Yazar: 18:30 Kitap İncelemesi

Toprakta Büyür İnsan!

Yeni kitaplar keşfetmek her zaman bana heyecan vermiştir. Yeni yazarlar okumak, insanın edebi zevkinin çeşitliliğini artırır, derinleştirir. Çoğu zaman sahici okurları heyecana sevk eder, mutluluğuna mutluluk katar.  Kitaplar, her şeyden önce insanı mutlu eden çok nadide bir uğraş, bir zevk, bir ilgi alanı olmalıdır diye düşünüyorum. Burada, bu ilgi alanında yeni hayatlar gizlenmiştir. Yeni ufuklar belirmiştir. Yeni insanlar, toplumlar, coğrafyalar, diller, sözler, sözcükler bu kitaplar ve bu yazarlar sayesinde gün yüzüne çıkmış, biz okurların duygudaşlık hislerini pekiştirmiştir. Pekiştirmeye de devam edecektir. Ben de bu heyecanla oturdum yine bilgisayarın başına. Yeni bir yazarı keşfetmenin, yeni bir kitabı okumanın heyecanıyla günüme lezzet kattım âdeta.

Çok genç bir yazar var karşımızda, Kerem Bakıcı. Kerem Bakıcı; 1987 yılında Diyarbakır’ın Hazro ilçesinde doğdu.  İnönü Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öyküleri 2014 yılından bu yana kitap-lık, Varlık, Öykü Gazetesi, Sarnıç, 14 Şubat Dünyanın Öyküsü, Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi, Karahindiba, Masa gibi çeşitli dergilerde ve Galapera Fanzin’de yayımlanmış.

Toprakta Büyür mü İnsan?  üç bölümden oluşuyor.  Bu üç bölümün içinde toplam on beş öykü yer almaktadır.  Bazı öyküler yarım sayfa bazı öyküler de sekiz sayfa. Ama kısalığının ya da uzunluğunun bir önemi olmaksızın bu öykülerin ortak noktası, hayatın içinden bize seslenmeleridir. Aynı derinlikte aynı özenli dilde bize bir gerçeği anlatmaktadır.  Doğu Anadolu’nun ya da Güneydoğu Anadolu’nun herhangi bir köyüne, mezrasına, ilçesine, şehrine gittiğinizde bu öykülerle aynı konuyu taşıyan binlerce gerçek öyküyle karşılaşırsınız. Bugün her Anadolu evladı “Oy havar” seslenişini derinden hisseder. Çünkü muhakkak o acılı cümleye bir kere maruz kalmıştır. Acıyı derinden hissetmiştir.

“Ölüm Kokan Boşluk” belki de yüzyıllık bir rüyayı anlatır. Ataerkil zihniyetin olmadığı, kadınların erkeklerle eşit olduğu, hatta bir nebze anaerkil düşüncenin hâkim olduğu bir atmosferde kulağımıza bir şeyler fısıldar. Pek de mümkün olmayan ya da olsa bile uzun zaman alacak bir fikirdir burada işlenen. Bir isyanın çığlığı ve haklı davası bizi karşılar.

Birinci bölüm farklı konuların işlendiği, kısa hikâyelerin anlatıldığı bölüm. Ama dil ve derinlik bu hikâyelerde bize sonraki bölümlerde olacakların habercisidir. Dilin egemenliğinden ve olayların sahiciliğinden bahsediyorum. İkinci bölümdeki bütün hikâyeler birbiriyle bağlantılı. Merakı canlı tutuyor yazar. Sonraki hikâyelerde ne olacağını tahmin etmeye çalışamadan bir anda şaşırtıyor okuru.  Bu bölümde yine saf duyguların önde olduğu, anlatılmak istenenin alenen anlatıldığı, lafı eğip bükmeden konunun aktığı bir atmosferde buluyoruz kendimizi. Mesela hikâyede; “Pus çöktü”, “Dikkat et” diyen de hepimizin annesi değil mi, ayrıca teslimiyetin ve endişenin ilk belirtileri değil mi? Hikâyenin başlangıcında bir gerilim hisseden sadece kahraman değildir. Bu gerilimle beraber sonrasında devam eden arkadaşlıklar, sürekli hikâyeye eşlik eden puslu atmosfer, bundan on beş sene önce mahallelerde olan arkadaşlık duygusunun en belirgin halinin ifadesidir. Sonu korkunç olsa da hikâyenin kendi içindeki akışı bizi eskilere götürüyor. Gözlerinizin dolması eskilerin samimiyetinden, aralarındaki ilişkilerden geliyor. O ilişkilerdeki karanlık tarafın yüzünüze indirdiği tokadın acısını hissetmenizden.

Yazarın hayatından da izler taşıdığını ikinci bölümde Kerem karakterinden anlıyoruz. Piç Murat, Kerem, Macit, Pışo Meheme, Zozan, Reco karakterlerinin dünyasına ikinci bölümde misafir oluyoruz. Bu bölümdeki hikâyeler, bu arkadaşların hazin bir aşk hikâyesi etrafında yaşadıklarını anlatıyor. Ve belki de bu bölümdeki hikâyelerin en can alıcı yeri şu cümlede beliriyor: “hüzne boğulduğunu saklamak için güler insan.”[1] Bu cümlede, kendi toprağımda olanları ve çocukluğumu şekillendiren benzer duyguları ve acıları görüyorum. Bu cümlede ne çok sır, hayat, öfke, hayal kırıklığı saklı. Bu nedenle aslında kitabın en can alıcı kısmı ikinci bölümdür.  Karanlık havaya rağmen benim en çok sevdiğim bölüm diyebilirim. “ Eskiler ‘ölü meyvesi’ der alıca. Çocuklar mezara dalıp da zarar vermesin diye. İçindeki sert çekirdeği ölünün kemiği, dışında yenilen yumuşak kısmı ise etinden olur derler.”[2] Anadolu’nun çoğu yerinde anlatılan bunun gibi hikâyelerle bir nesil büyüdü. Bu hikâyeler bir neslin sohbet konusu oldu. Korkuları, merakları, inanışları böyle hikâyelerle şekillendi. Aşk hikâyesinin sonunu da ‘Alıç Ağacının Bedduası ‘ belirliyor. Bu hikâye gerçek oluyor.

Üçüncü bölümdeki hikâyeler ise birbirinden bağımsız hikâyelerden oluşuyor. Yine hayattın içinden bize sesleniyor. Karakterler bizden, olayları hayatımızın içinden.  “Kel Tepe’den Uzayan Gölge” deki Haris ve Salih bizim köylerin ortak değerleridir. Göz önünde olan ve hep söz konusu olan iki karakter. “Düş Artıkları” fazla sitemli ama günümüz dünyasının gerçekleri. “Buhran”da anlatılan belki kitabın en çok düşündürücü kısmı. Ve de fazla şehirli.  Günümüzdeki bir nebze entelektüel buhranların anlatıldığı hikâyedir. “Bu park hoşuma gitmiyor değil. Mevsimler ve insanların ve onlarla beraber düşüncelerin ve düşüncelerden arta kalan kırıntıların ve yüreklerdeki çarpıntıların tezahürlerini buradan izler oldum. Yaşamak, can sıkıntısından da öte bir sıkıntı denizinde boğulmak mı?[3] Bu hikâyede anlatılanlar taşra insanın dünyasından biraz uzak diyebiliriz. Onlar henüz kendi dünyalarında boğulacak kadar sıkışıp, kalmamışlar. “Susarak düşüncelere dalmak, kendi içimde yolculuğa çıkmama yardımcı oluyor. Kimsenin kimseyi anlamadığı bu dünyada gerekli bir şeymiş gibi geliyor bana.”[4] fazla şehirli ve düşün dünyası geniş şehirli insanın hali değil mi?  Bu hikâye bir geçiş evresini anlatıyor, ‘Toprakta büyütüyor’ insanı, kendi toprağında. Şehirde ya da taşrada. Çoğu kişide bunu görebiliyoruz.

Bu kısa ama etkileyici kitaba dair çok şey yazılabilir ve yazılmalıdır da.  Anlatımıyla bir kitap ne kadar sarsıcı olabiliyorsa o kadar sarsıcı, o kadar derinlikli. Belki de beni bana anlattığı içindir, bilmiyorum; ama bu kitabı okuyan her insan durup geçmişi sorgular ve başka hayatların, insanların dünyasında kendini bulur. Yazarın ilk kitabı olmasına rağmen usta bir kalemin yazdığı hikâyelerden eksiği yok. Dile hâkimiyetiyle ustalıkla işliyor kelimeleri. Bir gün hak ettiği ilgiyi görür umarım. Ve ilerde edebiyatı  -iyi edebiyatı- belirleyen birkaç kişiden biri olmasını diliyor, bir sonraki kitabını da sabırsızlıkla bekliyorum. İyi edebiyatla kalın!


[1] Kerem Bakıcı, Toprakta Büyür mü İnsan?, Yapıkredi Yayınları, İstanbul, Kasım 2021, s. 29.

[2] Kerem Bakıcı, a. g. e., s.31.

[3] Kerem Bakıcı, a. g. e., s.61.

[4] Kerem, Bakıcı, a. g. e., s. 61.

Editör: Melike Kara

Doğan Yalçın
Latest posts by Doğan Yalçın (see all)
Visited 6 times, 1 visit(s) today
Close