Tüm gücümle ittiğim paslanmış demir kapı, kurumuş begonvil yığınını bahçe yolunun kenarına süpürüyor. Çıtırtılı bir hüzün yayılıyor öksüz bahçeye. Nar ağacının cılız dalında kuruyup kalmış nar, zamanı durdurmaya yeminli. Pergolanın kiremitleri dişleri dökülmüş bir ihtiyarın ağzı gibi sırıtıyor. Üst kat balkonuna asılı “Satılık” yazısının yarısı güneşten solup silinmiş; uzaktan bakınca “ılık” diye okunuyor. “Bu ılık evi kim almak ister acaba?” diye nafile bir çabayla neşelendirmeye çalışıyorum kendimi.
Avucumda sımsıkı tuttuğum anahtar ile ne yapacağımı bilemiyorum bir süre. Kapıyı açıp içeri girmeye gücüm yok. O bildik kokusunu tahmin edebiliyorum kapalı panjurların ardında hapsolmuş evin. Gerisin geriye dönüp bahçeden çıkıyorum. Çam ağaçlarının gölgesindeki Arnavut kaldırımı yoldan yokuş aşağı yürümeye başlıyorum. Sahile çıkar bu yol. Yani çıkardı yirmi yıl önce. Bu kariyer sevdalısı kız “İstanbul da İstanbul!” diye tutturmadan ve ağzının payını bir güzel almadan önce.
Elimde plastik kova kürek takımım, lastiği gevşemiş Barbie mayomun düşüp duran sağ askısını düzelte düzelte sahile varırdım. Omuz başlarım güneşten kavrulana, ellerim tuzlu sudan buruşana, midem açlıktan sıkışana dek kalırdım. Deniz, karpuz kokardı. Bir de süt mısır.
Çam ağaçlarının iğnelerini elimle süpürüp sahile bakan o meşhur banka oturuyorum. Hâlâ aynı bank bıraktığım gibi duruyor. Sırt kısmının sağ yanında ismim olacaktı. İsimlerimiz. Eda kalp Murat. Kazıdığımız gün mıh gibi aklımda. Gümüş rengi mehtap. Ergen dudaklara konan ürkek bir öpücük. Bira kokusu. Tuzlu fıstık. Kafamı sağa sola sallayıp savuşturuyorum flu görüntüleri zihnimden. Şimdi bu anıları yad etmenin sırası değil. Geçmişte kalan güzellikleri ezik hayatımın küf kokularıyla çürütmek haksızlık olur.
Sahilin hemen bittiği yerde bir sörf okulu açılmış. Çocuklar hevesle rüzgârda oynaşıyor. Kimi suya düşse de pes etmeyip tekrar tekrar tırmanıyor sörf tahtasının üzerine. Kimi alıp başını açıklara varıyor. Güneş, çırpıntılı denizin yüzeyinde ışıldıyor. Sahilden çocuklara ara ara komutlar veren adam oldukça tanıdık. Güneş gözlükleri ve şapkasından kim olduğunu tam çıkaramasam da merakım beni gafil avlıyor, kumlara bata çıka yanına yürüyorum.
Murat bu! O benden daha şaşkın. Sıcacık sarılıyoruz birbirimize. Tişörtüne yapıştırdığım burnum bildik kokusuna çarpıyor. Her yazımın aşkı. O son yaza dek… Üniversite bitince İstanbul’a gittiğim ve artık buraya dönmediğim yaza…
Sörf tahtalarının hemen yanındaki masaya oturtuyor beni. Serin esen rüzgâr hafifçe ürpertiyor. Bahar güneşi içimi ısıtmaya yetmiyor. Hırkama sarınıyorum. Hemen çay ve su getiriyor. Benim çayım açık. Unutmamış. İlk söze giren o. Anneme üzülmüş. Cenazesine bile gelemediğim anneme. Aramış beni. Doğru. İyi değildim. İhanet, boşanma, işten kovulma derken son derin darbe, ölüm. Teker teker gelin dedim. Dinletemedim. Telefonunu açacak gücüm yoktu işte. Anlatmaya çalışıyorum bütün bunları. Üzülüyor. Gerçekten. Samimi bir keder görüyorum gözlerinde. Ben hepsini hak ettim diyorum, sana yaptıklarımdan sonra… “Yıllar geçti üzerinden, çocuktuk,” diye geçiştiriyor kibarca.
Onu nasıl aldattıysam, nasıl hor gördüysem aynılarını yaşadım ben. Neymiş efendim, üniversite bile okumamışmış. Bu ilişki yürümezmiş. Peşinden koştuğum masterli ultra kariyerli herif ne yaptı? Ezdi geçti, dümdüz etti beni.
Konuyu usta bir manevrayla değiştirerek sörf okulundan bahsetmeye başlıyor. Harika iş çıkarmış gerçekten. Hep hayaliydi. Düşünüyorum da benim hiç böyle tutkuyla bağlandığım bir hayalim olmadı. Sanrılarım oldu. Modern hayatın dayattığı saçma sapan mekanik hedefler. Murat hep romantik olan taraftı.
“Hiçbir şey için geç değil, sil baştan başlayabilirsin,” diyor ellerini tahta masanın üzerinde kenetlerken. Güneş yanığı ellerine dokunmak istiyorum. Bu düşüncemi yarıda kesip bulut kümelerini kucaklayan gökyüzüne bakıyorum meşhur şarkıyı mırıldanırken. “Sil baştan başlamak gerek bazen, hayatı sıfırlamak!” Ne çok dinlerdik birlikte. Başa sara sara. Kalbim göğüs kafesimi deli gibi tekmeliyor: “Çok üzdüm seni be Murat!” diyorum içime içime.
Bir anda yerinden kalkıp sahile koşuyor. İki elini ağzının kenarlarına megafon yapıp çocuklardan birine geri dönmesini salık veriyor. Kalkıp yanına gidiyorum. Sağ elimi siper edip suda renkli yusufçuklar gibi uçuşan yelkenlere bakıyorum.
“İyi bir evlilik de yaptım deme, küt diye düşer bayılırım!”
“Eh, fena değil diyelim. Şu kıvırcık saçlı kız bana benziyor mu?”
Gözlerim fena doluyor. Onun adına çok seviniyorum. Sol yanımda anlam veremediğim incecik bir sızı peydahlanıyor. Yıllardır susturamadığım vicdanımın sesini kesebileceğim artık. En azından birimiz mutlu. Ela gözleri ışıltılı. Alnına dökülen tuzlu kıvırcık bukleleri yine afacan. Çok iyi görünüyor! Peki ya ben?
Bizim evin hâlâ satılmadığını söylüyor. Eğer istersem ilgilenebileceğini ekleyerek. Hiç değişmemiş. Hâlâ fazla iyi. Bu perili köşk ve uçuşkan anılar, elimde avucumda kalan yegâne şey. İstanbul’a dönüşümü soruyor. Karar vermedim ki henüz. Hem niye döneceksem? Akşam Sadi Baba’da rakı balık yapmayı teklif ediyorum. Tabi eşi ve kızıyla. Saat yedide buluşmak üzere ayrılıyoruz.
Bu defa avucumda sıktığım anahtarı kilide yerleştirip evin rutubetten şişmiş kapısını açıyorum. O bildik koku çarpıyor burnuma. Daha kesif, daha da kekremsi. İçimi tuhaf bir huzur kaplıyor. Nicedir uzak bir his. İyi geliyor. Hem de çok. Uyuyan toz tanecikleri rüzgârımla havalanıp dans ede ede yere iniyor. Gıcırdayan ahşap merdivenlerden usulca üst kata çıkıyorum. Panjurları kapalı odamın hüzünlü loşluğunda balkon kapısını açıyorum. Demir korkuluklara asılı “Satılık” yazısının iplerini çözüp balkonun seramik zeminine bırakıyorum. Artık “ılık” değil bu ev. Benim “sıcak” yuvam…
Editör: Gülhan Tuba Çelik
- Sil Baştan - 29 Haziran 2024
- Ayna - 16 Şubat 2024
- Yükler - 21 Eylül 2023