Yazar: 17:45 Öykü

Yangın

Gazete kupürünü on üç yıldır her 27 Ocak’ta yaptığım gibi açıp önüme serdim. Kocaman bir başlık ‘‘Yunanistan’a Çelik İhracatı’’ detayını hiçbir zaman okumadığım bu haberin hemen altındaki köşeye, öylece sinivermiş bir başlık daha: “Yangında Nine ve Torunu Can Verdi’’  bakışlarım bu haberi okurken donuklaştı. Önce göz bebeklerim, ardından sırayla bütün uzuvlarım gazete kupürünün içine doğru akmaya başladı. Sonra her seferinde yaşadığım aynı sahne: saçlarım sıfıra vurulmuş, ellerim ve elbisem boyalı bir halde karakolun koridorunda ağlayarak:  

-Onu ben öldürdüm! Onu ben öldürdüm! diye bağırıyorum.

Polisler, katiller, caniler ve hırsızların hepsi birleşip kocaman bir çembere dönüşüyorlar;  ben bu çemberin ortasına çöküp kendimden geçiyorum. Elinde kolonyayla bir polis koşarak yanıma geliyor ve:

-Kalk oğlum! Kendine gel! diyor.

Gözlerim ağlamaktan şişmiş, içimde boyumu aşan bir acıyla doğruluyorum: 

-Polis Amca Gülizar’ı ben öldürdüm, diyorum.

Komiserin odasındaki siyah sandalyeye oturduğumda on üç yaşındaydım. İçimdeki acı henüz çok taze ve gevrekti. Parça parça bölünüp çoğalarak ruhuma yayılıyordu. Karşımda oturan komiserin uzun süre sessizce ve sabırla konuşmamı beklediğini hatırlıyorum. Nerden başlamalıydım anlatmaya? Hayatım kapkara bir is kokusuna dönüşmüştü.  Babamı sekiz yaşımdayken kaybetmiştim. Gülizar henüz iki aylıktı.  Annem genç yaşında hayata karşı bir cengâvere dönüşmüştü; ama faturalar pek merhametli sayılmazdı. Boya sandığını, omzumda okul çantamın iz bıraktığı yere takıp anneme bu savaşta yardım etmekten başka çarem yoktu. Gülizar da dört yaşına bastıktan sonra her sabah ben ve annemle birlikte erkenden çıkıp insanlığın arenasında sıcak ekmek savaşına dâhil oldu. Yanımda oturup selesine koyduğu çiçekleri tatlılığının hatırına hemencecik satabiliyordu. Hava çok soğuk olunca boya sandığım trampete, fırçalarım bagete dönüştüğünde, dokuz sekizlik ritimlerime dayanamayan Gülizar’ın dansı onun bedenini, benim içimi ısıtan bir sobaya dönüşürdü. Yaz akşamlarında, eve giderken önünden geçtiğimiz bir bahçenin duvarlarından sarkan hanımeli sarmaşığının kokusu bizi mest ederdi. Orada bir süre durur, başımızı yukarı kaldırıp gözlerimizi kapatarak sadece o kokuyu içimize çeker ve böyle bir bahçemiz olması için dua ederdik. Tanrı ne kadar da cömertti. Uçsuz bucaksız bir gökyüzünün altında ve sevgiyle kucaklayan bir yeryüzünün üstünde bizim gibi çocuklara yetmeyecek ne vardı?  Koskoca okyanuslar, o okyanuslarda yüzen balıklar, topraktan göğe uzayan ağaçlar, o ağaçlarda biten yemişler hangimize yetmezdi? Oysa kimimizin elleri misket çevirmekten, kimimizin ise ayakkabı boyamaktan çatlıyordu. Kimimiz okul sıralarında kareli defterler üzerinde, kimimiz müşteriden aldığı paranın üstünü verirken hesap yapıyordu. Dünya cömert yaratılmıştı, ama adil değildi. Neyse ki çocuktuk ve bizi büyüklerden ayrı kılan bir hayal gücümüz vardı. Mesela camekânından içerisine bakmakla yetindiğimiz manavların önünden geçerken, gökyüzü mandalina renginden nar rengine dönüşüyordu. 

Yangının çıktığı gün Gülizar çok hastaydı. Annem:

– Bugün evde kalsın. Ninen yanında nasılsa, akşama bir şeyi kalmaz, ’’ dedi.

Eğilip, cayır cayır yanan yanaklarını öptüm. Çiçek selesini de alıp annemle evden çıktık. Annem birkaç sokak ötedeki temizlik şirketine doğru yol aldı. Ben omzumda sandığım, kucağımda çiçek selesi ile vilayet binasının yolunu tuttum. Hava ılıktı, bir gün evvel yağan kar erimiş, her tarafta çamur yığınları oluşmuştu. Vilayet binasının önüne geldiğimde boya sandığımın yanına Gülizar’ın selesini koyup sırtımı güneşe yaslayarak beklemeye başladım. Nüfus Müdürü Yardımcısı Salim Bey beni görünce yanına çağırdı:

-Terlik var mı yanında? Ayağımdayken boyama, çoraplarım kirlenmesin şimdi, dedi.

Sandığımdan çivit mavisi terlikleri çıkartıp ayaklarının önüne koydum. Başımı kaldırıp yüzüne baktım. Salim Bey göbeğini benim mahrum olduğum kahvaltılıklarla doldurmuş, üstüne keyif sigarasını yakmış, karşıdan gelen bir arkadaşına el sallıyordu. Terlikleri giyip beklemeye başladı. Hızlıca fırçamı aldım, ayakkabılarını fırçalamaya başladım. Taba rengi ayakkabısını boyadıktan sonra kadife bezimle bir güzel parlattım. Götürüp önüne koydum. Arkadaşıyla sohbet ederken her zamanki aldırmaz tavrıyla ayakkabılarını giydi. Gözleri arkadaşında kahkaha atarak anlattığı mevzuya hiç ara vermeden elini cebine attı, yüzüme bile bakmadan beş lira çıkarıp bana uzattı. Beni görmeyen gözlerinin içine bakarak parayı aldım, sandığımın yanına gidip oturdum. Ayva tüyü sakalıma sürttüğüm parayı sandığımın içine attım. Gün peyderpey böyle sürüp geçti. Arada Gülizar’ı düşündüm. Ne de olsa sadece kardeşim değil, ortağım ve iş arkadaşımdı. Gün boyunca onun çiçeklerinden bir tane bile satamadım. Oysa o olsaydı böyle mi olurdu? Şimdiye kadar selesi çoktan boşalırdı. Minicik bedenini çiçeklerden boşalan seleye uzatıp esneyerek akşamı bekler, benden masal anlatmamı isterdi. Üç gün önce Kibritçi Kız’ı anlattığımda çocuk gözleri kocaman açılmış:

-O da mı bizim gibi çalışıyor? Ben çiçek satıyorum o da kibrit mi satıyor? diye bağırmıştı.

Kendisine benzettiği Kibritçi Kız’ın hazin sonunu Gülizar’a kıyamadığımdan değiştirmiştim. 

Gün akşamla kucaklaşmaya başlayınca bana da evimin yolu göründü. Mahalleme giden sokağa kışın soğuğu çökmüştü. Rüzgârın uğultusu beni korkutuyordu. Dışarıda kimsecikler yoktu. Evime biraz daha yaklaşınca duman kokusu almaya başladım. Kadın feryatları ve çığlıklar duyuyordum. Adımlarımı hızlandırdım. Duman kokusu gitgide daha da keskinleşiyordu. Evimin önüne çıkan sokağa dönecekken çığlıklar arasından annemin ‘Gülizaaaaaarrrrr!’ diye bağıran sesini ayırt ettim. Durdum. Duvara yaslandım. Çarmıha gerilmiş bir ikon gibi duvarın içine sinmek, orada renkleri soluncaya kadar bekleyen hissiz bir resme dönüşmek istedim. Midem bulanıyordu, korkuyordum. Çaresizce köşeyi döndüm. Evimizin yerini simsiyah bir gölge almıştı. Senelerce bizi barındıran evimiz, şimdi nineme ve Gülizar’a mezar olmuştu. Yaptığından utanırcasına başını önüne eğen bir çocuk gibi çatısı öne eğilmişti. Annem ağlamaktan yorulmuş, göğsünü yumruklamaktan bitap düşmüştü.  Gidip yanına oturdum. Annemin içinde yanan yangın, benim içime de günlerce ağladığım halde hala söndüremediğim o kıvılcımı sıçrattı.

Bir hafta sonra yangının nedeninin yakılıp yerlere atılan kibritler olduğu anlaşıldı. Gülizar kibritle oynamıştı. Ona anlattığım masalın sonunda, Kibritçi Kız yaktığı son kibritle kendini hanımeli kokan bir bahçede prenses olarak bulmuş ve hayatının sonuna kadar mutlu yaşamıştı. Daha küçücükken çalışmak zorunda kalan Gülizar’a prenses olma hayali kurdurmuştum. Gülizar, Kibritçi Kız’la aynı kaderi paylaşmıştı, ama onu ben öldürmüştüm. Sahi,  Kibritçi Kız’ı kim öldürmüştü?

Hicret Birik
Latest posts by Hicret Birik (see all)
Visited 7 times, 1 visit(s) today
Close