandım. Gözlerimi kapatıp tekrar gülümsedim. Pencereden gelen tıkırtıları bu sesten dolayı geç fark etmiştim. Dışarı bakınca kuru bir yer kalmamış asfalttan yağmurun bir süredir yağdığını anladım. Tekrar gülümsedim. Gözlerimi kapatıp rutubet kokusunu içime çektim. Bir anda kendimi salonda, karınca seslerinin ve pencereden gelen ıslık seslerinin arasında buldum. Kömür sobası sadece etrafını ısıtıyor, ondan uzaklaştıkça yağmur soğuğu iliklerime işliyordu. O zamanlar bir torba daha kömür kadar param yoktu. Gözlerimi açıp gençliğimi hafızamın derinliklerindeki yerine geri gönderdim. Pencereyi açıp rüzgârın yüzüme vurmasına müsaade ettim. Toprak kokusu ciğerlerime doldu.

Pencereyi kapatıp ceketimi giydim. Üstüm çok inceydi ancak yağmur yağdığında hiçbir şey umurumda olmaz ve hemen kendimi dışarı atardım. Hayattaki en büyük tutkum yağmurda sigara içmekti sanırım. En büyük ve sürekli gerçekleşen hayalim de bu olabilirdi. Kendimi dışarıya, yağmurun altına attım. Yürümeye başladım.

Aklıma o meşhur sorulardan biri daha geldi. Yürüyen mi daha çok ıslanır koşan mı? Bunu kaç kez denediğimi hatırlamıyorum ancak bir kez daha deneyecek takatim yoktu. Bu sakin ve yavaş bir yürüyüş olacaktı. Yer altına hapsolmuş bu şehrin her ışığını gözleyecek, sokaklarının yağmurda nasıl yıkandığını izleyecektim. Bazen bir sokak lambası altında görünür olan yağmur damlalarını izledim. Bazense yıkık dökük binalara bakıp eski evimi yad ettim. Yağmurdan kaçmak için koşuşturan insanların yanından geçtim. Hepimiz birer karınca gibiydik. Karşı karşıya geliyor ve birbirimizin yanından yabancı gibi geçip gidiyorduk. Yuvaları ıslandığında ne yapıyorlar acaba diye düşündüm. Belgesellerde bundan hiç bahsedilmiyordu.

Bankanın kustuğu atmlerden birini kendine şemsiye etmiş, altında oturan bir kadın fark ettim. Yanından geçerken yavru kedi bakışlarıyla baktı gözlerime. Hiçbir şey söylemedi. Dilenmedi. Ancak gözleri imdat diye bağırıyordu. Yanından geçip gittim. Üç dört adım sonra merakıma yenik düştüm, geri döndüm.

“Hayırdır anacım, iyi misin? Ne yapıyorsun burada?”

“Bekliyorum.”

“Birini mi bekliyorsun?”

“Yağmurun dinmesini bekliyorum.”

“Bak, kötü gözüküyorsun. Var mı yapabileceğim bir şey?”

“Yok çocuğum, Allah razı olsun.”

“Evin nerede senin?”

“Yok.”

“Yok mu? E nerede uyuyorsun? Nerede kalıyorsun?”

“Bazen parklarda, bazen de şu aşağıdaki evlerden birine girip kalıyorum evladım.”

“Ben de evsizim anacım, biliyor musun?”

“Yeni mi düştün oğlum sokağa?”

“Sayılır. Şimdi bir otele attım kendimi. Sonrası Allah kerim.”

“Allah kurtarsın evladım. Zor be, çok zor. Genceciksin daha.”

“Sen aç mısın?”

“Şey… Yok evladım. Sağ olasın, değilim. Değilim, değilim.”

“Sen bekle burada anacım. Benim biraz işim var şu ileride, geri döneceğim. Sakın ayrılma bir yere.”

Ben de evsizim. Evimi terk ettiğim gibi terk ettim kadını da. Ardıma bile bakmadan, çocukluğumu besleyerek. Ona yardım edecektim. Ancak öncelikle yürüyüşümü tamamlamam gerekiyordu. Önce zihnimi, kendimi kurtarmadan başkasına yardım edemezdim. İnsan önce kendini sonra başkalarını düşünmeli. Bir abimin sözünü hatırladım. “Sen varsan her şey var, sen varsan herkes var koçum,” demişti bir gün. Haklıydı. Etrafı izlemeye devam ettim. Lambadan yağmuru, suyun yok olduğu mazgalları, ıslanmış köpekleri, koşuşturan insanları izledim. Gök gürültüsünü, telaşlı araba seslerini, camlara vuran yağmuru, ıslık çalan harabe evleri dinledim. Yüzümü gökyüzüne kaldırıp yağmuru hissettim. Sonra ileride bir dönerci bulup iki dürüm ve iki ayran aldım. Kadına doğru geri yürümeye başladım.

Yanına vardığımda bir sigara yakmıştı. Sapsarı dişleri ağzından, simsiyah tırnakları kesik eldiveninden taşıyordu. Yüzü yorgun ve yalnızdı. Sanki üç yüz yıldır hayattaymış gibiydi. Sanki üç yüz yıl boyunca hiç gülmemiş gibiydi. Kırışıklıkları ve kafasına sardığı atkıdan dolaşık saçları taşıyordu. Önce beni görmedi. Ben de durup hiç ses etmedim, bir süre ne yapıyor diye izledim. Öylece gözlerini dikmiş, karşıdaki harabe binaya bakıyordu. Sigara içmiyor olsa donmuş zannederdiniz. Elleri ve dudakları hariç kıpırdayan hiçbir yeri yoktu. Sonra seslendim ve yanına gittim. Beni görünce o kadar şaşırdı ki gözlerindeki imdat küçük bir anlığına kayboldu. Neredeyse gülümseyecekti ancak açıkça görünüyordu ki o mutluluktan emekliydi.

Yemeği uzattım. Birini hemen yemesini, ikincisini de yarına saklamasını söyledim. Onlarca kez Allah’ı bana razı gelmesi için ikna etmeye çalıştı. Kadın bana açım dahi dememişti. Ancak o dürümü bir yiyişi vardı ki çocukluğum biraz daha beslendi. Ayranla dürümü aynı anda bitirdi. Sonra ikinciyi açıp onu da yedi. Bense bu sırada şemsiyenin altına, yanına oturmuş, bir sigara yakmış, karşıdaki harabe binayı izliyordum. Dudaklarım ve parmaklarım dışında hiçbir yerim hareket etmiyordu. Onu o an çok iyi anladım. Çünkü bina konuşuyordu. İmdat, diyordu. Özlüyorum, diyordu. Tekrar aşıkların sesini, çocukların sesini, içimdeki çiçekleri, şarkıları, kavgaları istiyorum, diyordu. Sesi yağmurda boğuluyordu. Anlıyor, daha çok ıslık çalıyordu.

Yemeğini bitirdi. Onlarca kez daha Allah’tan dileklerde bulundu. Bu hale gelmiş bir kadının dileklerini Allah kabul eder mi acaba diye düşündüm. Ya kendisi dışında herkesin iyiliğini istiyor ya da Allah onu sevmiyordur diye ekledim. Kolunu tuttum.

“Anacım,” dedim. “Bu böyle olmaz. En azından bu gece benimle otele geliyorsun, sana bir boş oda tutacağım. İyice ısın, sıcak su yok ama yataklar rahat güzel bir uyku çekersin.”

Israr, ret, ısrar, ret şeklinde devam eden süreci ben kazandım sonunda. O ise kendini nasıl kurtaracağını düşünmek yerine hâlâ benim hakkımı nasıl ödeyeceğini sorup duruyordu.

Çok iyiymiş durumları. Üç tane çocuğu varmış. Bir apartmanları varmış. Üç katlı. Bütün daireler kiradaymış. Birinde de onlar oturuyormuş. Çocuklar okuyor, kocası al sat yapıyormuş. Huzur, keyif, mutluluk hepsi bir aradaymış. Sonra kocası kumara başlamış. Bütün apartmanı kumarda kaybetmiş. Kadın da tartışırken bıçaklamış adamı. Adam ölmüş. Çocuklar yetimhaneye, adam mezara, kadın hapse. Çocuklarını bir daha görmemiş. On küsur sene içeride kalmış. Çıkınca da katil diye iş vermemiş kimse. Bir süre sonra sokaklara düşmüş. Kendi de bilmiyormuş nasıl ama bir şekilde hayatta kalıyormuş.

Tüm bu görünümü altında oldukça nezih bir kadındı. Konuşması, tavırları hiç evsiz gibi, dilenci gibi değildi. Söylediklerinin yalan olduğunu bir an bile düşünmemiştim. Benim yağmur damlaları ve rutubet kokusuyla kendimi eski evimin salonunda buluşum gibi o da her anlattığı şeyde geçmişe gidiyordu, gözlerinden görebiliyordum. Islanıyorduk ancak umurumuzda değildi. Yağmurun ve sokakların huzurlu büyüsüne kendimi öylesine kaptırmışım ki otelden ne kadar uzaklaştığımı dönerken fark ettim. Otele varıncaya kadar bir saate yakın hiç şikâyet etmeden, muhabbet ederek yürüdük. Konuşmak, birinin onu dinlemesi, görünür olmak ona tekrar kendini insan gibi hissettirmişti. Yürürken benim neden evsiz olduğumu sordu. Daha doğrusu böyle görünürken, konuşurken, bakımlı halimle nasıl evsiz olduğumu merak etti. Ben de onun gibi olmadığımı ama sonumun öyle olabileceğini anlattım. On beş yıldır görüşmediğim babamın ölmesi sonrası bankanın uzun yıllardır ödenmeyen kredi borçlarından dolayı eve el koyduğunu, oranın da yıkılıp yerine bankanın şubesinin yapılacağını anlattım. Tek bir eşya bile almadan, arkama dahi bakmadan bütün çocukluğumu, gençliğimi nasıl terk ettiğimi anlattım. Sonunda otelin önüne geldik ve kadın donakaldı.

Elindeki torbası yere düştü. Sendeledi. Kaldırıma oturmasını sağladım. Ağlamaya başladı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Telaşla ve anlam veremeden onun yanında durdum. Ne olduğunu anlamaya çalıştım. Tek bir cevap bile alamadım. Arada bir arkasına, otele baktı. Sonra önüne dönüp daha çok ağlamaya başladı. Hiç bitmeyecek sanmaya başlamıştım ki sakinledi.

“Ben burada kalamam oğlum,” dedi. “Ben bu binaya bir daha adımımı atamam.” Arkasını döndü, sendeleye sendeleye yürüdü. Ardına bile bakmadı. Gözlerindeki yaş hiç durmadı.

Editör: Çisem Arslan

Buğracan Erdinç
Latest posts by Buğracan Erdinç (see all)
Visited 16 times, 1 visit(s) today
Close