Yazar: 20:10 Öykü

Park

KAYDIRAK

Dudaklarına götürdüğü bardağın içindeki suyu; miktarına bakmadan, susamış gibi değil de boğazına bir şey takılmış gibi içmişti. Sanki bir saniye önce sararmış avuçlarına doldurduğu renkli, küçüklü büyüklü ilaçları aceleyle midesine indirmemiş gibi… Öyle sıradan bir gönderme; sanki biraz sonra içtiği ilaçların midesinde dans etmesine, kaymasına yardımcı olmayacak gibi… Öyle olağan; her gün yaptığı bir şeymiş gibi ilaçları tek tek yuvasından çıkarırken çıkan sesleri taklit ederek, sayarak; 1,2,3,4… Yeter.

TAŞINAMAYAN BAŞ

Öğretmen servisinde, önlerde yer olsa da arkada oturmayı sever, kendini emaneten bir koltuğa ilişirken bulurdu. Asla ait olmadığını ve olamayacağını bildiği vasat zihin oyunlarının etkisiz havasına kendini bırakmadan, ayakta kalmakla oturmak arasında bir kararsızlığı sırtına yüklemiş şekilde kendini koltuğa bırakırdı. O gün de yıllardır bir türlü barışamadığı vücudunu iteleyerek, birkaç adımlık minibüs koridorunun yüzlerce metreye dönüşmesine engel olamadığı o kısacık zamanın, genişledikçe genişleyen bir aralığında kendine yer buldu. Tam kendini bırakacağı son saniyede hareket eden minibüs şoförüne kızdığından değil de, kendine yapılan saygısızlığa ses çıkarmıyor olmamak, onursuz muamelesi görmemek için; bir baş hareketiyle ayıpladı aceleci debriyajı.

Küçük, eski evlerin terk edilmiş görünmesine katkı sağlamak için yükselen binaların arasından, yeni seçimden çıkmış belediyenin yarım bıraktığı taşlı yollardan öğretmenleri toplayan servise binen üçüncü kişiydi. Çok kollu bir canavara benzeyen bir sokağı geride bırakıp, gittikçe hızlanan servisin ara sokaktan gelen başka bir arabayla çarpmasıyla ön koltuğa doğru fırladı. Ancak, başkasının yükünü gönülsüzce taşıyanların anlayabileceği bir sıkıntıyla taşıdığı başını vurdu. Şoförün freni mi onu böyle savurmuştu, çarpışma anında mı ön koltukla buluşmuştu hiç ilgilenmedi böyle ayrıntılarla. Minibüse binerken adeta birazdan doğuracakmışçasına karnını tutan dört aylık hamile kadının abartılı çığlıkları sakinleştirilmeye çalışılıyordu. Kavga veya kaza görünce ortak bir bilinçle meydana biriken mahalleli toplanadursun; o, hengâmenin bitmeyeceğini anladı, şişen başını tutarak indiği minibüsten uzaklaştı ve hastanenin yolunu tuttu.

Acil kapısından girip kayıt masasında, ekrandan başını kaldırmadan gözlerini üzerine diken görevliye kimliğini uzatırken; adamın birbirine yakın kaşlarına, biçimsizliğine, kuaför olsa onlara nasıl şekil vereceğine, bu hamlenin adamın yüz ifadesini nasıl değiştireceğine, erkeklerin yüz ifadelerini değiştirmenin neden bu kadar zor olduğuna, neden çoğunun yüzünde “ben büyüyemedim, bü-yü-ye-me-dim ben,” diyen mimiklerin umutsuzluğuna dair bir sürü şey geçti aklından. İşlemler bittikten ve kimliğini geri aldıktan sonra bile, adamın yüz ifadesi değişmemişti. O da ifadeler, jestler, mimiklerden oluşan maskelerimizden birini takmış olmalı, dedi. Hepimize ait; aynı duyguyu barındıran, bireysel imzaları gönülsüzce atılmış ifadeler…

Muayene odasına ilerlerken acilde kimlerin öncelikli muayene edileceği yazılmıştı; çünkü toplum olarak ne durumda olursak olalım önceliğin bizlerde olduğuna inandığımız, minik ellerimizin çamurdan heykeller yaptığı çağlarda kalmıştık. Bedenlerimiz büyümüş; sakallarımız çıkmış, memelerimiz irileşmiş, seslerimiz kalınlaşmış, anne-baba olmuş, nice okullar bitirmiş, ispatını da duvarlara asmıştık fakat varlığına sadece davranışlarımızın şahitlik ettiği emziklerimizi çıkarmayı becerememiştik. Kıvırcık saçlı doktor çocuk; “Evet, neyin var?” dedi. Üniversite sınavında ilçe birincisi olmuş, doktor olmaktan başka çaresi kalmamış, okurken “Gerçekten bunu mu istiyorum?” sorularının tehlikeli tarlasına girmemeye gayret ederek bakışlarını susturmayı başarmış, onun yerine; bastırılmış duyguların aşağılayan renklerini gözbebeklerine yerleştirmişti. Kısaca, geçirdiği trafik kazasını anlatıp, tedavisi ayaküstü uygulandıktan sonra alelacele hastaneden çıktı.

Apartman ziline utanarak, titreyerek, varlığından nefret ederek, canı yanarak uzandı. Kısa sürede açılan kapının çıkardığı ses istenmeyen ruhunu yerinden zıplattı. Sanki ruhunun kocaman bir karnı varmış da tam ortasına kızgın, büyük bir iğneyi batırıyorlarmış gibiydi. Asansöre doğru yavaşça yürüdü, artık sadece başını değil tüm vücudunu taşımak büyük bir eziyete dönüşmüştü.

Asla merhamet göremeyeceğini bildiği bir eve, bir anneye, bir mecbura gitmek üzere; yeni kontrolleri yapılmış, her binenin yanındakileri baştan ayağa süzmemek için zor tuttuğu, merak duygusunun havaya belirsizce salındığı asansöre bindi.

Asansörün kaç kiloya kadar taşıyabileceği yazısını görür görmez hesaplamalara başladı. Asansörde dört kişilerdi; kendisinin dışında anne, baba ve çocuk vardı. Hızlıca kilo tahminlerini yapmayı ihmal etmedi.

Hayret! Zihin en acıklı zamanlarda bile hesaplamalar yapmaya, günlük gevezeliklere tutunmaya bayılıyordu.

PARK

Kapı açıldı.

Anne sordu.

Genç kadın cevap verdi.

Anne “Geber,” dedi;

Atalarının dilinde.

Kadın tamam, dedi,

Kendinin de ilk defa duyduğu bir dilde.

Renkliydi ilaçlar

Küçüklü büyüklüydü ölüm;

Şekil şekil.

Geceden kalmaydı su bardağı

İçindeki yetti kaydırmaya renklileri.

Dili kaydırak, midesi salıncak;

Çocukluğundaki park gibiydi ölüm.                          

Editör: Hatice Akalın                              

Sümeyra Uğur
Latest posts by Sümeyra Uğur (see all)
Visited 7 times, 1 visit(s) today
Close