Nefes aldığımız  yer ile boğulduğumuz yerin aynı olması yüzyılımızın trajikomik badirelerinden yalnızca bir tanesi.  Hem orada olup hem de olmak istememek sorunsalı kol geziyor ortalıkta. Çünkü yargılamak adına milyon tane göz mahkemesi var. Yetmezmiş gibi bulunduğu yeri güzel kılacağı ve sevmesi gereken yerde; zehirleyip panzehir arayanların varlığı… Bildiğimizden ziyade; toplumlarca kabul edilmiş doğruları özümsemiş bir de yetmemiş gaye edinmişiz. Bırakalım yahu bunları. Bizi başkaları anlamaz ki, başkasının aklı da başkadır.  

Bir barajın küçücük çatlağı tarumar edebiliyormuş ya geri kalanı. Bedenine oturmamış sahte ruhu atıp, kurtulmak isteyenler, kendi olmak isteyip de olamayanlar neden yok edemiyor karşılarında olanı? Tüm bunlar olurken: Bir çift gözden dökülen masum ve bir o kadar da mazlum göz yaşının hesabı da neden görülmüyor? İşte tüm bunlar birer meziyet ister. Soruyorum bazen. Bu nasıl dünya?  Hikayesini anlatmak zor, yaşamak da… Ömür dediğin de karanlık bir gölgenin peşinden koşmak gibi. Ya o karartı sen değilsen? Öznesi kendinden meçhul bir cümle gibiyiz kısaca.

Kendimizi geçiyorum artık; yılları, mevsimleri, ayları, günleri bile hakkıyla yaşayamıyoruz biz. Kışta yazı, ilkbaharda güzü arayanlar misali. Kendimiz sandığımız fakat aslında öyle olmayan bedenciklerde nefes alan kırk altı kromozomlarız bence. Bırakalım dolaşsın tüm gerçek benliğimiz hakikatte. Güzel olan ender ve zordur neticede…

Kalıplaşmış eylemler kıyısından, özgün limanlara yürümeli. Üstümüze tam oturmayan lisanı, sesi, bakışı ve duyuşu da  olduğu yerde bırakmalı… Sahte bedeni de aslı ile yer değiştirdik mi her şey tamam. Gerçek apaçık ortadayken; kendimize yeni anlamlar yüklemek nafile.

Anlattıklarım, yanılsamalar mı, gerçekler mi, tahminler mi bilemem. Fakat Unutmamak gerek ki yüreklerimiz gerçekler ve yarım kalmış hevesler bataklığı.

Sen sevgili eylül; gerçeklerin ve  renklerinle boya bütün ruhları…

Visited 11 times, 1 visit(s) today
Close