Yazar: 16:54 Öykü

Bir Doğu Masalına Yolculuk: Yaroşa’nın Gül Bahçesi

Kar durmaksızın yağıyordu. Köyün tabelası, sislerin arasından belli belirsiz göründü. Uzaktan tek tük ışıkları yanmış küçük odun evlerin dizildiği köyün siluetini fark edince birden heyecanlandı. Uzun saatler süren yolculuğunda hemen hemen hiç gözünü kırpmamış, gece boyunca ders vereceği kitapları çalışmış, kendini ertesi güne öğrencilerine hazırlamıştı.  Yeni mezun öğretmenler arasında Moskova’dan uzak böyle bir köyde çalışmayı istemek, yoldaşlara yakışacak bir hareketti. O gece giderken yüreği taş gibi büzüşmüştü korkudan. Görevi için evi bir gece önce yirmi iki yaşında terk edecek küçük kızları Yaroşa için salonda tüm ailesi toplanmış, onu ağlamaklı gözlerle uzun uzun izlemişlerdi. O gece babası Yaroşa’dan çok sevdiği Rachmaninoff’u çalmasını istemişti. Yaroşa, her zaman yaptığı gibi babasını kırmamak için piyanosunun başına oturmuş, tuşlara bu kez ezercesine basmıştı. Müziğin kırgın melodileri, onları bu zorunlu ayrılık öncesi biraz daha sarsmıştı.

Tren fundalık alanda durdu. Nihayet köye varabilecekti. Kendisinden başka burada inen olmamıştı. Garın saati de durmuş, geçmişten bir zamanı gösteriyordu. Ortalıkta kimsenin olup olmadığını kolaçan etti. İleride kendisine yakınlaşan bir ayak sesi duydu. Sonra ayağı topallayan, fırça bıyıklı hantal görevli başını çevirmeden yanından hızlı hızlı geçti. Adama seslendi ama sadece parmaklarıyla ilerideki sık ağaçların bulunduğu bölgeyi göstererek homurdandı.

Köye varmak için mavi ladin ağaçlarının çevrelediği Hahta ormanından geçmek durumundaydı. Okulun müdürü bu yolun güvenli olduğunu ve en fazla bir saat süreceğini, onu alabilecek tek atlı arabanın meşgul olduğunu telgrafla bildirmişti.  

Sık fundalıklarla çevrili, karla kaplı ormana adımını attığında puhu kuşlarının kahkahaya benzer çığlıklarıyla karşılandı. Ağaçların kavuklarından onu izleyen parlak gözleri gördü. Ne zaman başını çevirse, önce kahkahaları duyuyor sonra o buz gibi gözlerle karşılaşıyordu. Mavi valizi giderek ağırlaşıyor, ayaklarında derman kalmıyordu. Bir okula varabilsem bir güzel dinlenir kendime gelirim, diye avundu. Kahkahaları duymamak için bir şarkı söylemeye başladı. Ayakları giderek donuyordu. Bastığı yerdeki buz, ince bir çizgi şeklinde çıtırtıyla kırıldı. Dengesini korumaya çalıştı. Hemen bulunduğu yerden başka bir buz kütlesine atladı. Arkasından bir ses işitti.

“Pişt pişt, sana diyorum, mavi valizli!” Geriye döndüğünde hiçbir şey göremedi. Rüzgâr, ağaçların arasından ıslıklar çalarak tipi şeklinde esiyor, adeta onunla eğleniyordu. Önünde dev bir baykuş ayaklarını ağaca geçirerek ters dönmüş ona bakıyordu.

“Seni bu ormandan kolay kolay geçirtmeyeceğiz. O çocuklara gitmeye çalışan kaçıncı öğretmensin bunu biliyor musun?”

Karşısındaki dev baykuşu görünce afalladı.

“Bakın, benim yoldaşlara verilmiş bir sözüm var. Mutlaka oraya gitmeliyim. Bırakın yoluma devam edeyim. Öğrencilerim beni bekler.”

Kırmızı rugan ayakkabılarıyla bir adım attığı anda altındaki buz bir kere daha çatırdadı.

“Biliyor musun, bu kırmızı rugan ayakkabılara göre değil bu yollar. Şu kaba köylü botlarından giymen gerektiğini sana söylemediler mi? Moskova’daki sıcak evinizde bunlardan yok muydu? Çok yazık, cık cık…”

Genç öğretmen kararlıydı, hemen yanındaki kayalığa attı kendini. Siyah kıvırcık saçlarının uçları buz tutmuştu.

“Botlarım yok ama yürüyebiliyorum. Oyalama da yoluma devam edeyim. Bak yerdeki buzlar giderek kırılıyor.”

Yeşil, mor tüylü baykuş bir anda dev kanatlarını açtı. Havalanıp önündeki ağacın kavuğuna girdi.

“Madem bu kadar kararlısın, gör bakalım gününü. Bu kavuktan girersen kardan ve buzdan kurtulursun.” diye bağırdı.

Baykuşun gösterdiği yoldan gitmekten başka bir şansı yoktu. Ayakları donmak üzereydi. Kavuktan adımını atmasıyla bir girdabın içine düştü. Hızla dönerek yere çakılıyordu. Ne kadar sürdüğünü hatırlamıyordu. En sonunda bir çamur havuzunda buldu kendini. Ortalık sisle kaplıydı. Baykuşu aradı, göremedi. Hiç olmazsa burada buz ve kar yoktu. Ağır ağır yerinden doğruldu. Kırmızı pelerinini silkeledi. İleriden bir su sesi duydu. O tarafa doğru yöneldi. Orman iyice sıklaşmıştı. Mor floresan ışığı saçan iki dev kelebek ona yaklaştı. Yakından bakınca onların ellerinde okul çantalarıyla yüzleri çocuk yüzüne benzeyen iki kelebek öğrenci olduklarını gördü.

“Hey,” diye bağırdı. “Öğrenci misiniz? Okula mı gidiyorsunuz?”

Kelebekten öğrenciler, alaysı bir ifadeyle etrafında dönmeye başladılar.

“Evet tabii, okula gidiyoruz ama bize yabancılarla hele kırmızı rugan ayakkabılı olanlarla konuşmamamız gerektiği söylendi.”

“Bakın çocuklar ben öğretmenim. Karşı köyün yeni öğretmeni. Bana bu ormandan nasıl çıkacağımı söylemeniz gerekiyor.”

“Bizim öğretmenimiz olmadığınız ortada. Madem öğretmensiniz, kanat bakımı bilimi hakkında ne biliyorsunuz anlatın bakalım.”

Yaroşa’nın doğal olarak kanat bakımı bilimi hakkında en ufak bir fikri bile yoktu.

“Haklısınız, sizin kitaplarınızı bilmem ama siz kelebeklerin aslında kurtçuklardan dünyaya geldiğini ve nasıl dönüştüğünüzü de anlatabilirim.”

Meraklı kelebekler bunları dinlemek istediklerini söyleyerek karşılığında ona şu bilgiyi verdiler:

“Çiçek tarlasını bulup gül ile tanış. Dikenleri kollarını kanatacaktır.”

Bunları öğrendiğine sevinen Yaroşa, baykuşun uzun uzun onu çağırmasını işitti. Kafasını bir tur döndürdükten sonra ardıç ağacının dallarına kondu.

“Hah, işte sana bir ipucu daha: Gülleri ve onların aşığı bülbülü dinlemen gerek. Onların arasındaki muhabbeti anladığında evrenin sırrını çözmeye yakınsın demektir. Önce anlayacak, sonra arınacak ardından evrenin ruhuyla birleşeceksin. Yaşamın ve ruhun arasındaki dengeyi bulduğunda önündeki yol aralanacak.”

Genç öğretmen kırmızı rugan ayakkabılarıyla çamurdan yolda yürümeye başladı. Sis iyice bastırmıştı. Ayakları çamurda kayıyordu. Çiçekli kırmızı elbisesi yer yer çamurla kaplanmıştı.

Kendini bildi bileli gülleri çok severdi. Öğrenci kelebekler gülün olduğu tarlaya gidiyor olmalı diye aklından geçirdi. Bütün dikkatini burnuna yönelterek hızla koklamaya başladı. Küçücük bir kızken bahçıvanlarıyla bahçelerinden gül toplamaya gittiği günler aklına geldi. Evlerinin önündeki bahçede, rengarenk güllerin cömertçe güneşi selamlamalarını gözünün önüne getirdi. Onları makasla gövdelerinden keserken canlarının acımasını duyar gibi olmuştu. Öğretmenlik görevi için bu uzak garip köye gelmeyi babası için kabul etmişti. Aslında kafası şehirdeki yeni ışıltılı okuldaydı. Oranın öğrencileri de binalarına benzer pırıl pırıldı. Bu küçücük köydeki ağzı votka kokan köylülerin hırpani yaban tiplerini ve tezek kokulu tarlalarını düşününce bir fena oldu. Partisindeki görevini ve babasına verdiği sözü düşününce silkelendi. O okula varmak zorundaydı. Bu sefer başının üzerinde uçuşan kara kargalar ilerlemesine engel oluyorlardı. Onları kovmak istedikçe sayıları artıyor, bazıları ağzındaki taşları, cevizleri üstüne atıyordu. Kırmızı pelerininin başlığını sinirle kafasına geçirdi. Önüne bakmadan adımlarını atmaya çalışırken babası aklına geldi.

Küçücük bir kızken geceden korktuğunu söyleyince sadece bilgeliğin ışığının kötü düşünceleri kovabildiğini gülerek anlatmıştı. 

Aklına tekrar o doğu masalı geldi. Güle aşık bülbülün, dikenlerini kendisine batırarak ölüme ve sonsuzluğa kavuşma hikayesini hatırladı. Gözünden bir damla yaş aktı. Bir rüzgâr esti, bir yıldız kayacakken elini ona uzattı.

“Gel, seni o gül bahçesine götüreyim.”

Gözlerini kapattı. Gökyüzündeki yıldızların arasından kaydıraktan kayar gibi ilerlediler. Yeryüzünde altın saraylar, dev minareler gördüler. Sonra mis gibi gül kokan, geniş bir bahçeye indiler. Bahçe türlü çiçeklerle bezeliydi. Geniş balkonlu, altın varaklı o sarayda, hilal gibi kavisli kaşlara, gonca gibi ağza, güneş kadar parlak bir yüze, kırmızı yanaklara sahip gülü gördüler. Gül mağrurdu, onlara aldırış etmedi. Yaroşa ağacın üstünde güle kemanlar çalıp şarkılar söyleyerek yüzünü ona göstermesini isteyen bülbülü gördü. Bülbül, Yaroşa ve yıldızı fark edince daha da güzel parçalar söylemeye başladı. Bir yandan da dikenlerin üzerinde dans ederek kanıyla beyaz goncalara renk veriyor, onlar da birer kırmızı gül olarak doğuyorlardı. O kadar çok şarkı söyleyip dans etti ki sonunda bülbülün sesi kısıldı, mavi renkli kanatları soldu, son nefesiyle Yaroşa’ya dönüp “Genç öğretmen, evren hayal ettiğin kadar var, biliyorsun öğrencilerin de senin gül bahçen. Onları yalnız sen kırmızı bir güle dönüştürebilirsin,” diye öttü.

Bülbülün son nefesini vermesiyle Yaroşa’nın elindeki kitap kapandı. Tren gara yaklaşmıştı. Karşısında hilal kaşlı, elma yanaklı, gonca ağızlı bir kız oturuyordu.

“Sizi uyandırmak istemedim ama öğrencileriniz sizi karşılamaya gelmişler,” diyerek gardaki minik kalabalığı gösterdi.

Editör: Enes Yılmaz

Visited 20 times, 1 visit(s) today
Close