Gürbüz bir adamdım ama elimde güz ile beni gören hiç olmamıştı. Mahallemizde geceleri lambalar yanmazdı. Tüm evlerde mum ışığı olurdu. Yazın sıcaklarda camlar açılır, esen rüzgâr mumları söndürür ve tüm mahalle karanlık sıcağı yaşardık. Esen rüzgâra hem sevinir hem üzülürdük. Serinlik karanlığı getiriyordu neticede. Pardösüm olmadan dedektif olmaya karar vermiştim. Pardösüm yoktu ama ekoseli o garip şapkadan vardı kafamda. Şapkasız dedektif ancak Hint filmlerinde olur. Onlar renkli sarıklar takarlar ancak mahkemelerde avukat olan Hintliler asla sarık takmazlar. Hatta onlar kafalarını bile yanlarına almıyorlar salona girerken. Kanunların konuştuğu yerde kafalara gerek yok ki.
Timsah gözyaşlarını kâğıt mendil ile silemezsin. Gözüne çapak yapar hayvanın. Ormanda göz doktoru yoktur. Mecburen kabile reisine gider şifa dilenirsin. Timsahların derisinden çadır yapıyorlar diye timsahlar şifa almaya gidemezler. Ağlarlar sessizce ve göstermezler gözyaşlarını kimseye. Sydney’de bir ayakkabı tamircisine kırmızı çizmelerimi boyatmak için girdim. Boyama sandığının üstüne koydum tek ayağımı ama çizmeme sarılıp ağlamaya başladı Aborjin herif. Bir de “Clement” diye isim sayıklıyordu ağlarken. Sanırım derisinden tanıdı eski dostu olan timsahı. Ben ise çizmemin gerçek deri olduğunun bile farkında değildim. Zira kendi üzerimdeki deriden bile vazgeçmiştim. Deriler korunmak için mi kapanmak için mi? Neden renkleri var? Hangisi daha üstün deri? Deri bu kardeşim. Arabanın muşamba örtüsü gibi. Yağmurdan tozdan korur işte. Renginin ne önemi var?
New York’a geçtim sonrasında, ırkçılık üzerine meydan konuşması yapacaktım. Meydanda Türk bayrakları çoktu. Aslanlarım yine yalnız bırakmadılar dedim. “Bir hayalim var,” diye başladım konuşmama. Konuştukça dinleyenlerin derileri şeffaf olmaya başladı. Etlerini kafataslarını görüyordum dinleyenlerin. Daha büyük bir şevkle konuşmama devam ettim. Hepimiz oradan buhar olduk uçtuk. Alçak basınç bizi balkanlara doğru sürükledi. Beyazdan karaya doğru kaçtı rengim ve anladım ki yağacağım balkanlara. En azından hava durumda bahsedecekler yine benden. Meydanda konuşmam boşa gitmemiş olacaktı böylece. Yağdım damla damla ve sel oldum toprağa varınca. Benim suçum değildi önüme geleni altıma alıp dal budak boğup geçmek. Ama canlı cansız yıktım geçtim. Havada iken buna neden olacağımı bilmiyorum. Nedense kendimi sorumlu da hissetmiyordum. Balçık çamurlarımdan bir çömlek yaptılar. O çömlekte sucuklu kuru fasulye pişirdiler. Lezzetine lezzet katmak için çok çabaladım.
Deprem bölgesi neresidir biliyor musun? Kara parçasının olduğu her yerdir. Deprem her an olur esasında sen fark etmezsin. Yer yarıldı bir keresinde asıldım kaldım bir kenarında. Aşağısını o kadar merak ediyordum ki canım pahasına ellerimi bıraktım. Düş düş bitmedi. Asla bir yere çarpmadan öyle düşeceğimi sanıyordum. Ama düşme hızım artıkça nefes alamamaya başladım. Bir yandan da o derin karanlık aydınlanmaya başladı. Lavlara düştüm. Cız ettim ama kalbimi cız ettirenler kadar canım acımadı. Küllerimi bile bulamazlar artık.
Bir dağda bir kayanın içindeyim homojen. Suç işleyenleri getirdiler ayakları prangalı. Ellerinde balyozlar bizleri dövüp duruyorlar. Parçalanmam sanıyorum ama nasıl öfkeli vuruyorsa bu adam bana, tuz buz etti beni. Sonra benden bir parçayı eline aldı. Sanırım ukala yanım eline gelmişti çünkü ucu sivriydi. Gardiyanın ensesine sapladı beni. Kemiğine kadar girdim boynunda. Dizlerin üstüne çöktü kaldı. Balyozu vurdu sonra kafasına. Ben adamın ensesinin içinde yine tuzla buz oldum. Kanına karıştım tüm bedenine dağıldım. Bir cesedin içinde yeni hayatıma başladım.
Cenaze töreni çok sadeydi. Havaya ateş etti askerler oysa hiç kuş yoktu. Toprağa kavuştum sonunda ama bekleyeceğim çürüsün bu beden diye. Önce ağzından içeri bir yılan girdi. Tüm bedenin içinde gezindi ama midede bir şeyler buldu ki orda biraz daha fazla takıldı. Beyne geçmek için gözünden çok zorladı ama sığamadı.
Sıçradım buradan başka bir boyuta. Daraldım çünkü. Satürn çizgilerini boyama görevi verildi bana. Dedim ki: “Onlar çizgi değil. Sürüyle meteor hızlıca dönüyor etrafında. Sen çizgi görüyorsun onları.” “Biz anlamayız,” dediler. “Bu sene Galatasaray şampiyon git çizgileri sarı kırmızı boya,” dediler. Bindim boyacı mekiğine gidiyorum. Ama yanıma sadece sarı lacivert boya aldım. Alsınlar kupalarını… anladın sen onu. Asıl kafama takılan Jüpiter’deki kırmızı leke. Neden lekeli o gezegen. Belki de açma kapama tuşudur o gezegenin. Düğmeye basıyorsun atmosfer denizler dağlar oluyor bir anda. Hadi Jüpiter’e yolculuk sonra. Aya reklam vereceğim. Lazerle yazsınlar üstüne dünyanın her yerinden görülsün. Romantizmin içine edeceğim böylece. Mehtaplı geçelerde musluk açıcı reklamı görecekler ayın üstünde.
Tıkanan musluklar gibi bazı zihinler. Açmak için tel sokup durular borulara. Yok, dök kimyasalı ve sıcak suyu, olan, biriken, temiz, kirli hepsi gitsin. Temiz olan da kirlenmiştir zaten bekledikçe. Dök kimyasalı akıp gitsin lağıma. Lağım kötü kokmaz esasında. Orası temizliğin neticesidir. Lağımlar var diye insanlar temizdir. Lağımlar arası geziler düzenlemiştim. Rehber olmaktan çok keyif aldığım bir geziydi. Bu şunun boku, bu şunun çişi diye gezdiriyorsun milleti. İnsanlar aydınlandı bir anda. Anladılar ki ünlü ünsüz herkes sıçıyor. Bazıları gezinin tekrarını istedi. Hatta evde sifonu çekerken vedalaşanlar varmış geride bıraktıklarıyla. Ağlayarak el sallayanı bile duyum. İnsan bokuyla bile iletişim kurabiliyor farkında olabilirse.
Bir ara alkolik olmuştum. Ayık gezdiğim dakikalar bile sayılıydı. Sayan olduysa bilir tabi ama ben hiç saymamıştım. Önce işten kovuldum, sonra da evden. Çivi çiviyi söker dedim küfeciliğe başladım. İçmeyi bıraktım ama mezelere özlemim hiç bitmedi. Meyhaneden çıkanların önünü kestim. Kibrit çaksam hepimiz havaya uçacağız öyle çekmişler mazotu. Dedim ki: “Pilaki kaldı mı meyhanede?” “Kime niyet kime pilaki?” dedi birisi ve hepsi yerlere yatıp güldüler. Biri diğerini yerden kaldırırken onun üstüne düşüyordu ve bu hallerine koparak gülerken daha gülünç duruma düşüyorlardı.
Küfeme ancak iki kişi alabilirdim. Zayıfından ikisini seçtim ve aldım sırtımdaki küfeme. Galata’dan Tophane’ye indirdim ikisini sırtımda. Polis yolumu kesti, “Ehliyet?” dedi. Kardeşim ben yük kamyonu değilim ki. Tam ceza kesecekti küfeyi sırtımdan attım. Adamlar küfenin içinden mısır koçanı gibi caddeye döküldüler ve bir halk otobüsü onları ezdi. Parayı neden peşin aldığımı anladınız mı? halk ezer kardeşim limitlerini aşarsan.
“Kredi kartın limitsiz mi?” diye sormuştu o kızıl güzel Lübnan’da. “Tabii ki,” gibilerden başımı salladım ve bindi Ferrari’me. Yollar çok dar ve bozuktu. Birkaç viraj sonrasında lastik patladı. “Post makinan var mı?” diye sordum kızıl hatuna. Çakma Prada çantasından çıkardı post makinesini. “Çek şuradan beş yüz dolar da in patlayan lastiği değiştir,” dedim. “Abi yağına da bakıyım mı?” dedi artı bahşiş koparmak için. Meğerse dilberin içinde oto tamircisi uyukluyormuş da parayla uyandırmışım.
Kızıl dilber lastiği değiştirirken, yanımızdan geçen arabalar zincirleme kaza yaptılar. Esasında zincirleme değil kerizleme kaza tabi. Kot şortu ve beyaz tişörtüyle yağmurlu havada hatunun lastik değiştirmesi trafik akışını biraz karıştırmıştı. Baktım ki kazazedeler arabalarını bırakmış stepne ve krikoyla bizim kızıla yardım etmeye çabalıyorlar arabamı orada bırakıp geçen tırlardan birine otostop çektim.
Bindiğim tırı doksan yaşlarında bir nine kullanıyordu ve kafasında Lakers şapkası vardı. Çiğnediği tütün artıklarını ara ara yan camdan dışarı tükürüyordu. Ben de sırt çantamdan rakıyı çıkardım ve duble duble yol aldık beraber. Arkada taşıdığı yükü sordum. “Saf eroin,” dedi kafayı bulmuş ağzıyla. Önce güldüm ama sonra kollarındaki iğne deliklerini ve morlukları gördüm. “Ben ineyim,” dedim, “olmaz” gibilerden kafasın geriye kaldırdı ve ağzında geviş getirdiği tütünün hepsini yan camdan dışarı tükürdü. O sırada bizi sollayan arabanın camına geldi ninenin kusmuk gibi tütün artıkları ve adam kontrolü kaybetti uçurumdan uçtu. Kontrolsüz kahkaha atık ikimiz de, “Lan nasıl uçtu gitti adam,” diye.
Torpidodan şırıngayı istedi ve “Vur bir doz kendine,” dedi. Şırıngayı ninenin sağ gözüne sapladım. “Boş şırıngayı neden saplıyon bana lan?” diye bağırıyordu. Geri çektim refleks olarak şırıngayı, gözünden sicim gibi kan tırın ön camına fışkırıyordu ve önümüzü göremiyorduk artık. Şırıngayı doldurdum eroinle ve bir daha sapladım kadının boynuna. “Bas tümünü, bas,” diye bağırıyordu. Bastım ve kapıyı açarak tırdan atladım. Tır da uçurumdan aşağı düştü. Nine mutlu öldü anlayacağınız.
Kızıl tamirci Ferrari’mle yanımda durdu. Ben yerde kırılan kaburgalarımı sayarken, “Kartında hala limit var mı?” dedi. Kartlarım çantam her şeyim tırla uçmuştu. Hayır gibilerinden kafamı salladım, kafasında ki kızıl peruğu çıkarıp yüzüme attı. “Ben de zaten kelim,” dedi. Hatta saçları kemoterapiden dökülmüş. Kanser olan tamirci kel dilber garip bir kahkaha ile gaza kökledi ve beni mal gibi orada bıraktı.
Taşları birbirine vurarak ateş yaktım ama biraz uzun sürdü. Taşların sesine sanırım “Son Mohikanlı” ormandan çıktı geldi. “Seni Vurantaş sandım,” dedi. “Yok, bunlar Yakantaş,” dedim. “Memnun oldum Yakantaş,” dedi ve bana nasıl “Son Mohikanlı” olduğun anlattı. Meğer Nüfus memuru hata yapmış. Esasında Muğlalıymış ama memur Netflix’te çok takıldığından kimlik yenileme de Mohikanlı yazmış. Zamanla kendisi de buna inanmış. Kargalarla, yılanlarla konuşuyor falan. Atına eğersiz biniyor, filli boyalarla yüzünü boyuyor. “Nasıl çıkıyor bu boyalar yüzünden,” dedim. Değiştirmek istediğinde astar boya çekiyormuş, ondan sonra tekrar istediği renklerle boyuyormuş. Ona Medrano sirkinde bir iş buldum. Palyaçolar bunu çok içerledi. “O da sorun yok, ben de akrobat olurum,” dedi. İpini kestiler sallanırken yere çakıldı ama düşüne kadar havada hala saltolar atıyordu. Bu nasıl işine bağlılık diye düşünmüştüm. Cenazesine sadece fil bakıcıları geldi. Hintli fil bakıcılarıyla beraber Budist bir ayinle yaktık bizim son Mohikanlı’yı. Vasiyeti üzere Niagara şelalesinden salacağım küllerini. Rüzgâra karşı işemek gibi olacak ama yapacağız vasiyet sonuçta. Bu arada çizmelerimin adı “Clement” artık.
- Son Ütücü - 14 Aralık 2022
- Bir Kabus - 23 Kasım 2021
- Kanun Ne İş? - 24 Ekim 2021