Yazar: 18:28 Öykü

Ve Ağladım

Otuz yaşımı geçtim, hâlâ kimsem yok. Biriyle tanışırım düşüncesiyle buraya geldim. Oysa herkesin bir tanıdığı var, bana bakmadılar bile. Şahsen ben de kendime bakmak istemem. Güzel bir manzarayı izlemeyi tercih ederim. Köşedeki masada üç kişi: ikisi sevgili, diğeri yancı. Bu da bir manzara. Ve ben bu manzarada değilim, olamam da. 

Garsonu çağırdım, “Bira alabilir miyim, lütfen,” dedim. “Şuradakinden olsun, çok teşekkürler.” Elimle menünün en üstündekini gösterdim. Garson uzaklaşırken, sandalyenin arkasına doğru gerindim, acaba buraya hiç gelmese miydim? Yok, yok. İyi oldu geldiğim. Yalnız da olsa, insanın hava alması gerekiyordu, kimi zaman başka birinin sesini duymak bile iyi geliyordu. Hem biram da geldi şimdi, soğuk, bakalım beni dertlerimden kurtarabilecek mi? Hızlı içersem, hızlı etki eder. Ben de çabucak kaçarım kendimden, rahatlar, sıkıca yapıştığım yakamı bırakırım. Birayı kafama diktim. 

“Bir tane daha.” 

“Hemen efendim.”

Sandalyemi çekip ellerimi masada birleştirdim. Bira altlığını tutup parçalara ayırmaya, can sıkıntımı geçirmek için bu parçaları yan yana dizmeye başladım. Kimi davet edebilirdim ki? Olsa olsa birkaç erkek arkadaşı, yani anca hemcinslerimi. Zaten kadınların benimle konuşması, boş vakitlerinde bara gidip takılması için bir sebep yok. Acaba… Alkol ne zaman etki edecek? Sonuçta, buraya kurtulmak için gelmiştim, içimdeki o seslerden.  “Bir tane daha,” dedim. 

Saçlarımı düzelttim, gömleğimin yakalarını da. Köse suratıma ve sivilce izlerime dokundum. Kimse görmemişti beni, görmelerini de beklemem zaten. Demek ki hâlâ aynıydı her şey. Yüzüm bakılamaz bir halde… Ne zaman düzelecek? Zaman geçip gidiyor, garson bir o masaya bir bu masaya servis yapıyordu. Az önce getirdiği biraya baktım, üç yudum çektim şişeden. Boğazımdan su gibi akıp geçti veya şekilsiz âdemelmamdan… Her neyse. Nihayetinde şişeyi kafama diktim. Garsonun masaya uğramasını bekledim. “Bir tane daha,” dedim. “Bir de ayna.” 

“Aynamız yok efendim?” Yüzüme boş gözlerle baktı garson. “Lavabolar şu tarafta.’’ Beni mi gösterdi? Ne? Başım dönüyordu. Arkamı döndüm, parmağın ucunu takip ederek, üzerinde “Tuvalet” yazılı tabelayı gördüm.

İçerisi sidik ve kusmuk kokuyordu.   

“Kim kustu ulan buraya?”   

Yanımdaki çocuk cevap verdi.

“Bilemiyorum valla.”

Ben de bilmiyorum. Buraya bunun için gelmedim. Sarhoş olduğum için geldim. Çirkin insan yoktur, az alkol vardır dedikleri için geldim. Aynada yüzüme baktım. Bir insana ait olamazdı, gerçek olamazdı. Mesela yanımdaki şu çocuk, onun hakiki bir yüzü var. Sevgilisi de vardır. Zaten yüzü olanların sevgilisi de oluyor. Kim ki bu? Masada görmüştüm. Çiftin yanında, sap kalmış olan zavallı, yancı. Ona sorasım var, neden yalnızsın?   

Tuvaletten çıktım. Pavyonda içtiğim o gün, en son o gün kurtulabilmiştim bu duygudan. Çirkin değilim ulan demiştim. Sen çirkinsin, o çirkin, ben değilim! Oysa tüm bu düşünceler gelip geçiciydi. Burnumu yaptırdığım, yüzümü gerdirdiğim, kontak lensimi ilk kez kullanmaya başladığım gün de böyle oldu. Şu bira. Çoktan bitti, işte kendimi iyi hissettiğim o güzel günler de öyle hızlıca geride kaldı, ertesi sabah kayboldular.

“Garsooooonnn!”   

“Buyurun efendim.”

Kendimi insana benzetecek kadar sarhoş muyum? Evet, sarhoş olmaya başladım, ama niye tüm hislerim aynı? Ayna. “Ayna lazım bana.”

“Size söyledim, aynamız yok.”

Ama ben ne yapacağım o zaman? Her biradan sonra tuvalete mi yürümem gerekiyor? Şişenin üstünden baksam kendime. Ama tam görünmez, bulanık, bulanık? Garsona derdimi anlatacak gücüm yoktu. İşaret parmağımı kaldırdım, “Bir,” dedim. “Bir ya!”   

Birayı içtim, üstüne bir tane daha söyledim. Cebimi yokladım, para için değil, çakı oradaydı. Bıçağın metal yüzeyinden burnumun yansımasını görebiliyordum. Burnumu değiştirdiğim iyi oldu. Kelebeğe dönüşmek istiyorum, evet. Belki her şeyimi değiştirsem, kafamı çakıyla kesip -ki bunun için kasap bıçağı daha uygun olur- şuradaki yakışıklınınkiyle değiştirsem… Barın girişinde yakışıklı bir adamın posteri, onunkiyle yani… Pavyona gitseydim keşke, orada güzel kadınların posterleri var, kimseye kendini kötü hissettirmiyor. Oysa burada, ben hariç herkesin bir tanıdığı var. Dikkatimin tümünü şu çocuğa verdim. Çiftin yanındaki çocuk, gözlerini benden kaçırıp duruyordu. Sonra bir ara miyav sesi duydum. Barın ortasındaki masada bir İran kendisi vardı. Elimdeki çakıyla oynadım. Yanaklarıma batırsam, tombulluğunu alsam, keserek, çenemi belirginleştirip gıdımı törpülesem, erkeksi hatlar, o zaman kimse benden gözünü kaçırmaz.   

“Buyrun,” dedi garson birayı koyarken, korkulu gözlerle bana baktı. “Yalnız,” dedi, yutkunduğunu gördüm. “Onu cebinize sokmanızı rica edeceğim.”

“Neyi?”

Gözleriyle elimi gösteriyordu, çakı.  

“Siktir,” dedim, irkildi. “Ne zamman çıkarmışım… Doğru diyorsunuz, doğru…”

Çakıyı cebime koydum.

“Baksanıza,” dedim. “Kedinin burada ne işi var?”

Kedi barın ortasından bağırdı.

Miyavv!   

“Müşterimizin kedisi efendim, fazla ses de çıkarmıyor aslında. Rahatsız mı oldunuz?”

Doğru ya, doğru. Cebimi yokladım, çakı oradaydı. İran kedisi, bir bar kedisidir. Tüyleri kabarık, kuyruğu yele gibi, kimse ondan gözlerini kaçırmadı bu yüzden. Bunun da pos bıyıkları var, posterdeki adam gibi, çevik, atik, makine.

“Kimse,’’ dedim. “Bana akmıyor.” 

“Anlayamadım,” dedi garson şaşırarak.   

“BAKMIYORLAR, BAKMIYORLAR!” diye düzelttim. Sonra aklıma garip bir şey geldi. “Barrda tekir kedi var mı?” 

“Yani galiba, biri getirirse…” Etrafına bakındı. “Şu anda yok. Ama biri getirirse neden olmasın? Tabii ki alırız.”   

Yalan söylüyordu! Cebimdeki çakıyı yokladım. Garson biraz sonra yanımdan ayrıldı. Biradan bir yudum aldım, bir tane daha. Tuvalete baktım, ben David Beckham değilim, kapı açılıp kapandı. Biradan bir yudum daha. Keşke pavyona gitseydim. Doğurmayın kardeşim, çirkin olacaklarsa doğurmayın. Sokaktaki tekir kedilerin tamamını bıçaklayacağım, anaların rahimlerini de parçalayacağım. Bir yudum daha. Şu poster var ya, şu poster. Onu doğuran ananın ise ayaklarını öpeceğim.   

Sonra… Sonra… Barın girişinden gelen sesle irkildim. Tak, tuk, tak. Tek gözümü aralayıp, bunun ne olduğunu seçmeye çalıştım. Bir yudum daha. Bu bir topuklu, bir bacak, kılsız. “Ateşşşşşş,” diye mırıldandım. Bu… David Beckham’ın karısı. Kadının yüzüne baktım, göz göze geldik. Yanımdaki sandalyeyi çekti, “Sizin eve geçelim mi?” demedi, sonra oturacak gibi yanaştı.

“Boş mu?” diye sordu.  

Ona şöyle dedim: “Evet, evet, evet.”

Gülümsedi. Gülümsedim. Dudakları dolgun, İran kedisi. Sandalyeyi çekti, dizleri kırılmadı, kıçı yere eğilmedi. Dimdik durdu, hala ayaktaydı. Sandalyeyi aldı ve yürümeye başladı. Barın köşesine, üç kişinin oturduğu masaya gitti, sevgililerle tokalaşıp yancı çocuğun yanağına dolgun dudaklarını götürdü. Biliyordum ben ne yapacağımı! Evet, kesinlikle! Bir hışımla kalktım. Çarpa çarpa… Masalara.   

Birilerinin sesleri. Dikkat etsene bee! Omzumu duvarın köşesine vurdum. Yine de yalpalayarak yürümeye devam ettim. Kasiyer beni gördü. Arkamdan garsonlar koşturuyordu. Kendimi kapıdan dışarı attığımda, ayaz, iliklerime kadar işleyen bir soğuk. Montumun önünü kapayıp koşmaya başladım. Bir yandan da geriye bakıyor, barın önüne fırlamış elemanların küfürlerini işitiyordum. Biliyordum ben ne yapacağımı. Ara sokaklardan birine girince ancak soluklanabildim, her şeyi hesaplamıştım. Sokak lambasının birinin altında, kaldırıma oturup etrafa bakındım hemen. “Pisi pisi pisi.” Ses yoktu. Bir daha çağırdım, çöp konteynırının oradan siyah bir kedi fırlayıverdi. Tekir. “Pisi pisi pisi.”  

“Seni bu acıdan kurtaracağım,” dedim. Anlamadı muhtemelen, anlasa daha hızlı gelirdi yanıma. Kafasını dizime sürttü, pos bıyıkları yok bunun, ellerimle başını okşadım. Yavaş, yavaş. Kollarından kaldırıp, ayna gibi tuttum onu kendime, çirkin suratına baktım, seyrek tüylerine. Çubuk gibi dikilmiş kuyruğuna, İranlı değildi, kendime baktım, hangi aydayız? Mart, ama yalnızsın. Bak işte, kaderimiz aynı, sen de benim gibisin. “Sen de,” diye mırıldandım. “Çöpün içinde.”    

Kucakladım kediyi, geldiğim yoldan geri dönüp barın girişine vardım. Elemanlar süratle yanıma üşüştü. “Yuok be abicimm,” dedim. “Ödeyeceğiz herhalde paranızı.” Acilen bir yere gitmem gerektiğini, buranın sürekli müşterisi olduğumu da belirttim. Bunu duyunca sakinleştiler, hatta içlerinden biri özür bile diledi. Kucağımda tekirle bara tekrardan girdim, kalktığım masaya geri oturdum. Herkes bize baktı, İran kedisi bile baktı. Kızın biri gülümsedi, öteki parmağıyla tekiri gösterdi. Kulağına eğildim kedinin, adını mutluluk koyuyorum, boynunun altını okşadım. “İşte,” dedim. Mutluluk miyavladı. “Acıdan kurtulduk.” Bugünlük, bugünlük. Kafamdaki sesler, kayboldular. Ne mutluluk çirkindi ne de ben. Üstümde zafer sarhoşluğu vardı. Az önce sipariş ettiğim biradan bir yudum aldım, “Oh be,” dedim. 

Ve ağladım. 

Levent Berkay
Latest posts by Levent Berkay (see all)
Visited 10 times, 1 visit(s) today
Close