Yazar: 18:34 Film İncelemesi

Üzüntü Üçgeni – Sans Filtre

Yönetmen:    Ruben Östlund
Senaryo:         Ruben Östlund
Oyuncular:    Harris Dickinson, Charlbi Dean, Dolly de Leon, Zlatko Burić, Henrik Dorsin, Vicki Berlin, Woody Harrelson
Görüntü Yönetmeni: Fredrik Wenzel
Ödül:    Altın Palmiye (Avrupa Film Ödüllerinde beş dalda aday)
Süre: 150 dk.
Çıkış: 28 Eylül 2022

“Hepimiz aynı gemideyiz. Tuvalet tıkandığında ve fırtına patladığında rollerimiz değişebilir.”

Üzüntü Üçgeni, kapitalizmin grotesk aşırılığı ve nasıl kendi kendini yok ettiğine dair sağlam bir temaya sahip çok güçlü ve çekici bir film olmakla beraber, tüketici bireyi sınırlarına kadar test eden çağdaş durum ve onun güç dinamikleri hakkında sert bir hiciv içeriyor.

Östlund’un üç perdelik bu filmi, The Square’den (2017) sonra Cannes Film Festivali’nde ikinci galibiyetini aldı ve bu yılki Altın Palmiye’nin sahibi oldu. İsveçli film yapımcısı Östlund, genellikle keskin hicivli durumlarda insan davranışını inceleyen alegorik özelliklere sahip filmler yapıyor. Üzüntü Üçgeni de önceki filmleri gibi birbiriyle bağlantılı, bir dizi hikaye gibi oynayan epizodik bir içeriğe sahip.

Film, Carl ve Yaya’nın üst düzey moda ve sosyal medya etkisi dünyasında gezinmesiyle başlar. Carl ve Yaya sosyal medyada sık rastlanan dürüst konuşma kisvesi altında, birbirlerine attıkları çengelleri ve ilişkilerindeki güç dinamiklerini deneyimlemek için bir araya gelirler. Bütün sermayeleri sosyal medyadaki takipçi sayılarıyla sınırlı olan Carl ve Yaya, gerçek sermaye sahipleriyle yani kendini Marksist ilan eden Thomas Smith’in kaptanlığını yaptığı 250 milyon dolarlık lüks bir yatla gezintiye çıkarlar.  Bir fırtına bütün yolcuları iğrenç ve başıboş bir karmaşaya sürüklediğinde film, vermek istediği mesajının anlamını aktarmaya başlar.

Film uber zenginlerin bir kusmuk ve dışkı nehrinin tepesinde neler yaşadığının anlatıldığı sınıfsal bir hikâyenin üzerine kuruludur. Aralarında bir teknoloji abisi, bir el bombası üreticisi ve  bir gübre satıcısı da olan bir avuç ultra zenginin milyon dolarlık bir yatta karşılaştırmalı felsefe derslerinin, viski eşliğinde kaptan Thomas Smith tarafından verilmesine tanık oluyoruz. Her perde hem sarsıcı hem de aydınlatıcı bir manzara değişikliği sağlayarak karakterler arasındaki ilişkileri yeni bağlamlar üreterek seyircinin dikkatini açık tutuyor. Carl’ın Yaya’nın karşısındaki ezikliği çerçevesinde genişleyip duran ikinci perdede ise, Yaya’nın kendisine kıyasla az parası olan yakışıklı Carl’ı sadece fotoğrafını çeksin diye yanında tutuyor olması gözlerden kaçmıyor. Ruben Östlund, bu ikisini yatın zengin konuklarının ve geri kalanının güçlerini sorgulatmak için yata alıyor sanki.

Üzüntü Üçgeni, süper modellerin sığlığı, Rus oligarklarının bayağılığı ve küresel tüketici kapitalizminin acımasız eşitsizliği hakkında pek çok içgörü sunuyor.

Son sahne, hayatta kalanların güç ve insan doğası hakkında bir alegori canlandırdığı, keşfedilmemiş bir çöl adasının kıyılarında gerçekleşiyor. Östlund bu alaycı ahlak oyununda karakterlerin sadece grotesk şifreler yerine insanlar gibi davranmasına izin veriyor. Oyuncular, özellikle teknenin temizlik ekibinin bir üyesi olan ve diğerlerinde olmayan hayatta kalma becerilerine sahip Abigail üzerinden güzel metaforlar üretiyor.

Östlund’un filmi, işleyiş tarzıyla bilindik gerçekleri en aptalca, en alçakça ve en çatışmacı yollarla ifade ediyor. Özellikle Dimitry ve Kaptan Smith, birbirlerine Karl Marx, Mark Twain, Margaret Thatcher ve Ronald Reagan’dan alıntılar yaparak kendi ideolojilerini tartışırlar. Viski ile beraber sosyalizmin ve kapitalizmin erdemleri yudumlanırken, bu arada yattaki misafirler kusmaya başlarlar ve tuvaletler salonlara taşar.

Zenginlerin en çirkin hali erdemden bahsetmeleridir. Östlund’un gerçekten söylemek zorunda olduğu tek şey bu mu? Yoksa tıkanan tuvaletin ardından Filipinli “tuvalet müdürü” Abigail kendini birden zirvede bulma metaforuyla yaşanabilecek bir distopik bir evrene gönderme mi yapıyor? Sömürünün yönü 250 milyon dolarlık lüks bir yatta mı değişiyor? Birbirlerine bu kadar yabancı olanların ne kadar da aynı olduklarını görmemizi mi istiyor?

Paolo Genovese, Perfetti Sconosciuti’de (2016) bu benzeşmenin yabancılaşma boyutunu basit bir oyunla anlatır. Perfetti Sconosciuti de aynı bu filmde olduğu gibi tek mekânda geçer, Sevgilisi tarafından terk edilmiş birinin evli arkadaşlarından telefondaki mesajları ve aramaları paylaşmalarını ister. Filmin sonunda, masadaki bütün eşlerin birbirlerine ne kadar yabancı oldukları ortaya çıkar. Sosyal medya kullanıcılarını uzaklardaki benzerlerine ulaştırırken yıllarca aynı mekan birlikteliğinde bulunanları da birbirlerine yabancılaştırmasına tanık oluyoruz. Milyon dolarlık bir gemide ilkelleşerek aynılaşan insanların gemiden inince kendilerine ve toplumlarına yabancılaştıklarını ve her sınıfın kendine özgü adi kurnazlıklarını fark etmeye başlıyoruz. Çağdaş iki yüzlülüğün hicvedildiği bu çalışmada da yönetmen Batı’nın sınırsız korkunçluğuna biçimsel bir titizlik ve entelektüel disiplinle yaklaşıyor ve izleyiciyi haklı bir kızgınlığa sürüklüyor.

Filmde kullanılan dil üzerine şunları söylemek da fayda görüyorum. Sinemada imgenin büyüleyiciliği önemli değildir. İmge, ger­çeğe ulaşma haliyle imgedir. İmge, doğrudan gerçeğe ulaşma biçimi olarak kullanılan bir dildir. Bu dil geleceği gözetleyen, yönetmenin hezeyanlarını sayıklayan düşünsel ya da sezgisel görüş değildir. Bir görme açıklığı yaratan her imge gerçeğin kendisidir. Aslında sinema bir semiyolojidir, işaretlerin ve imgelerin bileşenlerinden kendisine özgü bir dille resim, fotoğraf, tiyatro ve sirkten kendini ayırmak için yüz yıl içinde bir bakış aksiyomatiği geliştirmiş bir sanat türüdür. Her yönetmen kendi kültürü ve zamanı için imgeler yaratıp kendi yüzyılı veya kültürü içinde bir etki yaratıp bu dile katkıda bulunur.

Ruben Östlund da bu filminde kapitalizmi ve onun geniş reklam ağı olan sosyal medyayı “kusmuk, dışkı, bayağılık” grotesk imgeleriyle ifade etmeye çalışmış. Kullanılan bu dile baktığımızda yönetmenin, -kendi kısa filmleri de dahil- sinemaya bir gösteri değil, temsil olarak baktığı anlaşılıyor. Üzüntü Üçgeni’ne baktığımızda bu temsiliyet imgelerinin dar mekanlarda 150 dakikada bütün tenkit araçlarını kullanarak anlatıldığı görülüyor.

Sinema, izleyicisine bir bakış yoğunluğu sunar; eğlencenin ve keyfiyetin ardında duran bir bakış yoğunluğu… Sinema filmi içinden çıktığı kültürün bir parçası değil tam kendisidir. Lüks bir yatta sıkıştırılmış grotesk imgelerle anlatılan hayatlar gerçek hayatta da böyle görülür ve yaşanır. İnsan her daim ilkeldir. Beğenilme, gösterme, imrenilme insana özgü ilkelliklerdir ve kapitalizm de bu ilkellikten doğar ve beslenir. Üzüntü Üçgeni’nde de yat imgesi üzerinden bu eleştiri dili kullanılır. Yat, kelimenin tam anlamıyla aşağı doğru sıralanan, yukarıyı asla rahatsız etmeyen mürettebat ve misafirlerden oluşan yapıdır.

Bu filme teknik açıdan da bakacak olursak, sabit zeminlerde olan çekimler, gerçekçiliği oldukça arttırmaktadır. Mesela karadaki veyahut restauranttaki çekimler, kameraların hareketsizliği ile yattaki kusma sahnelerinin çekimlerinde seyircinin de içini kaldıracak seviyede titreyen çekimlerdir. Hayatın doğrusal büyümesinin hikayesidir. Bu büyüme, hikâye gelişiminin oldukça kademeli olmasına ve ayrıntılara gösterilen özeni destekliyor.

Filminin ismi tartışmaya açık, çünkü Fransızcasının kelime olarak tam karşılığı “filtresiz” fakat Türkçeye Üzüntü veya Hüzüntü olarak çevrilmesinin bir anlamı olduğunu düşünüyorum. Üzüntü üçgeni, insanların kaşlarını çatmaktan veya endişe göstermekten kaşlarının arasında oluşan kırışıklıkları ifade eder. Filmin başlarında, kast yönetmeni Carl’a gözlerini gevşetmesini ve daha güzel görünmek için ağzını açmasını söyler. Ne kadar tanıdık değil mi?

Östlund’un sığ seçkinleri eleştirdiği, keskin diyaloglarla inşa ettiği bu eğlenceli hikayesinin bir ortağının da TRT’nin olması ayrı bir güzellik olmuş.

İyi seyirler.

Editör: Çisem Arslan

Visited 17 times, 1 visit(s) today
Close