Yazar: 20:50 Deneme

Ya Zamanın Kendisi Hastalıksa?

İlk ne zaman fark ettiğinin bir önemi yok. Mühim olan “Bu oldu,” diyebilmesiydi. Çocuklar çocuk olduğunu bilmezler ya, bunun farkına varmanın tek yolu büyümektir. Yani, zamanı algılamak. Zaman akışı çizelgeleri oluşturup, kimsenin çıkışı bulamadığı o büyük labirentte, yaşam denilen döngüde kaybolmak. Zaman hakkında en çarpıcı tanımı bir filmde duymuştu. Filmin adı Arzunun Kanatları’ydı. Bir meleğin insanlaşmaya karşı duyduğu meraklarla dolu hevesini anlatıyordu. Elleri birbirine sürterek ısınmasının verdiği haz, sevdiğin birine dokunmanın tüm bedende yarattığı sıcak his, kahvenin ağızda bıraktığı o buruk tat… Sonsuz yaşama sahip bir varlığın arzularıydı bunlar. Hissiz bir yaşam, aşksız bir sevişme kadar ruhsuz ve mekanikti. Ölümsüz, lekesiz, ilahi bir yaşamın bile tadı tuzu olmuyor gibiydi. İşte zaman hakkında en çarpıcı tespiti, bir film sahnesinde, insanlaşmaya can atan bir meleği aşkla tanıştıran o kişiden duydu.

“Zaman her şeyin ilacı diyorlar, ya zamanın kendisi hastalıksa?”

SEMPTOM

“Bir daha onu göremeyecek miyim?’’ diye sorduğunda, hayatının Musa’nın asasının Kızıldeniz’i ikiye ayırdığı gibi iki döneme ayrılmasından seneler evvel, inançla inançsızlık arasında toplumsal dayatmaların yüküyle henüz dogmalara boyun eğmediği körpe zamanlarda, bir filmde rastlayacağı o olağanüstü saptamadan 24 yıl öncesiydi. Aslında beklediği bir cevap da değildi. Henüz özlem, görev başı yapmamış şaşkınlık sırasını bekleyen tüm duygulara rehberlik ediyorken; örgüsü yarım kalmış pembe bir yelek, mutfak tezgahına sıra sıra dizilmiş aşureye dönüşmeyi bekleyen fasulye, buğday ve kuru üzümler, tuvaletin kenarına zarafetle asılmış bir daha hiç ıslanmayacak olan taharet bezi, suskun söylevlerinde dünya üzerindeki tüm dillerin yapabileceklerinden çok daha maharetliydi. Tüm evi hakimiyeti altına alan yarım kalmışlığın mahcubiyetini dışarıdan bir gözün anlaması mümkün olmasa da, yuva denilen o meskende yaşayanların gözüne takılan en küçük detay, kaybın yarattığı derin boşluğu ölüm diye seslenilen anlamsızlıkla buluşturuyordu. Keşke, acaba, eğer, belkilerle sürüp giden içsel soruşturmaların çözümü olmadığı gibi, kimsenin, büyük teyze Saba’nın ani ölümü hakkında konuşmaya niyeti de yoktu. Bilmedikleri bir şey daha vardı ki, o da son gece Saba’nın ağzından dökülenlerin bir hayalet gibi tüm hayatı boyunca küçük kızın peşini hiç bırakmayacağıydı.

TEŞHİS

Ölüm insana ne zaman yakışırdı? Shakespeare ustalığındaki teatral ölümleri seyretmek için para veren insanla, inançsız olmasına rağmen sevdiklerinin hayatı söz konusuyken kulağını çekip, tahtaya üç kere vuran da aynı insandı! Zamandan payını cömertçe alıp ihtiyarlığa erişmenin ayrıcalık olarak görüldüğü yaşamda, yaşlanmanın bir hastalık olarak kabul edilmesi yolculuklarına birlikte nasıl devam edebiliyordu? İnsan tüm bu çelişkilerle delirmeden yaşamayı nasıl başarıyor, öleceğini bildiği bir hayatta diğer gayrettaşlarıyla birlikte, hem de aynı zaman diliminde, toplum olarak bir aradalığı nasıl koruyabiliyordu? İçlerinden biri nasıl bir gece dışarı çıkıp, “Hepimiz öleceğiz, uyumayın!” diye avaz avaz bağırmıyordu? Buna benzer davranışlara yeltenenler ise toplum koruyucusu görevini üstlenen rütbeliler tarafından engelleniyor, akıl sağlığı bozulduğu gerekçesiyle rehabilite merkezlerine kapatılıyordu. İnsan beyninde ölüm düşüncesini engelleyen evrimsel bir mekanizma hüküm sürüyor gibiydi. Bu mekanizmada arızası olanlar ise deli olarak ötekileştiriliyordu. Bir zamanlar Saba teyzesinin de kendi hikayesini akıl almaz bir sonla bitirmeye karar verişini delilik olarak kabul ettikleri gibi!

Bu düşüncelerle boğuşmaya başladığı dönemler, hayatı her an, her sürprizine rağmen göğüslemeye hazır hissettiği, şaşakalmanın güzelliği denilen o ayrıcalıklı beceriye sahip olmaktan gurur duyduğu zamanlara rastlamıştı. Hayatı kör kurşun dediği tesadüflere bırakmayı göze alamayacak kadar önemsediği, tüm gelecek zamanlar üzerinde söz sahibi olabileceğine dair sezgisel itikatlara sahip olduğu coşkulu zamanlar… Saba teyzesinin ölümü kutsayarak nelerden kaçtığını henüz anlayamadığı zamanlar…

NÜKS

Bayrak yarışı misali, ailenin kadınlarından aldığı tüm mirası sırasıyla gerçekleştirme müsabakasında, evlilik parkurunda tökezlediği zamanlarda başladı zamanı sorgulamaya. Ne çok kitap okumuş, seminerlere katılmış, alanında uzman kişilerle uzun sohbetler etmişti… Otuzlu yaşlarının sonlarında, kadınlık listesinin hemen hemen tüm maddelerinin üstünü çizme başarısının bir illüzyon olduğu farkındalığının yarattığı depremler göğsünün tam ortasında onu sürekli karanlık düşüncelere çeken girdaplar kadar sarsıcı değildi.  Kadınlık ve erkeklik kavramlarının ötesinde, tüm kalabalıklara rağmen insanın tek başınalığına dair muazzam bir kavrayıştı. Her insanda var olan ancak bazılarının şiddetle farkına vardığı buruk bir zafer… İnsanın ölümlülüğünün kaçınılmazlığı. Belki de şimdi, hemen!  

Ne mi yaptı? Herkesin en iyi bildiği ama sandıkları kadar kolaylıkla yapılamayanı… Yani, hiçbir şey! Öyle büyük büyük cümleler de aramadı kaçışına. Yapamaz mıydı? Kierkegaard gibi ‘Tanrı benimle ne kastetmiş olabilir?’ sorusunu, Augustinus’un ‘Anlamak için inanıyorum.’ düşüncesiyle birleştirip, eklektik bir yaşamı tüm olası itirazlara kalkan edip, tüm sorumluluğu kendi dışında yüce bir güce devrederek adına da pekâlâ inanç diyebilirdi. Düşünceden uzak bir iman güneşte ısınmak kadar kolaydı. Katı ya da ılımlı gerçekçiler gibi tikel ve tümellerin dünyasına hapsolmayı seçip, kavramsal bir düzlemde, üç boyutlu bir yaşam sürmeyi de becerebilirdi. Ama bir boyut daha vardı ki, tüm geçmiş düşünürler kadar onu da meraklandırıyordu. Çünkü neredeyse tüm tarih boyunca cevabı aranan “Nasıl mutlu olurum?” sorusunun anahtarı bu boyutta saklıydı. Yani, zamanda…

“Neden ben benim de sen değilim? Neden buradayım da orada değilim?”

“Zaman ne zaman başladı ve mekân nerede bitiyor?”

“Nasıl olur da, ben olan ben, ben olmadan önce var değildim?”

“Ve nasıl olur da, ben olan ben, bir zaman sonra ben olmayacağım?” diye sordu melek filmde. Ve o gün o filmde bir melek insanlaşmak için can atarken, yaşam denilen gerçeklikteki kadın da yine kendince kahramanlaşmak için can veren bir insanın gizemini, çocukluk denilen geçmiş zamanı şimdiye davet ederek çözmeye çalışıyordu. Zamana bırakmakla elde ettiği tek şey yarın denilen bilinmeyen bir zamana ertelediklerinin yarattığı anlamsızlık hissiyken, tüm yarınlar bugüne vardığında yeni gelen yarınların provasından öteye geçemiyordu. Yıllar, her sene zoraki üflenen bir doğum günü pastasında cılız aleviyle dimdik durmaya çalışan mumlar gibi eriyip gidiyordu.

İLAÇ

“Her yer kan içindeydi… Filmlerde dahi göremeyeceğiniz kadar çok kan! İlk çığlığı kim attı hatırlayamasam da banyodan gelen nemli demir pasını andıran yoğun kokuyu zamanın hiçbir anı silemedi. Yere baktığımda, içeri girip çıkanların ayaklarına bulaşan kanların izleri gözüme çarptı. Zeminde ayak izleri kan çiçekleri gibi motifler oluşturmaya başlamış, yoğun kan kokusu, ter kokuları ile bütünleşip varlık kazanmıştı. Korku, kokuyla hayat bulmuş, burun deliklerimizden süzülüp ruhumuzu işgal ediyordu. Ve ben çocuktum. Henüz büyüyeceğim zamanlara boy atıyordum. Zaman ilaçtır demişlerdi. Kokunun hükümranlığından kurtulacağım çok günlerim vardı daha. Zamanla geçecekti. Öyle dediler. Ama yıllar geçti de Saba teyzemin son sözlerinin türlü türlü kokulara bulanıp tüm anılarımı kanatışı hiç geçmedi.

“Sadece eşikten geçeceğim küçüğüm. Dünya rahmine, dünya göbeğine, yeryüzündeki cennete döneceğim. Biliyor musun, her insan aslında bir kahraman. Sen de kahramansın. Bunu insan ancak kendi başına bulabilir. Yol ortada, herkese açık. Ama fedakârlık olmadan kurtuluş da olmuyor. Daveti duydum ben. Çağrının kendisi şiddet dolu. Hiçbir yaratık var olmayı bırakmadan daha yüksek bir doğa elde edemez. Bunu bir gün anlayacaksın küçüğüm.”

Ertesi sabah, evimizin pembe çiçekli banyosunda, ardında törensel bir ölümle kendini kurban edişinin nedenlerini açıklayan mektup dahi bırakmadan yaşamı terk etmeyi seçti Saba teyzem. Antik zaman kurban törenleri gibi her bir damarını kesişine bir anlam yüklemişti belki, ama onu bulanların bu gizemi anlamasını beklemiş olabilir miydi? Zaman akışının başlarında henüz ayaklarını sokarak yaşama alışmaya çalışan bana ölümünden bir gece evvelki sözleri yaşamım boyunca her tür kokuyla hortladı.  Kadın cinnet getirmiş dediler ve intihar edenin cenaze namazı kılınır mı kılınmaz mı tartışmalarının ardından dayımın sözü geçen ahbaplarını araya sokmasıyla apar topar isimsiz bir mezara gömdüler. Saba teyzemden artakalan bedeni yıkayanlar, bir damla kan barındırmayan kabuğun adeta hayalete benzediğini söylediler. Çocukluk zamanlarım, tombul Saba teyzemin bembeyaz hayaletini hayal ederek geçti.”

O gün terapide böyle anlattı doktora. Henüz bir filmde, bir oyuncunun repliğinde, onu ters yüz edecek o cümleyi duymasına 5 yıl vardı.

TEDAVİ

Kırklarında, ne çok genç ne de ihtiyarlık kapıda denilen bir zamanda, yaşlılığın tedavi edilebilen bir hastalık olduğuna inanılan bir yüzyılda, yaşamla ilgili en çarpıcı tespite bir filmde rastladı. Tesadüflerin mucizelerine inanmayı isteyecek ve her olasılığın mümkün olabileceğinin farkına varacak kadar teslim olmaya hazırken, insanlaşmaya çalışan bir meleğin güneşin aydınlattığı renkleri insanların gözlerinde görmenin avuntusuyla mutlu oluşunun nedenlerini sorguladı. Bu gayretiyle eş zamanlı olarak peşinde sürüklediği hayaletin ona ne demek istediğini aynadaki solgun yüzüne bakarken sezmeye çalıştı. Tutunamayanlardan biri, Oğuz Atay, ne güzel söylemiş diye geçirdi içinden; ‘Bazısı teğet geçer, bazısı deler geçer, bazısı deşer geçer; ama mutlaka geçer.’ Zamanla geçer diyenlere esaslı bir cevaptı bu. Ama onunki bir anı olmaya razı değildi ki geçsin!

“Filmdeki melek gibi, o da kendini kokuyla var ederek yaşamaya can atıyor işte!” diye mırıldandı inceden. O an yaygın kanıların aksine zamanla ilgili en sarsıcı keşifle yüzleşti.

Zaman her şeyin ilacı diyorlar, ya zamanın kendisi bir hastalıksa?

Ve peşinde çılgınlar gibi dolanan hayaletine dönüp bıkkınlık içinde şöyle dedi, “Ben seyirci olmaktan son derece mutluyum. Kahraman olmak zorunda mıyım?”

Editör: Çisem Arslan

Visited 15 times, 1 visit(s) today
Close