Yazar: 18:08 Anlatı

Yazık

Düşünüyorum da ne için çalışıyorum ki? Ne için güzel uykumdan ediyorum kendimi? Saatlerce, günlerce uyuyabilirim. Hiç kalkmadan, şu koltukta bütün ömrümü tamamlayabilirim. Kendi kendime çürümek varken, ne diye dışarıda, başkalarının işleri, başkalarının uğraşları için, birilerinin gözüne birilerini sokmak, birilerini kazançlı çıkarmak, birilerini iyi yerlere getirmek için tüketiyorum kendimi? İşin var, bu saatte geleceksin diyorlar, o saatte gidiyorum. İşin bitti, git artık diyorlar, o saatte gidiyorum. Sonrasında ne yaptığım kimseyi ilgilendirmiyor. İlgilendirmesin de zaten! Tüm bu eziyete para için katlanıyorum. Ne işime yarıyor para? Söyleyeyim: Midemi doldurmaya, şu eşsiz bedenimi tehlikelerden korumaya yarıyor. Kimseye yük yapmıyor beni mesela. Doğru. Ben kendime bile ağır geliyorken nasıl olur da bir başkasına yük olabilirim? Yaşatıyor beni. Evet, para olmadan yaşayamam. Ne var oluyorum onun sayesinde, ne de yok ediyor beni. Yaşatıyor, en azından var olma ve yok olma tercihini bana bırakıyor, bu işe yarıyor. Hâlbuki bakmakla yükümlü olduğum birileri yok hayatımda, ne yüklü bir borcum var, ne de başkaları gibi parayla giderebileceğim bir zaafım… Çok paraya ihtiyacım yok. Sokaklarda simit satarak da geçinebilirdim. Utanmazdım bundan, utanılacak bir şey görmezdim. Ama rahatlık, insanın aklını alıyor, aldatıyor! Acının kökünü kazıyacak sanki, bu yalanla çekiyor kendisine! Zahmetsizce para kazanmak uğruna kendi kendimin işçisi olmayı reddettim, bir başkasının işçisi olmayı en başından kabullendim. Hiç düşünmeden, herkes nasıl yapıyorsa aynı izi takip ettim, ilerledim. Kendi bilinmezime değil de bir başkasının bilinmezine doğru yürümek daha kolay geldi. Tökezleyip yere düştüğümde başıma sardığım bela yüzünden kendimi suçlamak ağır gelirdi. O kendine güven, o kendi sorumluluğunu üzerine alma cesareti yoktu bende, bir başkasının yoluna çamur atmak daha kolaydı. Gitmeseydin o zaman, demezler mi adama? Zorlanmadan, bedeni ve aklı yormadan en kolay nasıl yaşanabiliyorsa ona dikmişim işte gözümü, ne var bunda şaşılacak! Rahatlığın bir saatten sonra başa çıkılamaz bir rahatsızlığa dönüşeceğini kim tahmin edebilir? Rahatlık batıyor insana, temelden gelen bir bozukluk var, yalnızca rahatlık çıkarıyor bunu ortaya.

Boş ver, rahatına bak, huzurunu bozma. “İstersen her şeyin üstesinden gelirsin, halledersin, yaparsın,” diyeceksin. Biraz olsun rahatlatmak için beni. Dış dünya, iç dünya kadar zor ve karmaşık. İnsanların ortası yok. Bir kısmı hükmetme hayali peşindeyken, bir kısmı ise acınma, acınarak hükmedenlerin pastasından bir lokmacık da olsa pay alma derdinde. Bir gün gelecek, hükmeden en acınası duruma düşecek, acınan ise hükmeden olacak. O gün, yine kimse, kimse için kılını kıpırdatmayacak. Hükmetmenin tadına önceden varan bir kez daha hükmetmek için acındıracak kendini, acınan ise bir kez daha acınacak duruma düşmemek için sıkıca sarılacak hükmetmeye, sınır tanımayacak kötülükte. Kimse umutsuz kalmayacak. Şimdi de umutsuz değil kimse, şartlara göre değişiyor, hepsi bu. Durum böyleyse, hükmettikçe küçülen, acıdıkça büyüyen kişi, o ne yapacak?

Bekleyecek. Öyle mi dersin? Beklemek zahmetsiz bir ümit, sessizliğin içindeki ses. Beklerken merak etmez, düşünmezsin. Yalnızca inanırsın. Bir gün gelecek, dersin kendi kendine, mutluluk beni de bulacak. İnanırsın ama gerçekleşmeyeceğini de bilirsin. Ve bir şey olur, bir gün kapını çalar mutluluk. Bir bakmışsın, beklenen, yolları gözlenen mutluluk değil. O; yorgun, bitmiş, tükenmiş… Bırakıverir kendini yere, düşüverir ayaklarının dibine. Kendinle gurur duyacağını bilmesen onu yerden kaldırmazdın. Gözünün yaşına bakmaz, acımazdın. Alır, başköşeye oturtursun onu, daha çok utansın diye. “Nerelerdeydin,” diye sorarsın ona. “Yoktun, şimdi niye geldin?” Canlanır gibi olur, cevap vermek ister ama verecek cevabı yok. Kullanılmış belli, hırpalanmış, bu yüzden gelmiş yanına, bu yüzden sığınmış. Onu her haliyle sahipleneceğini biliyor, kendisine olan ihtiyaçtan haberi var; kurnaz da üstelik. Üstüne gittikçe daha da sessizleşiyor. Kaybetmekten korkuyor, yaralarını sardıracak kimsesi yok, kimse istemez onu bu halde. Dayanamıyorum, “Cevap versene, nerelerdeydin,” diye azarlıyorum onu. “Sana mı düştü bunu sormak,” diyor bana. “Boş ver, sorma, karşındayım işte, tadımı çıkar.” Kendisini acındırarak beni kandırmaya mı çalışıyor, yoksa gerçekten de zor durumda mı? “Çok bekledim seni,” diyorum ona.  “Ama gelmedin, ben de senin doldurman gereken yeri başkalarıyla doldurdum, sana yer kalmadı.” Birden toparlanıyor. “İnsanlar bensiz yapamaz, ” diye karşılık veriyor bana. “Yapamazlar, çünkü mutsuzluğa dayanabilecek kuvvet yok onlarda. Hemen beni arar gözleri. Bazıları, buldukları an sıkılmaya başlar benden, bazıları ise suyumu çıkarana kadar bırakmak istemez, bir süre faydalandıktan sonra arkalarına bile bakmadan bir köpek gibi kovarlar beni yanlarından, kullanıp bir kenara atarlar. Çok geçmez, tekrar çağırırlar ama. ”

“Gitme,” diyorum ona. Daha fazla ayakta durduramadığım gururumla. “Kendinden başkasını düşünmez misin sen?” diye çıkışıyor bana. “Ne delikanlılar gördüm, yokluğumda boğulacak, ölecekmiş gibi oldular. Ne ihtiyarlar gördüm biliyor musun, yakında öleceklerini hatırladılar. Mutsuzluğu sırtlanamaz onlar. Mutsuzluk kendilerini hatırlatıyor onlara. Kimsenin zamanı yok, hayvan gibi yaşama derdinde hepsi. Kimse kendini hatırlama derdinde değil, kaybolmak dışında istedikleri hiçbir şey yok. Bende kaybediyorum onları, zamanın durduğu o yere götürüyor, bir süre oyalıyorum onları orada. Geriye döndüklerinde hatırlamıyorlar beni. Bu yüzden de kıymetliyim onlar için. Akıl alan hokkabazlığımla benliklerini unutturduğum için değerliyim onların gözünde. Mutsuzluk hatırlanır ama. Çünkü mutsuzluk hep değersizlik anlarında çıkar ortaya. Değersizlik bilinir, ama itiraf edilmesi en zor şeydir. Kardeşimdir mutsuzluk benim. Aynı anadan doğduk onunla. En doğal, en sağlıklı ortamımda, küçük yüreklerin, küçük bedenlerin, çocukların arasında yaşamam lazımdı benim. Hiç çıkmamalıydım oradan, ne halleri varsa görsünler demeliydim yetişkinler için. Elbet alışırlar, diye sakinleştirmeliydim kendimi. Şimdi onlar yüzünden yeterli ilgiyi gösteremiyorum çocuklara. Öyle telaşla çağrılıyorum ki her defasında kanıyor, gitmek zorunda hissediyorum kendimi. Öyle sık terk eder oldum ki anayurdumu, utanıyorum geri dönmeye. Giderken benden kalan boşluğa kardeşim mutsuzluğu bırakıyorum, sırf yalnız bırakmamak için onları, sahip çıkıyor çocuklarıma. Geri döndüğümde hırpalanmış, dayanamayacak bir halde buluyorum kardeşimi, iyileşmesi için gönderiyorum hemen. Yetişkinlere, karnını doyurduğu en iyi yere…”

“Hayır,” diye kesiyorum mutluluğun sözünü. “Git, bu sözlerinden sonra nasıl tutarım seni, nasıl isterim yanımda kalmanı, yapar mıyım bu kötülüğü, yıkar mıyım hiç yuvanızı!”

“Gidemem,” diye cevaplıyor beni. Bu sözün gerçekliğinden dolayı çaresiz bir sesle. “Gidemem, en arınmış, en canlı halimle gitmek istiyorum çocuklarımın yanına. Ama bu halde bir yararım dokunmaz onlara. Kirlendim, temizlenmem gerek. Sen yapacaksın bunu, sen iyileştireceksin beni. Boşuna mı geldim yanına, boşuna mı düştüm ayaklarına?”

“Nasıl?” diye haykırıyorum hiç utanmadan. “Bilmem,” diyor bana. Tüm yükü sırtıma atan bir umursamazlıkla. “Nasıl, nasıl, nasıl?” diye söylendiğimi fark ediyorum bir an için delirdiğimi sanarak. “Çok sonra buldum,” diye bağırıyorum. “Kardeşin mutsuzluğu çağır buraya hemen, o bir yolunu bulacaktır.” Alay eder gibi “Sen kendine hiç bakmıyor musun?” diyor bana. “Bana bakmayı kes, geldiğimden beri bir kez bile ayırmadın gözlerini üzerimden. Kapat artık şu gözlerini, rahatla, korkma, heyecanlanma, kalbine değil, aklına bırak kendini. Eğer sabredersen, nerede olursan ol bulur seni mutsuzluk. İki eli kanda olsa gelir yanına. Haydi, yap dediklerimi!”

Mutluluğun söylediklerini yapıyorum. Yavaşça kapıyorum gözlerimi. Göz kapaklarım titrek, göğsüm taş gibi, kaskatı, kalbim atmıyor sanki. Cevaplamaktan kaçındığım onlarca soru, görmekten çekindiğim onlarca yüz, peşine takılmayı onuruma yediremediğim onlarca iğrençlik, pislik var. Dizlerime kadar su içinde, karanlık, kapalı bir yerdeyim. Yürümeye çalışıyorum. Çıplak ayağımın değdiği her yerde farklı bir his, farklı bir ses. Küçük, yumuşak bedenlerin tok sesi, balon gibi şişmiş içi boş büyük bedenler, suyun üzerinde her bir yana dağılmış kitaplar, boş sayfalar. Daha fazla yürüyecek dermanım yok, olduğum yere yığılacağım. Tam o sırada küçük bir beden, karşımda, bana bakıyor. Yüzünün kar beyazı, gözümü sızlatmakta. Gözleri donuk, göz bebekleri ayın saklandığı simsiyah bir gece. Sıkıca yumruk yaptığı o ceviz büyüklüğündeki elini yavaşça kaldırıyor, önce yüzüne, sonra burnuna götürüyor parmaklarını. Kan renginde dikenli bir dal parçası çıkarıyor burun deliğinden. Hızlanmıyor, yavaşlamıyor, en ufak bir acı emaresi yok yüzünde. Dal parçası sarmaya başlıyor bedenimi. Önce ayak bileklerimi kavrıyor, sonra diz kapaklarımı kıracakmış gibi sıkıştırıyor. Bağırsaklarımda, midemde, göğsümde, her yerimde dikenler geziniyor. Acıya, kana doyuyorum. Başım dönüyor, gözlerim kararıyor, düşeceğim. Düşerken huzurluyum, huzurlu olduğum için öfkeliyim. Sessizlik… Görmüyorum, duymuyorum, hissetmiyorum. Çok uzaklardan, buğulu bir ses. “Uyan, uyan diyorum sana. Haydi, uyan! Bırakma çocuğu, sana diyorum, uyan! Bırakma küçüğü. Al onun dikenli dalını, dokun, korkma, dik toprağa. Büyüt, besle, filizlenmesini bekle. Uyuma, kalk!” Cevaplayamıyorum bu sesi. Haklı. Ne mutluluk, ne de mutsuzluk umurumda… Ne çocuklar, ne onlarcası, binlercesi, acı çeken mutsuz küçük yavrular umurumda. Her zamanki gibi kaçmaktan başka bir yol gelmedi aklıma. Vazgeçmekten kaçmak, vazgeçememekten kaçmak, iyilikten, kötülükten, mutluluktan, mutsuzluktan kaçmak… Korkudan kaçmak. Korkarak yaşamak insanın görüp görebileceği en büyük işkence, ölümden beter. “Haydi, uyan. Kahramanlığa gerek yok. Kaçma, korkma. Yeter, aç gözlerini artık!”

Gözümü açtığımda mutsuzluk tam karşımda, küçümser gibi yüzüme bakıyor. Dayanmak zor. “İşte, becerdin,” diyor mutluluk. “”Mutsuzluğu çağırdın.”

“Nasıl?” diyorum şaşkınlıkla. Mutsuzluk cevaplıyor beni. “Çığlığını duydum, içinde kopan o acı yakarışı işittim. Ben de mutluluk gibiyimdir, zamanın içinde bir yerlerdeyim, o ânda asılıyım. Ben, acının sesini nerde olsa tanırım, benim yeteneğim de budur. Mesafe tanımam, en içten acı yakarış beni kendine çeker. Korkunu sürdürebilmen için geldim yanına, yoksa kaybeder o korku seni. Eğer gelmeseydim yok olacaktın. Üzerine çullanan enkazın altından kurtarmaya geldim seni, sağlam parçaları çıkarmaya geldim. Kurtarıcın olmaya geldim. Eşele hadi, durma, kurcala. Sesleri dinle, hiçbir şey düşünme. Bağır, bıkma, korkma. Zahmetini esirgeme ki sana yardım edebileyim. Korkularına bir şey yapamam, o kadar yaklaşamam sana, o kadar sen olamam. Hafifletirim sırtındaki yükü, sen yalnızca inan bana, sahiplen, kovalama. Sanıldığı gibi korku duyulacak bir şey değilim ben.”

Mutsuzluğun gözlerinin içine bakmaktan korkuyorum, mutluluktan utanıyorum. Bakışlarım yerde, “Beni yoruyorsun,” diyorum mutsuzluğa. “Sen yorgunluğu aklından hiç çıkarmıyorsun da o yüzden sana öyle geliyor,” diye cevaplıyor beni. En çaresiz halimle tekrar atılıyorum söze. “Mutluluğu iyileştirmenin başka bir yolu yok mu?” diye soruyorum ona. “Aptal,” diye azarlıyor beni. Yadırgamıyorum. Hoşuma gidiyor onun bu küçümsemesi. “Diğer türlü daha çok yorulacaksın, anlamıyor musun? Çok fazla düşünüyorsun, attığın adımdan bile emin değilsin. Hâlbuki ayağın havadayken mutlusun, kimse kıramaz güvenini. Ne var ki yere basıyorsun, sanki dik durabileceğine inanamıyormuş gibi anında kafanı karıştıracak sebepler bulabiliyorsun. Üstelik hepsine de inanıyorsun. Böyle yaparak iyileştiremezsin mutluluğu, aksine, daha çok zarar verirsin ona. Güvenimizi kırma, ikimizi de sev, sahiplen bizi. Değer vermeyen ellere bırakma. Eğer birlik olursak iyileştirebiliriz mutluluğu, o zaman götürebiliriz işte onu gerçek sahiplerine, vatanına, anayurduna. ”

Bakışlarım yerde, mırıldanır şekilde “Çok fazla sorumluluk bu,” diyorum kendimi kaybederek. Mutsuzluk tek bir söz etmeden ayağa kalkıyor, tepemde dikiliyor. Üşür gibi oluyorum. Sonra bir şeye hazırlık yapıyormuş gibi uzaklaşıyor benden, bütün kinini yüzüme, üstüme başıma boşaltıyor. “Senin gibi çok insan tanıdım ben, hepsinin de ağzında aynı kelime. Zahmetime değecek ışık görmüşüm sende, o yüzden gelmiştim buraya, ama yanılmışım. Diğerlerinden farkın yokmuş senin de.”

Bu son sözleri duyan mutluluk boylu boyunca seriliyor yere. Mutsuzluk yerden kaldırıyor onu, sırtlanıp çıkmaya hazırlanırken son kez bakıyor yüzüme. “Yazık,” diyor iğrenir gibi. “Yazık. Hâlbuki ne içtendi, ne çaresizdi buraya gelmeme sebep olan o acı yakarış. Yazık, çok yazık!”

Editör: Elif Türkoğlu

Çağatay Üge
Latest posts by Çağatay Üge (see all)
Visited 10 times, 1 visit(s) today
Close