Yazar: 20:09 Öykü

Takip

O gün sevdiğim parfümü almak için evimden uzak bir parfümeriye gitmiştim. Yürüdüğüm cadde bir nehir yatağına benziyordu. Tüm şehir bu caddeye akıyordu sanki. Kimi alışverişe, kimi ailesiyle yemeğe, kimi sinemaya, kimisi de sevgilisiyle buluşmaya çıkmıştı. Guruplar halinde gezenler de vardı, benim gibi yalnız takılanlar da. Konuşanlar, gülenler, kahkaha atanlar, sokak sanatçılarının halaylı, tempolu şarkıları, mağazalardan gelen reklam müzikleri… Hepsi birbirine karışıyordu. Cadde genişleyince insanlar hızlanıyor, daralınca da birbirine çarpmamak için yavaşlıyorlardı. Bu insan selinin içinde yürürken önümde birinin dönüp dönüp bana baktığını fark ettim. Bu komşumuzun oğlu Ömer’di. Geçen sene bir sokağın başında yolumu kesmişti, ilçeye gideceğini ama parası olmadığını, ağzında gevelemişti. O parayla torbacılardan mal alacağını bildiğimden, yol parasından bir kuruş daha fazla vermemiştim. Bu olaydan birkaç gün sonra birini bıçakladığını, tutuklanıp cezaevine gönderildiğini, sonra da hastaneye yatırıldığını duydum. Uzun bir süredir ilçeye gitmiyordum, demek taburcu olmuş. Ama haline bakılırsa tedavisi pek işe yaramamış, para bulmak için yine ortalığa düşmüş.

Aramıza mesafe girsin düşüncesiyle biraz yavaşladım. Belki izimi kaybettiririm diye bir iki mağazaya girdim. Mağazadan çıktığımda onu göremeyince ondan kurtulduğumu düşünüyordum ama bir süre sonra bir yerlerden tekrar beliriveriyordu. Belli ki beni gözüne kestirmişti. Tenhada yakalasa hiç affetmeyecek diye içimden geçirdim, o yüzden kalabalıktan ayrılmıyordum.

Kamburlaşmış, yürüyüşü de tuhaflaşmıştı, atığı adımın üzerine iyicene basıp öne doğru eğiliyor, kalabalığın içinde bir kaybolup bir görünüyordu. Geçen seneki kıyafetlerin aynısı vardı üstünde. Kirden ne renk olduğu belli olmayan yamalı bir ceket,  kemer yerine bir iple sıkıca bağlanmış paçaları yırtılmış bir pantolon. Kıyafetleri aynı olduğuna göre o keskin ter kokusu da duruyordur üstünde, diye düşündüm. O kokuyla savaşa gitse bir orduyu hiç silah kullanmadan yenebilirdi.

İlerledikçe daha sık arkaya bakmaya başladı. Nereye gideceğimi biliyor gibi peşinden gelip gelmediğimi kontrol ediyordu sanki. O dönüp baktıkça daha çok tedirgin oluyordum. Kafamdan bin bir türlü senaryo geçiriyordu.

Ömer’den kurtulmanın yollarını ararken kalabalığın içinden birinin bana seslendiğin duydum. Etrafıma bakındım. Üniversiteden arkadaşım Aziz, bir dükkânın önünde durmuş, onu görmem için bana el sallıyordu. Hemen yanına gittim.

“Nereye gidiyorsun böyle, nasılsın?” dedi gülümseyerek.

Selamlaşıp hal hatır sorduktan sonra, “Gel büroya geçip bir çay içelim, üşümüşsündür,” dedi.

Aziz’in bu teklifini hemen kabul ettim, bir kurtarıcı gibi karşıma çıkmıştı, ona sarılmamak için kendimi zor tutuyordum.  Aziz’in bir bürosu olduğunu bilmiyordum.  Hem de böyle işlek bir caddede. Bürodan içeri girmeden önce Ömer’e bir kez daha baktım,  fakat kalabalığın içinde onu seçemedim. 

Ne var ne yoklarla başlayan muhabbeti uzattıkça uzattım, orada oyalanmaya çalıştım. Aziz’in söylediği her şeyi dikkatle dinliyor, üzerine bir şeyler ekleyip tekrar sorular soruyordum. O da hayatının fırsatı eline geçmiş gibi başarılarını iştahla anlatıyordu. Evlenmiş, iki çocuğu varmış, bir de başkasından devraldığı bu büroyu açmış. Allah’ım ne çok konuşuyordu, üniversitede ondan neden kaçtığımızı o an hatırlıyorum, o zaman da susmak bilmiyordu. Bir süre sonra çok sıkıldım. Geleli iki üç saat olmuştur, Ömer gitmiştir, diye düşünerek kalktım. Aziz, vedalaşırken bir daha geleceğimin sözünü aldı.

Bürodan çıkınca etrafa bakındım, yine aynı kalabalık, Ömer ortalıkta yok, biraz rahatladım ama onu düşünmeden de edemiyordum. Krize girdiği o günü hatırladım. Anne babasının çığlıkları, Ömer’in onlara “Bana para verin,” diye bağırışı, elindeki mavi saplı bıçağı onlara doğru sallayışı geliyordu aklıma. Bütün komşular feryatlarına koşmuştuk. Ömer bizi görünce korkup kaçmıştı.  Annesinden ziyade babası çok perişandı,  “Ölse de kurtulsak,” diyordu ağlayarak.

Yaşadığım mahalleye geldiğimde hava bayağı kararmıştı. Evden bir iki saatliğine çıkmıştım ama Ömer yüzünden çok oyalandım. Birkaç ihtiyacımı karşılamak için evime yakın bir markete girdim. Hızlıca alışveriş yapıp bir an önce eve gitmek istiyordum. Birkaç şey aldıktan sonra bisküvi ve çikolata reyonuna geçtim, oradaki raflara bakınırken arkamda birinin olduğunu hissettim. Ardından keskin bir ter kokusu geldi burnuma, bu Ömer’in kokusuydu. Tüm vücudum ürperdi, hemen arkama döndüm. Elleri havada bir şekilde yakaladım onu. Belli ki onu tam bana saldıracakken fark etmiştim.  Arkaya doğru bir adım attım, o da bir adım yaklaştı. Yüzümdeki korkuyu görüyor ama tepki vermiyordu. Gözleri kan çanağı gibiydi,  yüzü kırış kırış ve kesiklerle doluydu. Kıpırtısız bana bakıyor, hiçbir hareketimi kaçırmıyordu. Konuşursa belki yumuşar diye “Nasılsın Ömer?” dedim,  yüzüme bakıp sustu. Bir süre sonra cebinden mavi saplı bıçağını çıkardı. Elimdeki eşyalar yere düştü. İkimiz de tedirgindik. Bağırmayı düşündüm ama bağırsam bıçağı direkt saplayacaktı. Yine de sakinliğimi korumaya çalışarak “Paraya mı ihtiyacın var?” diye sordum. Ama sessizliğini bozmadı. Ne bir market çalışanı ne de bir müşteri o tarafa doğru gelmiyordu. Etrafıma bakıp kendimi koruyabileceğim bir şeyler aradım.  Elindeki bıçağı çekip üstüme doğru geldi. Saçlarımdan tutup arkama geçti, saç diplerinden iyice sıkarak kulaklarıma eğildi, “Şıııış” diye ses çıkarıyordu, canım çok acıyordu.  Bedeninden ve ağzından gelen o kötü kokuyu içime çekmemek için onunla birlikte soluk alıp vermeye çalıştım. Ama buna rağmen terinin ve çürümüş ciğerlerinin kokusu parmaklarından saçlarıma ve oradan da tüm bedenime doğru yayılıyordu.  Bıçağı boynumda gezdirmeye başladı. Bacaklarım boşaldı,  sendeledim,  saçlarımı iyice kavrayıp yukarı doğru çekti beni, daha fazla dayanamayacağımı anlayarak, “Cüzdanını ver,”  dedi. Çantamdan cüzdanımı çıkarıp ona verdim. Bıçağı boynumdan çekip belime doğru getirdi. Bıçağın sivri ucu kıyafetlerimi tek tek kesip tenime kadar geldi. Daha da ilerleyecekti ama bisküvi reyonun başında bir adamın bizi görüp bağırmasıyla Ömer’in beni yere atması bir oldu. Rafları devire devire kaçtı. Bizi gören adam arkasından koştu ama onu yakalayamadı. Sesimize gelen müşteriler ve market çalışanları başıma toplandı. Birileri beni yerden kaldırıyor, birileri bana su veriyor, birileri de polisi arıyordu.

Cüzdanımı almış ve kaçmıştı. Aklımdan geçen onca senaryonun içinde, hayatta kaldığım tek senaryo buydu. Sağ çıkmıştım ama bir türlü kendime gelemiyordum. Korkudan ziyade, o koku soluğumu kesmişti; midem bulanıyordu. Çantama uzandım, yeni aldığım parfümü çıkarıp yarısını üstüme sıktım. Bir süre sonra parfümün kokusuyla onun kokusu birbirine karışınca daha fazla dayanamayıp oraya yığılıverdim.

Editör: Hatice Akalın

Reşide Değirmi
Latest posts by Reşide Değirmi (see all)
Visited 7 times, 1 visit(s) today
Close